Geleneklere göre, MÖ 450 yılında bir adam, siyasi kargaşaya sürüklenen zengin bir Yunan kentinden ayrılarak, Anadolu’daki Miletos’tan Trakya’daki Abdera’ya uzanan 400 millik bir deniz yolculuğuna çıktı. Bu yolculuk, bilgi tarihinin seyrini değiştirecek kadar önemliydi. Yolcunun adı Leukippos’tu. Leukippos hakkında çok az şey bilinmesine rağmen, entelektüel mirası kalıcı izler bırakmıştır. “Büyük Kozmoloji” adlı bir kitap yazmış ve dünyadaki geçici ve kalıcı unsurlar üzerine yeni fikirler geliştirmiştir. Abdera’ya vardığında bir bilim ve felsefe okulu kurmuş ve kısa süre içinde Demokritos adında genç bir öğrenciyi yanına almıştır. Bu öğrenci, daha sonra tüm zamanların düşünce yapısı üzerinde derin etkiler bırakacaktır.
Bu iki düşünür, birlikte antik atomculuğun görkemli yapısını inşa ettiler. Leukippos öğretmendi. Demokritos ise, antik çağda büyük saygı gören, her bilgi alanında onlarca eser kaleme almış olağanüstü bir öğrenciydi. Seneca ona “Antiklerin en inceliklisi” demiştir. Cicero ise şöyle sorar: “Dehası kadar ruhunun büyüklüğüyle onu kiminle kıyaslayabiliriz?”
Leukippos ve Demokritos’un temel kavrayışı, dünyanın akılla anlaşılabileceği yönündeydi. Doğal olguların çeşitliliğinin, daha basit ve temel bir şeye indirgenebilir olması gerektiğine inanıyorlardı ve bu ‘şeyin’ ne olabileceğini anlamaya çalışıyorlardı. Her şeyin yapıtaşı olabilecek türden bir temel madde fikri geliştirdiler. Miletoslu Anaksimenes bu maddenin yoğunlaşıp seyrelerek farklı doğa unsurlarına dönüşebileceğini öne sürmüştü. Bu yaklaşım, fiziğin kaba ama doğru yönde atılmış ilk adımlarındandı. Büyük bir fikir, dünyanın gizli düzenini kavrayacak bir vizyon gerekiyordu – ve işte bu vizyonu ortaya koyanlar, Leukippos ve Demokritos oldu.
Demokritos’un sistemi olağanüstü derecede basit bir fikre dayanır: Tüm evren, sayısız atomun hareket ettiği sınırsız bir boşluktan oluşur. Bu uzayın ne sınırı, ne yukarısı, ne aşağısı; ne merkezi, ne kenarı vardır. Atomlar, yalnızca şekilleri olan, başka hiçbir niteliği bulunmayan birimlerdir. Ne ağırlıkları vardır, ne renkleri, ne tatları. Demokritos şöyle der: “Tatlılık bir kanaattir, acılık bir kanaattir; sıcak, soğuk ve renk birer kanaattir: Gerçekte yalnızca atomlar ve boşluk vardır.” Atomlar bölünemezdir; daha küçük parçalara ayrılamayan, gerçekliğin temel tanecikleridir ve her şey onlardan oluşur. Uzayda serbestçe hareket eder, çarpışır, birbirlerine takılır, çeker ve iterler. Benzer atomlar birbirini çeker ve birleşir.
İşte bu, dünyanın dokusudur. Gerçeklik budur. Geriye kalan her şey, bu hareketlerin ve birleşmelerin rastlantısal yan ürünleridir. Maddenin çeşitliliği, yalnızca atomların farklı şekillerde bir araya gelmesinden kaynaklanır.
Atomlar bir araya geldiğinde önemli olan tek şey, onların şekli, düzenlenişi ve birleşim sırasıdır. Tıpkı alfabenin harflerini farklı şekillerde birleştirerek komediler, trajediler, saçma hikâyeler ya da destanlar yazabiliyorsak, temel atomlar da birleşerek dünyayı ve onun sonsuz çeşitliliğini oluşturur. Bu benzetme, doğrudan Demokritos’a aittir.
Bu sonsuz atom dansında ne bir amaç ne de nihai bir neden vardır. Biz de doğanın geri kalanı gibi, bu rastlantısal birleşmelerin ürünüyüz – çağlar boyunca rastgele bir seçilimle ortaya çıkmış yapılardan biriyiz. Hayatımız atomların bir birleşimidir, düşüncelerimiz ince atomlardan oluşur, rüyalarımız atomların ürünüdür. Umutlarımız ve duygularımız, atomların oluşturduğu bir dilde yazılmıştır. Gördüğümüz ışık, bize imgeler taşıyan atomlardan oluşur. Denizler, şehirlerimiz ve yıldızlar — hepsi atomlardan oluşur. Bu, devasa bir vizyondur: Sınırsız, olağanüstü basit ama aynı zamanda olağanüstü güçlü — bir uygarlığın bilgisini üzerine kurabileceği bir temel.
