Genelde akıl sağlığının bireysel bir rahatsızlık konusu olduğu düşünülür. Modern psikiyatri de akıl hastalığına tanı koymak için bireydeki deneyimsel, davranışsal ve düşünsel unsurlara inceleyerek, tedavi için kişisel çözümlere odaklanır. Depresyonda olmanız genetiğinizin, düşünsel bozukluklarınızın ya da kişisel problemlerinizin ve duygu durumunuzun yarattığı şartlara verdiğiniz tepki şeklinde anlaşılır. Akıl sağlığının Batı’daki tedavisi de yine bu bireyci çizgiyi takip eder. Kişinin ilaç ve terapi alması sağlanır ki bunlar kesin bir şekilde yardımcı etmenlerdir.
Ne var ki bireye bu şekilde odaklanmak, tedaviye yönelik toplumsal yaklaşımları ihmal etmemize neden olabilir. Sosyal normların, kültürel inançların ve toplumsal yaklaşımların akıl sağlığına yönelik etkileri sıklıkla göz ardı edilir. Oysa Antik Çin bilginleri bu durumu gayet iyi kavramıştı.
Bu düşünürler birtakım zihinsel ve davranışsal bozuklukları hastalık (bing) olarak görmüşlerdi. Bu hastalıklar (en eski parçaları M.Ö. 4’üncü yüzyıla dayanan) Huangdi Neijing Lingshu Jing ismindeki, Çin’in bilinen en eski tıp metninde tasnif edilip tartışılmıştı. Bu metin, arasında en öne çıkanlardan ‘mutsuzluk, baş ağrısı, göz kızarıklığı ve tasalı bir zihinle’ göze çarpan dian ve diğer semptomların yanı sıra ‘manik unutkanlık, aniden öfkelenme, tekinsiz hareketlerle’ göze çarpan kuang hastalıklarının olduğu birtakım akıl hastalıklarını tanımlıyordu. İlk Çinli tıp bilginleri bu akıl hastalıklarının arkasında duygu aşırılığı, arzuları kontrol edememe, organlardan ‘hayati enerjinin’ boşaltılması gibi birtakım etmenlerin bulunduğunu fark etmişti. Onlara göre bu etmenler arasında kişinin ait olduğu topluluk da vardı.
Akıl hastalığı birçok erken dönem felsefe ve tıp metninde duygularla ilişkilendirilmiştir. Guanzi’de yer alan bir pasajda da uyumlu ve etkili bir eylemin sadece, zihni bozup ‘(orijinal) formunu kaybetmesine’ yol açan aşırı neşe, keyif ve öfke türlerinin yokluğunda mümkün olduğuna işaret eder. Zhongyong ise uyumu (he) duyguların düzgünce sınırlanmasına bağlar. Huangdi Neijing’teki bir pasajda ise şu dile getirilir:
Öfke dolup taştığında, zihne zarar verir.
Antik Çinli bilginlere göre aletler veya makineler gibi bedenimize de aşırı yüklenerek ya da zarar vererek, sakatlık ve (akıl hastalıklarının da aralarında bulunduğu çeşitli) hastalıklara sebep olmamız mümkündür. Bu, hastalığın doğasını anlamak için keskin bir bakış açısıdır.
Günümüzde hastalığa ilişkin bazı durumlarda toplulukların ve koşulların önemini kabul etsek de hastalığı toplumsal sebeplere atfetme konusunda halen tereddüt ediyoruz. Örneğin, Amerikan Psikiyatri Kuruluşu (yayınladığı DSM‘nin[i] son versiyonunda) kısmen sosyal ve gelişimsel faktörlerin sebep olduğu hastalıkların yanı sıra, durumsal akıl hastalıkları gerçekliğini tanımaktadır. Mesela, fazla çalışmanın tükenmişliğe sebep olabileceğini ve travmatik olayların travma sonrası stres bozukluğu gibi hastalıklara ve DSM’de ‘travma ve stresle alakalı bozukluklar’ olarak sınıflandırılan diğer durumlara yol açabileceğini kabul ediyoruz. Peki, toplumlar ve toplumsal şartlar, akıl hastalıklarının oluşumunda sandığımızdan daha merkezi bir öneme sahip olabilir mi?