Demokritos, bu temel üzerinden fiziğe, felsefeye, etiğe, siyasete ve kozmolojiye dair onlarca eser yazdı. Dilin doğası, din ve insan toplumlarının kökeni gibi birçok konuda da düşüncelerini kaleme aldı. Ne yazık ki bu eserlerin tamamı kaybolmuştur. Bugün onun düşüncelerini yalnızca antik yazarların alıntılarından ve fikir özetlerinden biliyoruz. Ortaya çıkan tablo, yoğun bir hümanizm ile rasyonalist ve materyalist bir anlayıştır.
Demokritos’un düşüncesi, doğaya gösterdiği dikkatle birlikte, mitolojik kalıntıları ortadan kaldıran açık ve doğalcı bir bakış sunar. Aynı zamanda insan yaşamına büyük bir duyarlılık ve derin bir etik kaygı taşır – Aydınlanma düşüncesinin en iyi yönlerini, neredeyse 2000 yıl önceden sezmiş gibidir. Demokritos’un etik ideali, akla güvenerek, tutkulara kapılmadan, ölçülülük ve denge yoluyla zihinsel huzura ulaşmaktır.
Platon ve Aristoteles, Demokritos’un fikirlerinden haberdardılar ve bu düşüncelere karşı açıkça mücadele ettiler. Bunu, bazıları daha sonra yüzyıllar boyunca bilginin gelişmesinin önünde engeller oluşturacak olan başka fikirler adına yaptılar. Her iki filozof da Demokritos’un doğalcı açıklamalarını reddederek, doğayı her şeyin bir amacı olduğu inancıyla açıklamaya çalıştılar. Ancak bu yaklaşım, doğayı açıklamada zamanla yanıltıcı bir düşünce tarzı olarak kendini gösterecekti. Ayrıca bu tür açıklamalar, insanla ilgisiz doğa olaylarına iyi ya da kötü gibi ahlaki değerler yükleme eğilimini de beraberinde getiriyordu.
Aristoteles, Demokritos’un fikirlerinden sık sık saygıyla söz ederken, Platon onu doğrudan hiç anmamıştır. Ancak modern araştırmacılar, bunun Demokritos’u tanımamasından değil, bilinçli bir tercihten kaynaklandığını düşünmektedir. Platon’un eserlerinde, özellikle ‘doğa filozoflarına’ yönelik eleştirilerde, Demokritos’a yönelik dolaylı göndermeler yer alır. Örneğin Phaidon adlı eserinde Sokrates, doğa filozoflarının Dünya’nın yuvarlaklığını açıklamalarını yetersiz bulur; ona göre asıl önemli olan, Dünya’nın neden yuvarlak olduğu değil, yuvarlak olmasının ona nasıl bir ‘iyilik’ sağladığı, ne fayda getirdiğidir. Bu yaklaşım, Platon’un doğayı anlamaya çalışırken nasıl farklı bir yönelim benimsediğini gösterir.
20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden Richard Feynman, ünlü ders serisinin girişinde şöyle der:
Eğer bir felaket sonucunda tüm bilimsel bilgi yok olsaydı ve yalnızca bir cümle sonraki kuşaklara aktarılabilecek olsaydı, en az kelimeyle en fazla bilgiyi taşıyan ifade ne olurdu? Bence bu, atom hipotezi ya da atom gerçeğidir — ya da adına ne demek isterseniz deyin: Tüm şeylerin atomlardan oluştuğu fikri. Yani, sürekli hareket hâlinde olan, biraz mesafe olduğunda birbirini çeken ama üst üste bindiklerinde birbirini iten küçük parçacıklardan. Biraz hayal gücü ve düşünmeyle, bu tek cümlede dünya hakkında muazzam miktarda bilgi bulunduğunu görebilirsiniz.
Demokritos, modern fiziğin araçlarına sahip olmadan, maddenin bölünemez parçalardan oluştuğu fikrine ulaşmıştı. Bu sonuca hem gözleme dayalı çıkarımlarla hem de felsefi argümanlarla varmıştı. Örneğin, bir tekerleğin zamanla aşınmasını ya da çamaşırların kurumasını, gözle görülemeyen ahşap veya su parçacıklarının yavaşça ayrılmasıyla açıklıyordu. Ancak onun asıl etkileyici yönü, soyut felsefi düşünce yoluyla bu fikri temellendirmesiydi – öyle ki bu argümanların etkisi, bugün kuantum kütleçekimi kuramına kadar uzanmaktadır.
Demokritos, maddenin sürekli bir bütün olamayacağını ileri sürüyordu; çünkü bu görüş kendi içinde çelişkiliydi. Bu düşünceyi Aristoteles’in aktarımlarından biliyoruz. Demokritos şöyle sorar: Maddenin sonsuza kadar bölünebilir olduğunu varsayalım. Bir madde parçasını sonsuz sayıda parçaya ayırdığımızda geriye ne kalır?
Eğer geriye uzamsal boyuta sahip küçük parçacıklar kalıyorsa, bu hâlâ sonlu büyüklükte parçaların var olduğu anlamına gelir; dolayısıyla sonsuz bölünme gerçekleşmemiş demektir. Öte yandan, bölme işlemi sonunda yalnızca uzantısı olmayan noktalar kalıyorsa, bu noktaları bir araya getirerek tekrar uzantılı (hacimli) bir şey elde edemeyiz. Çünkü uzantısı olmayan nesnelerin toplamı da hiçbir zaman uzantı oluşturmaz. Kaç tane olursa olsun, bu noktalar birleşerek fiziksel bir madde oluşturamaz. Dolayısıyla, madde ne sonsuz sayıda uzantısız noktadan, ne de sonsuz sayıda bölünebilir parçadan oluşabilir. Demokritos’un buradan çıkardığı sonuç şudur: Maddi varlık, bölünemez, sonlu büyüklükteki ayrık parçacıklardan – yani atomlardan – oluşur.
Bu incelikli akıl yürütme biçiminin kökeni Demokritos’tan öncesine dayanır. Güney İtalya’daki Cilento bölgesinden, günümüzde Velia olarak adlandırılan bir kasabadan gelir. MÖ 5. yüzyılda bu kasaba, Elea adıyla bilinen ve gelişen bir Yunan kolonisi idi. Burası, belki de Miletos’un rasyonalizmini fazla ciddiye alan filozof Parmenides’in memleketiydi. Parmenides, saf akıl yoluyla hakikate ulaşılabileceğini savunmuştu ve bu onu, tüm görüngülerin yanıltıcı olduğu sonucuna götürmüştü. Böylece metafiziğe giden yol açılmış ve zamanla ‘doğa bilimleri’nden uzaklaşılmıştı. Onun öğrencisi olan Zeno (Zenon) da, bu radikal rasyonalizmi savunmak için son derece incelikli argümanlar ortaya koymuştu. Bunlar arasında en meşhurları, ‘Zeno’nun paradoksları’ olarak anılan ve hareket gibi sıradan görünen kavramların bile mantıksal olarak imkânsız olduğunu savunan paradokslardır.
Zeno’nun en ünlü paradoksu kısa bir fabl şeklinde anlatılır: Kaplumbağa Aşil’e meydan okur ve yarışta 10 metre önde başlama hakkı kazanır. Aşil kaplumbağayı yakalayabilecek midir? Zeno’ya göre, katı mantık açısından bakıldığında, bu mümkün değildir. Aşil’in kaplumbağayı yakalayabilmesi için önce aradaki 10 metreyi kat etmesi gerekir. Bu süre zarfında kaplumbağa biraz daha ilerleyecektir. Aşil bu yeni mesafeyi de kat etmek zorundadır, ama bu sırada kaplumbağa yine biraz daha ilerler. Bu süreç sonsuza dek devam eder.
Zeno’ya göre, Aşil’in kaplumbağayı yakalayabilmesi için sonsuz sayıda mesafeyi kat etmesi ve sonsuz sayıdaki zaman aralığını geçmesi gerekir; bu da sonsuz bir zaman oluşturur. Oysa biz gerçek hayatta Aşil’in kaplumbağayı geçtiğini görürüz. Bu durumda, Zeno’ya göre, gördüğümüz şey mantıksal olarak olanaksızdır ve dolayısıyla bir yanılsamadır.
Sicim sonsuz sayıda kesilemez; madde sürekli değildir, sonlu büyüklükte tekil ‘atom’lardan oluşur.