Antik Çinli bilginlere göre, zihni dizginlemeyi öğrenerek aşırı duygulanımdan kaynaklanan hastalıkları önleyebiliriz (veya tedavi edebiliriz). Huangdi Neijing’ten bir pasajda da ‘Zihnin sükutunu sağla’ şeklinde bir ifade yer alır. Ne var ki bunu başarmak, hasta bireylerin tecrübeleri hakkında düşünme şekillerini yeniden şekillendirmeyi amaçlayan bireyci yaklaşımlardan daha fazlasını gerektirmektedir. Psikiyatrik ilaç veya bilişsel davranış terapileri gibi tedaviler her ne kadar yararlı olsalar da, işin temelinde akıl hastalığına yol açan meselelere değinmiyor. Kişinin üyesi olduğu toplum ve kültürlerin getirileri, duygularımızın oluşumu ve ifadesi üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Örneğin, öfkeyi belirli olaylara her yerde geçerli doğal bir tepki olarak kültürden bağımsız şekilde görmek yanlış olurdu. Belirli toplulukların üyelerinin verili durumlarda öfke hissetmeleri veya bunu dışa vurmaları, duyguları yöneten farklı kültürel normlara sahip diğer toplulukların üyelerinden daha olasıdır. Duyguları değerlendirme, hatta deneyimleme şekillerimiz kültürel unsurlardan etkilenmektedir. 2018’deki bir röportajda Hollandalı kültür psikoloğu Batja Mesquita şöyle demişti:
Birçok kültür, duygularını bir bireyin içinde yaşayan bir şey olarak düşünmez; aksine insanlar arasındaki bir şey olarak düşünür. Bu kültürlerde duygular insanların beraber, birbirleriyle yaptıkları şeylerdir. O halde ben sinirli olduğumda bu, seninle benim aramda yaşayan bir şeydir.
Akıl hastalığı, sıklıkla genetik yatkınlığın ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklanır. Endişe, öfke, neşe veya diğer tepkileri meydana getiren şeyler neredeyse her zaman büyük oranda toplumsal normlara bağlı olacaktır. Bu normlar toplulukla etkileşim yoluyla genç yaştan itibaren bireylerin davranışsal yatkınlıklarına ve beklentilerine entegre olan bir olgudur. Örneğin, bazı Doğu Asya kültürlerinde ebeveynlere veya yaşlılara yönelik kimi yakışıksız hareketlerde bulunulması ya da saygısızlık yapılması ciddi bir utanç kaynağıyken, bu gibi tutumların birçok Batı kültüründe böyle bir şeye sebep olmamasının nedeni budur. Ayrıca kültürel faktörler, örneğin Asya kökenli Amerikalılar gibi bazı grupların, psikiyatrik sağlık hizmetlerine başvurma olasılığını ABD’deki diğer etnik gruplara göre düşürür.
Bunların hiçbiri, bireylerin davranış ve tutumlarının yalnızca bireysel karakter ve kararlara bağlı olmadığını kabul eden ilk dönem Konfüçyüsçüleri gibi Çinli bilginler için yeni değildi. Konfüçyüs’ün, eğer erdemli olmak istiyorsan etrafında kimlerin olduğuna dikkat etmelisin şeklindeki öğretisinin sebebi de budur. Kendisi, ahlaken yalnızca en az bizim kadar iyi olan kişileri arkadaş edinmemiz gerektiğini tavsiye etmişti. Buna göre uyumlu ve erdemli toplulukların parçası olmak sağlıklı davranışların, yaklaşımların ve duyguların gelişimi için gereklidir; kötü, habis veya sağlıksız bir toplulukta bulunuyorsak inançlarımız, duygularımız, beklentilerimiz ve (diğer pek çok şeyin yanı sıra) tutumlarımız, önemli açılardan bozulacaktır.