Ama dürüst olalım: Bu pek de ikna edici değil. Peki, hata nerede? Muhtemel bir cevap şudur: Zeno yanılıyor olabilir, çünkü sonsuz sayıda şeyi bir araya getirince, toplamın her zaman sonsuz olması gerekmez. Bir ipi düşünün: Ortadan ikiye kesin, sonra tekrar ikiye, sonra tekrar… Sonsuza kadar bu şekilde devam edin. Sonunda sonsuz sayıda küçük ip parçası elde edersiniz; ancak bu parçaların toplam uzunluğu yalnızca ilk ipin uzunluğuna eşit olur. Aynı şekilde, sonsuz sayıda gittikçe azalan zaman aralığı da toplamda sonlu bir zaman oluşturabilir. Dolayısıyla kahramanımız Aşil, sonsuz sayıda küçülen mesafeyi kat etmek zorunda kalsa bile, bunu sonlu bir sürede yapabilir ve kaplumbağayı geçer. Matematikte buna yaklaşan dizi (converging series) denir.
Görünüşe göre paradoks çözüme kavuşturulmuş. Çözüm, sürekli olma fikrinde yatar – sonsuz derecede kısa zaman dilimlerinin var olabileceği ve bunların sonsuz sayıda bir araya gelerek sonlu bir zaman oluşturabileceği düşüncesinde. Aristoteles, bu olasılığı sezgisel olarak ilk bulan kişiydi ve bu fikir, eski ve modern matematik tarafından geliştirildi. Ama bu gerçekten doğru çözüm mü? Gerçek dünyada gerçekten sonsuz küçük sicimler var mı? Bir sicim parçasını sonsuz sayıda kesebilir miyiz? Sonsuz derecede küçük zaman dilimleri gerçekten var mı? Bunlar sadece Aristoteles’in uzun zaman önce düşündüğü sorular değildir. Tam aksine, bu, modern fizikçilerin, Albert Einstein’ın genel görelilik teorisinin büyük ölçekli kurallarıyla, kuantum mekaniğinin küçük mesafelerini birleştiren bir kuantum yerçekimi teorisi yaratmaya çalışırken karşılaştıkları tam sorunlardır.
Geleneğe göre, Zeno, Leukippos’la tanışmış ve onun öğretmeni olmuştu. Bu nedenle Leukippos, Zeno’nun bilmecelerinden haberdardı. Ancak bu bilmeceleri çözmek için farklı bir yol geliştirmişti. Belki de hiçbir şey keyfî derecede küçük olamaz: bölünebilirliğin bir alt sınırı vardır. Evren sürekli değil; tanecikli, yani granüler bir yapıya sahiptir. Sonsuz küçük noktalarla uzantı oluşturmak mümkün değildir – tıpkı Aristoteles’in aktardığı ve daha önce değinilen Demokritos’un argümanında olduğu gibi. Bu nedenle, bir ipin uzantısı, sonlu büyüklüğe sahip sonlu sayıda parçadan oluşmak zorundadır. Bir ip sonsuz kez kesilemez; madde sürekli değil, sonlu büyüklükte bireysel ‘atom’lardan oluşur.
Bu soyut argümanın doğru olup olmadığına dair kesin bir şey söylemek zor olsa da, bugün bildiğimiz kadarıyla sonucunda büyük bir gerçeklik payı vardır. Madde gerçekten atomik bir yapıya sahiptir. Bir su damlasını ikiye böldüğümde, iki su damlası elde ederim. Bu iki damlayı da tekrar bölebilirim, bu böyle sürer gider. Ancak bu işlemi sonsuza dek sürdüremem. Bir noktada yalnızca bir molekül kalır ve işlem biter. Tek bir su molekülünden daha küçük bir su damlası yoktur.
Maddenin atomik doğasına dair kanıtlar yüzyıllar içinde birikmiştir; bunun çoğu kimya alanından gelmiştir. Kimyasal maddeler, birkaç elementin birleşiminden oluşur ve bunlar, ağırlık bakımından tam sayılı oranlarla birleşir. Kimyacılar, maddeleri sabit atom kombinasyonlarından oluşan moleküller olarak kavrayan bir düşünce biçimi geliştirmiştir. Örneğin su, H₂O formülüne sahip olup, iki parça hidrojen ve bir parça oksijen içerir.
Ancak bunlar sadece ipuçlarıydı. Geçmiş yüzyılın başında, pek çok bilim insanı ve filozof hâlâ atomik hipotezin geçerliliğini kabul etmiyordu. Bunlar arasında, Einstein için çok önemli olacak uzay hakkındaki fikirleriyle tanınan ünlü fizikçi ve filozof Ernst Mach da vardı. 1897 yılında, Viyana’daki İmparatorluk Bilimler Akademisi’nde Ludwig Boltzmann’ın bir dersinin sonunda, Mach şu şekilde açıklamada bulunmuştu: “Atomların var olduğuna inanmıyorum!”
Birçok kişi, Mach gibi, kimyasal notasyonu yalnızca kimyasal reaksiyon yasalarını özetleyen bir yöntem olarak görüyordu – su moleküllerinin gerçekten iki hidrojen atomu ve bir oksijen atomu içerdiğine dair bir kanıt olarak değil. “Atomları göremezsiniz,” diyorlardı. “Asla da göremeyeceksiniz,” diyorlardı. O zamanlar, bir atomun ne kadar büyük olduğunu soruyorlardı. Demokritos, atomlarının boyutunu hiç ölçememişti.
Ama başka biri bunu yapabilirdi. “Atomik hipotez”in kesin kanıtı, 1905 yılına kadar beklemek zorunda kaldı. Bunu, Bern’deki bir patent ofisinde çalışan ve bilim insanı olarak bir iş bulamayan, 25 yaşındaki isyankâr bir genç ortaya koydu. Benim yeni kitabımda, bu genç adamdan ve o dönemin en prestijli fizik dergisi olan Annalen der Physik’e gönderdiği üç makalesinden sıkça bahsediyorum. Bu makalelerden ilki, atomların varlığına dair kesin kanıtı içeriyor ve boyutlarını hesaplıyordu; böylece Leukippos ve Demokritos’un 23 yüzyıl önce ortaya koyduğu sorunu çözüme kavuşturuyordu.
Bu 25 yaşındaki genç adamın adı, elbette, Albert Einstein’dır.
Onun yöntemi şaşırtıcı derecede basittir. Herkes, eğer Einstein’ın zekâsına ve zor olmayan bu hesabı yapacak kadar matematik bilgisine sahip olsaydı, Demokritos’tan bu yana bu sonuca ulaşabilirdi. Fikir şudur: Çok küçük parçacıkları dikkatlice gözlemleriz; örneğin, hareketsiz hava veya sıvı içinde süzülen bir toz zerresi ya da polen tanesi. Bu parçacıklar titrer ve dans eder. Bu titreme, onların rastgele zigzaglar çizerek hareket etmelerine neden olur ve yavaşça, başlangıç noktalarından uzaklaşmalarına yol açar. Bir sıvı içindeki parçacıkların bu hareketine Brown hareketi denir; çünkü 19. yüzyılda bunu detaylı bir şekilde tanımlayan biyolog Robert Brown’dan adını almıştır. Küçük parçacık sanki her yönden rastgele darbeler alıyor gibidir. Hayır, bu sadece “sanki” değil; gerçekten darbe alır. Çünkü titrer; çünkü hava molekülleri bu parçacığa çarpar, bazen sağdan, bazen soldan.
Gözlemlenebilen tanecik hareket miktarından yola çıkarak moleküllerin boyutlarına geriye dönük olarak ulaşmak mümkündür.
İnce nokta şudur: Hava moleküllerinin sayısı son derece fazladır. Ortalama olarak, taneciğe soldan çarpanlar kadar sağdan çarpan molekül vardır. Eğer hava molekülleri sonsuz küçük ve sonsuz sayıda olsaydı, sağdan ve soldan gelen çarpışmalar her an birbirini dengelerdi ve tanecik hareket etmezdi. Ancak moleküllerin sonlu boyutu ve bunların sonsuz değil de sonlu sayıda olması, dalgalanmalara yol açar – bu kilit kelimedir. Yani, çarpışmalar hiçbir zaman tam olarak dengelenmez; sadece ortalama olarak dengelenirler. Şu an için, moleküllerin sayısının çok az ve boyutlarının büyük olduğunu hayal edin. Tanecik ancak zaman zaman bir darbe alırdı: önce sağdan, sonra soldan. Bir çarpışmadan diğerine kadar, sağa sola kayarak belirgin şekilde yer değiştirirdi; tıpkı bir futbol topunun sahada koşan çocuklar tarafından tekmelenmesi gibi. Moleküller ne kadar küçükse, çarpışmalar arasındaki süre o kadar kısa olur; farklı yönlerden gelen darbeler birbirini o kadar iyi dengeler ve tanecik o kadar az hareket eder.
Biraz matematikle, taneciğin gözlemlenebilen hareket miktarından yola çıkarak moleküllerin boyutlarını hesaplamak mümkündür. Einstein bunu 25 yaşındayken yapmıştır. Sıvılarda sürüklenen taneciklerin gözlemlerinden, bu taneciklerin ne kadar “sürüklendiği”ni – yani bir noktadan uzaklaştıklarını – ölçerek, Demokritos’un atomlarının boyutlarını hesaplar. Einstein, 2300 yıl sonra, Demokritos’un sezgisinin doğruluğunu kanıtlar: Maddenin yapısı taneciklidir.