Bu koşul akıl hastalıklarını da ilgilendirir çünkü böylesi hastalıklar, kısmen de olsa toplum tarafından belirlenen davranışsal ve duygusal normların bir sonucudur. Konfüçyüsçüler modern dünyamızdan söz ederken büyük olasılıkla, modern ekonomik ve tüketici kültürü için gerekli olan benmerkezcilik tarafından yaratılan yabancılaşmanın, akıl hastalıklarına yol açma konusunda kilit bir rol oynadığını söylerlerdi. Konfüçyanizm’in çağdaş uzmanlarından Tu Weiming, Konfüçyüsçü görüşe göre ‘benmerkezciliğin kolaylıkla kapalı bir dünyaya … bir felç durumuna yol açtığını’ yazar. Çeşitli bireysel ve tüketici seçimleri vasıtasıyla görünürde masum olan ‘kendini tanımlama’ üzerinden bu olguya yönelik kaygılardan, topluluktaki diğer insanlar için yıpratıcı seviyede empati besleme veya önem duyma yoksunluğuna kadar uzanacak şekilde ben merkezciliği ve kendini beğenmişliği teşvik eden topluluk türleri, akıl hastalığına etki eden şeylerin davranışsal ve tutumsal özellikler olduğunu bireylerine aşılamaya daha meyilli topluluklardır.
Akıl hastalığı ve öfke, neşe veya endişe gibi duygular arasındaki bağlantının özünün tam olarak ne olduğu konusunda antik Çinli bilginlerle uzlaşmayabiliriz ama modern psikiyatrideki çalışmalar, davranış ve tutumlarımızın toplum tarafından etkilenen yanlarının akıl hastalıklarına ne şekilde yol açabileceği ve yine bu unsurların tedavinin bir parçası olması gerektiği hakkındaki savlarını dikkate almamız gerektiğini gösteriyor.
Bizler modern dünyamızda giderek görünür hale gelen akıl hastalığı problemine dikkat çekmeye çalışırken, Hastalık Kontrolü ve Önlenmesi Merkezi [Centers for Disease Control and Prevention] ABD nüfusunun yüzde 50’den fazlasına hayatları boyunca bir akıl hastalığı veya bozukluğu tanısı konulacağını; nüfusun yüzde dört kadarının da ciddi akıl hastalıklarını deneyimleyeceğini öngörüyor. Bizim de burada Konfüçyüsçü görüşe kulak vermemiz gerekiyor. Nitekim akıl hastalıklarının yanı sıra intihar ve intihar teşebbüslerinin de toplumun daha genç kesimlerinde arttığına dair kanıtlar mevcut. Diğer yandan akıl hastalıklarındaki bu artış, toplumumuzdaki belirli yabancılaştırıcı ve yıpratıcı hususlar hakkında, bireysel özelliklerimizle ilgili söyleyeceğinden daha çok şey söyleyebilir. Konfüçyüs’ün ifade ettiği gibi:
Bir bireyin hataları her zaman için dahil oldukları gruba atfedilebilir.
Profesyonel akıl sağlığı tedavisine daha büyük bir erişim sunmanın da dahil olduğu birçok çaba, akıl hastalığı problemine olan cevabımızın bir parçası olmalıdır. Gelgelelim aynı zamanda, ortak kültürümüzün hangi yönlerinin akıl hastalıklarındaki artışa etki edebileceğini de dikkatle ve ciddiyetle ele almalıyız. Nihayetinde sağlıklı bir toplum, muvaffak bir toplumdur da.
[i] Dsm – 5 Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı [ç.n.]
Alexus McLeod– “Chinese philosophy has long known that mental health is communal“, (Erişim Tarihi: 27.03.2021)
Çevirmen: Mert Mirza
Çeviri Editörü: Semih Gözen Esmer