Ovid şöyle yazmıştı: “Yüce Lucretius’un eseri, dünya yok olana dek ölmeyecek.” Ben sıklıkla, Demokritos’un tüm eserlerinin kaybolmuş olmasının, eski klasik uygarlığın çöküşünden kaynaklanan en büyük entelektüel trajedi olduğunu düşünürüm. Batı düşüncesi, Aristoteles aracılığıyla yeniden inşa edilirken, Demokritos’tan hiçbir şey kalmamıştır. Belki de Demokritos’un tüm eserleri hayatta kalsaydı ve Aristoteles’ten hiçbir şey kalmasaydı, medeniyetimizin entelektüel tarihi daha iyi olabilirdi. Ancak tektanrılı dinlerin egemen olduğu yüzyıllar, Demokritos’un doğacılığının yaşamasına izin vermemiştir.
Atina ve İskenderiye gibi eski okulların kapatılması ve Hristiyan düşüncelerine uymayan tüm metinlerin yok edilmesi büyük ve sistematikti; bu, İmparator Theodosius’un 390–391 yıllarında Hristiyanlık’ı imparatorluğun tek ve zorunlu dini ilan eden fermanlarının ardından, paganlara yönelik zalim baskı döneminde gerçekleşti. Platon ve Aristoteles, ruhun ölümsüzlüğüne ya da bir İlk Hareket Ettiricinin varlığına inanan paganlar olarak, zafer kazanan Hristiyanlık tarafından hoşgörüyle karşılanabilirlerdi. Ancak Demokritos hoşgörülemezdi.
Ancak felaketten kurtulmuş bir metin bütünüyle günümüze ulaşmıştır. Bu metin sayesinde, antik atomculuk hakkında biraz bilgi ediniyoruz ve her şeyden önce bu bilimin ruhunu biliyoruz. Bu metin, Latince şair Lucretius’un De Rerum Natura (Neyin Doğası ya da Evrenin Doğası) adlı muazzam şiiridir.
Lucretius, Demokritos’un öğrencisinin öğrencisi olan Epikuros’un felsefesine bağlıdır. Epikuros, bilimsel sorulardan çok etik sorunlarla ilgilenmişti ve Demokritos’un derinliğine sahip değildi. Bazen Demokritos’un atomculuğunu biraz yüzeysel biçimde yorumlardı. Ancak doğa anlayışı, Abderalı büyük filozofun görüşleriyle büyük ölçüde örtüşmektedir. Lucretius, Epikuros’un düşüncesini ve Demokritos’un atomculuğunu şiirle damıtarak, bu derin felsefenin bir kısmının Orta Çağ’ın entelektüel felaketinden kurtulmasını sağlamıştır. Atomlardan, denizden, gökyüzünden ve doğadan şarkılar söyler. Parlak dizelerle felsefi soruları, bilimsel fikirleri, rafine argümanları dile getirir:
Doğanın, güneşin yollarını ve ayın hareketlerini hangi kuvvetlerle yönlendirdiğini açıklayacağım; böylece bunların kendi özgür iradeleriyle gökle yer arasında yıllık döngülerini sürdürdüklerini ya da ilahi bir plan uyarınca dönüp durduklarını sanmamıza gerek kalmayacak.
Şiirin güzelliği, geniş atomist görüşle kuşatılmış hayret duygusunda yatar. Aynı maddeden yapılmış olduğumuzu bilmek, yıldızlar ve denizle derin bir bütünlük duygusu uyandırır:
Hepimiz göksel tohumdan türedik. Hepimiz aynı babadan geliyoruz; ondan her şeyi besleyen annemiz dünya, düşen nem damlalarını alır. Böylece beslenen dünya, gülen ekinler ve güçlü ağaçlar, insanlar ve tüm hayvanları doğurur. O, tüm varlıklara bedenlerini beslemeleri, neşeyle yaşamaları ve soylarını sürdürmeleri için yiyecek sunar.
Hayatın bir parçası olduğumuz gerçeğini derin bir şekilde kabul eden bir bakış açısı vardır:
Doğanın yalnızca iki şey istediğini duymuyor musunuz: acıdan arınmış bir beden ve korkulardan kurtulmuş bir zihin, ki hoş duyguların tadı çıkarılabilsin?
Ve ölümün kaçınılmazlığını sakin bir şekilde kabul etme vardır — o, her türlü kötülüğü ortadan kaldırır ve hakkında korkulacak hiçbir şey yoktur. Lucretius’a göre din cehalettir; akıl ise aydınlatan meşaledir.
Lucretius’un metni, yüzyıllar boyunca unutulduktan sonra, Ocak 1417’de hümanist Poggio Bracciolini tarafından Almanya’daki bir manastır kütüphanesinde yeniden keşfedildi. Poggio, birçok papanın sekreterliğini yapmış ve Francesco Petrarca’nın yaptığı ünlü keşiflerin izinden giden, antik metinlerin tutkulu bir avcısıydı. Quintilianus’a ait bir metni yeniden keşfetmesi, Avrupa’daki hukuk fakültelerinde hukuk öğreniminin seyrini değiştirmişti; Vitruvius’un mimarlık üzerine yazdığı eseri bulması ise güzel yapıların tasarlanma ve inşa edilme biçimini köklü biçimde dönüştürdü. Ancak en büyük zaferi, Lucretius’un eserini yeniden ortaya çıkarmasıydı.
‘Bir ışık huzmesinin içindeki boşlukta, çok sayıda küçük parçacığın, birbirleriyle çeşitli şekillerde karıştığını göreceksiniz.’
Poggio’nun bulduğu asıl el yazması kaybolmuş olsa da, arkadaşı Niccolò Niccoli tarafından yapılan kopya (şimdi ‘Codex Laurenziano 35.30’ olarak bilinir) tamamı hâlâ Floransa’daki Biblioteca Laurenziana’da korunmaktadır. Poggio, Lucretius’un kitabını insanlığa geri sunduğunda, insanlık yeni bir düşünceye zaten hazırdı. De Rerum Natura’nın yeniden keşfi, İtalyan ve Avrupa Rönesansı üzerinde derin bir etki yarattı; etkisi, Galileo’dan Johannes Kepler’a, Francis Bacon’dan Niccolò Machiavelli’ye uzanan yazarların sayfalarında doğrudan ya da dolaylı biçimde yankı bulur. William Shakespeare’in Romeo ve Juliet’inde, Poggio’dan bir yüzyıl sonra atomlar eğlenceli bir şekilde yer alır:
MERCUTIO:
Ah, demek görüyorum ki Kraliçe Mab uğramış sana.
Perilerin ebesidir o,
Bir belediye meclis üyesinin işaret parmağındaki
Akit taşı kadar küçücük bir biçimde gelir,
Ufacık varlıklardan oluşan bir takım çeker onu,
Uyuyan insanların burunlarının üzerinden geçerek.
Buradan itibaren, Lucretius’un etkisi Isaac Newton, John Dalton, Baruch Spinoza, Charles Darwin’den Einstein’a kadar uzanır. Atomların varlığının, sıvı içindeki küçük parçacıkların Brown hareketiyle ortaya çıktığı fikri, Lucretius’a kadar izlenebilir. İşte Lucretius’un atomlar fikrini ‘canlı bir kanıtla’ sunduğu bir pasaj:
Bir binaya güneş ışığı süzüldüğünde ve karanlık köşeleri aydınlattığında ne olduğunu gözlemleyin. Işık huzmesinin içindeki boşlukta sayısız küçük parçacığın türlü biçimlerde birbirine karıştığını göreceksiniz; sanki ebedi bir mücadelede savaşa atılıyorlarmış gibi, hiç durmaksızın birleşip ayrılıyor, saf tutup dağılıyorlar.
Buradan, atomların sınırsız boşlukta sürekli olarak savrulmalarını hayal edebilirsiniz… Dansları, gözlerimizden gizli madde hareketlerinin gerçek bir göstergesidir. Orada sayısız parçacık, görünmeyen darbelerle yön değiştirip izlerini geri sarar, sağa sola, her yöne savrulur. Bunu anlamalısınız ki, bu hareketliliğin tamamı atomlardan kaynaklanır. Atomlardan, kendi kendilerine hareket eden atomlardan.
Einstein, Lucretius tarafından sunulan kanıtı canlandırdı ve muhtemelen Demokritos tarafından ilk kez kavranan bu fikri matematiksel terimlere çevirdi, böylece atomların boyutlarını hesaplamayı başardı.
Katolik Kilisesi, Lucretius’u durdurmaya çalıştı: Aralık 1516’daki Floransa Sinodu, Lucretius’un okullarda okunmasını yasakladı. 1551’de Trent Konsili onun eserini yasakladı. Ancak artık çok geçti. Ortaçağ Hristiyan köktenciliği tarafından silinmiş bir dünya görüşü, gözlerini yeniden açan Avrupa’da yeniden ortaya çıkıyordu. Avrupa’da yalnızca Lucretius’un rasyonalizmi, ateizmi ve materyalizmi değil, çok daha fazlası öneriliyordu. Bu sadece dünyanın güzelliği üzerine parlak ve huzurlu bir meditasyon değildi; çok daha fazlasıydı: Gerçeklik hakkında açık ve karmaşık bir düşünce yapısıydı—yüzyıllar boyunca egemen olmuş Ortaçağ düşüncesinden kökten farklı bir düşünme biçimiydi.
Dante’nin muazzam bir şekilde şarkılaştırdığı Ortaçağ kozmolojisi, evrenin hiyerarşik bir düzen temelinde yorumlanıyordu; bu da Avrupa toplumunun hiyerarşik yapısını yansıtıyordu: Dünya’nın merkezde yer aldığı küresel bir kozmik yapı; gökle yer arasında aşılmaz bir ayrım olduğu inancı; doğal olayların amaçsal ve metaforik açıklamaları; Tanrı korkusu, ölüm korkusu; doğaya yönelik zayıf ilgi; biçimlerin, nesnelerden önce geldiği ve dünyanın yapısını belirlediği inancı; bilginin kaynağının yalnızca geçmişte, vahiyde ve gelenekte bulunabileceği düşüncesi.
Bunların hiçbiri, Lucretius’un dizelerinde betimlediği Leucippus ve Demokritos dünyasında yoktur. Tanrılardan korku yoktur; dünyada amaçlar ya da nihai hedefler yoktur; kozmik bir hiyerarşi yoktur; yer ile gök arasında bir ayrım yoktur. Doğaya karşı derin bir sevgi, onun içinde huzurlu bir varoluş; onun ayrılmaz bir parçası olduğumuzu kabul etme vardır. Kadınlar, erkekler, hayvanlar, bitkiler ve bulutlar, harikulade bir bütünün canlı dokusunu oluşturur—hiçbir hiyerarşi olmaksızın. Derin bir evrensellik duygusu vardır, Demokritos’un görkemli sözlerinin yankısıyla: “Akıllı bir insan için, bütün dünya açıktır; çünkü erdemli bir ruhun gerçek vatanı tüm evrendir.”
Şeylerin sonlu bölünebilirliği, dünyanın tanecikli yapısı, işte bu, parmaklarımızın arasında sonsuzluğu durduran fikirdir.
Ayrıca, dünyayı sade kavramlarla düşünebilme arzusu da vardır. Doğanın sırlarını araştırıp anlamak, ebeveynlerimizden daha fazlasını bilmek. Galileo, Kepler ve Newton’un inşa edeceği olağanüstü kavramsal araçlar vardır: uzayda serbest ve düz hareket fikri; dünyanın inşa edildiği temel cisimler ve bunların etkileşimleri fikri; dünyayı kapsayan bir uzay fikri.
Ve işte, şeylerin sonlu bölünebilirliği — dünyanın taneli yapısı fikri. Sonsuzluğu parmaklarımızın ucunda durduran bir fikirdir bu. Atomcu hipotezin temelinde yatan bu düşünce, kuantum mekaniğiyle birlikte güçlenerek geri dönmüştür. Enerji yalnızca kesikli birimler halinde aktarılabilir ve belki de zaman ile mekânın da kendi temel birimlerinden oluştuğunu keşfedeceğiz. Democritus’un atomcu felsefesini modern fiziğe dahil etmek, genel görelilik (sürekli bir gerçekliği esas alır) ile kuantum mekaniği (ki bu kesinlikle böyle değildir) arasındaki uyumu sağlamak için gerekli olabilir.
Görelilik ve kuantum mekaniğini yeni bir kuantum yerçekimi teorisinde birleştirmek, fiziği bir üst düzeye çıkaracak ve aynı zamanda anlamlı bir tarihsel kapanış sağlayacaktır. Einstein’ın Brown hareketi üzerine yazdığı makale atomculuktan ilham alırken, görelilik teorisi Mach’ın anti-atomik felsefesinden doğmuştur. Kuantum yerçekimiyle son engel de aşılacak ve Lucretius’un şarkısı tüm fizikte yankılanacaktır.
(Bu, Carlo Rovelli’nin Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir adlı eserinden bir alıntıdır, Simon Carnell ve Erica Segre’nin Riverhead Books tarafından yayınlanan çevirisinden Türkçe’ye çevrilmiştir.)
Carlo Rovelli – “This granular life“, (Erişim Tarihi: 29.05.2025)
Çevirmen: Rabia Bayram
Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender