Platon, Aristoteles ve Stoacıları Unutun: Epikürosçu Olmayı Deneyin – Catherine Wilson

//
3151 Okunma
Okunma süresi: 18 Dakika

Mutluluğun sırrını vadeden kitap, ders ve yazılardan, birçok kişi gibi ben de şüpheleniyorum. Bence mutluluk anlıktır. Mutluluk arkadaşlarla sohbet ederken edinilen bir anlık aydınlanmada, radyoda yeni ve etkileyici bir müzik parçasını dinleme anındadır. Özel konuları yakın bir akrabayla paylaşılmasında ya da bir müddet grip olup iyi ve deliksiz bir uykudan uyanmadadır. Mutluluk, peşinde koşulup yakalanılması ve uzun sürmesi mümkün olmayan anlık neşe hissidir.

Fakat işlerin gidişatından tatmin olmak mutluluktan farklıdır. Tatmin olmak, sabah yataktan çıkmayı, dünyada olup biteni öğrenmeyi ve günün karşımıza çıkaracaklarıyla iyi geçinmeyi istememizi sağlayacak hayatın nitelikleri ve düzenlenmesiyle ilgilidir. Tatmin olmanın karşısındaki engeller büsbütün kaldırılamasalar bile, en azından alçaltılabilirler. Bazı yazarlar tatmin olmanın çoğunlukla genlerime, yaşadığım yere ve mevsime, veya hükümet dahil başka insanların bana nasıl davrandığına bağlı olduğunu iddia ediyorlar. Buna rağmen, psikoloji ve birinci şahıs tarafından yaşanıp paylaşılan, ve nesilden nesile aktarılan deneyimler de gerçekten yardımcı olabilir.

Felsefe de öyle. Antik çağın başlıca okulları – Platonculuk, Stoacılık, Aristotelesçilik, ve benim favorim, Epikürosçuluk, iyi yaşam sorusunu doğrudan ele aldılar. Filozofların hepsi ‘doğaya göre hayat’ idealini benimsediler. Bundan kasıtları hem insani hem insan dışı doğa olmasına rağmen, bu idealin neyi gerektirdiği konusunda hemfikir değildiler. Çoğu yaygın bir şekilde elde edilip okunabilen ve düşünmeye zorlayan yazıları, sadece felsefe öğrencileri ve uzmanlar için değil, doğa, toplum ve saadetle ilgilenen herkes için kaynak olmaya devam etmektedir.

Antik Yunan ve Romalılar için bir felsefe ‘okulu’ neydi? Esasen, aynı inanç ve değerlere bağlı olan bir gruptu. Üyeleri düzenli bir şekilde buluşup önderlerinin derslerini dinliyorlar, felsefi meseleleri bazen kendi aralarında, bazen de ziyaretçilerle tartışıyorlar, ve rakip okullar tarafından sunulan itirazlara karşı kendi görüşlerini nasıl savunacaklarını bulmaya çalışıyorlardı. Verilen dersler ve yapılan tartışmaların kayıtları okulun önderi veya öğrencileri tarafından yazılan metinlere girebiliyordu. Ancak felsefe, bir tür kamusal eğitim değildi. Milattan önceki birkaç yüzyıl boyunca Atina nüfusunun köle oranı yüzde 40 ve 80 arasındaydı. Bazıları felsefi toplantılarda hizmet edip eğlendirmekle görevli olsalar da bunlara katılmış sayılmazlardı.

M.Ö. 5’inci yüzyılda yaşayan Sokrates’in düşünce ve tartışmalarını toplayan öğrencisi Platon bilgelik, cesaret, ölçülülük ve   meydana gelen dört erdemin geliştirilmesinin önemini vurgulamıştır. Platon bu erdemlerle, güzellik ve doğruluk gibi bazı ‘biçimleri,’ maddeden oluşan herhangi bir şeyden daha gerçek kabul etti. ‘Refah’ veya ‘başarı’ olarak tercüme edilen eudaimonia’ya ulaşan tek yolun erdem olduğunu düşündü. Sahtekarlık, korkaklık, oburca, şehvetle, ve ölçüsüzce yapılanlar, başkalarına kötü davranmak, bunlar sadece düzensiz ve mutsuz bir kişiliğe neden olur.

Sokrates ve Platon’un hitap ettiği kitleler, genellikle Atina’nın ileri gelen ailelerinden, hevesli ve şımarık olup yetiştirilmesi gereken erkeklerden oluşuyordu. Platon’un insanın erdemliliğinin yetkinliğe ulaştırdığı üzerine teoresi kadınlar için de geçerli miydi? Platon, Aristoteles, ve Stoacıların akademileri sırf erkeklerden oluşuyordu. Zamanın kadınları çoğunlukla eve kapatılıyordu, en azından saygıdeğer görünenler. Yerine getirmekle yükümlü oldukları ev işleri, (genellikle savaşta cesaret olarak anlaşılan) cesaret, veya (eğitim ve evlerinin dışında deneyim sahibi olmadıkları için) bilgelik, veya (cinsel özgürlükleri olmadığı ve içki sofrasına katılmadıkları için) ölçülülük, veya (yetişkin ve hür adamların aralarını bulup yargı dağıtmaları söz konusu olmadığı için) adalet gibi erdemleri göstermelerine engel oluyordu. Platon’un öğrencisi Aristoteles, M.Ö. 4’üncü yüzyılda yazarken adam ve kadınlar için erdemin farklı olduğunu açıkça ifade etmiştir. Kadınlara ayrılan en yüksek erdem itaatti, ona göre muhtemelen başarılarına katkı sağlıyordu.

Aritoteles, deniz biyolojisinden insanların üremesine, siyasal düzenden drama ve belagata, Platon’dan çok daha fazla konu üzerine yazmıştır. Aristoteles, ahlaki erdem oldukları sanılan bazı şeylerin abartılınca yarardan çok zarara yol açacağına dikkat çekti. Fazla cesaret çılgınlık, gereğinden fazla ölçülülük cimrilik ve çilecilikti. Sanırım fazla bilgelik kendine beğenmişlik gibi algılanabilir, ve adalete fanatik bir şekilde kendini adamak, merhamet ve affetme gibi erdeme benzeyen davranışları dışlayabilir. Ama Aristoteles’in ahlak felsefesine ana katkısı mutlu olmak için biraz şansa ihtiyacınız olduğunu iddia etmesidir. Eğer kötü, ilerleyen bir hastalıkla, veya bir savaşın ortasında doğmuşsanız, veya sizi her olanakta engelleyen güçlü düşmanlarınız varsa, başarılı bir hayat şansınız hal böyleyken daha az oluyor. Eudaimonia için sadece erdemlerin uygulanması yetmiyor; arkadaşlara, sağlığa, ve bir gelire ihtiyacınız var.

Epiktetos ve Seneca dahil, Romalı ve Yunan geleneklerinin eğitmen ve yazarları tarafından temsil edilen üçüncü ana felsefe okulu, Stoacılık, dış dünyada meydana gelen olayların insanın refahını etkileyemeyeceği Platoncu görüşe geri döndüler. Dünyanın ilahi takdir ile idare edildiğini düşündüler. Vuku bulan her şey kaderinde vuku bulmak olduğu için bulur ve hepimiz kendi kaderimizi, geçmiş ve geleceğin bizim için belirlediğini kabul etmeliyiz. Olayların başka türlü olması mümkün olmadığına göre, pişmanlık ve vicdan azabı anlamsızdır.

İnsanlığa karşı genel yardımseverliğe izin verilse de, sadece pişmanlık değil, sinirlenmek, acımak, ve aşk gibi bütün duygular ruhun hastalandığı, iyileşmeye ihtiyacı olduğu anlamını taşıyordu. Duygusal tepkilerin, her zaman için bir red mektbu, bir arkadaşın ihaneti, fantastik biriyle tanışmak ya da işkenceye maruz kalmak gibi nesnel olarak iyi ya da kötü olduğu yanılsamasına kapıldığınız dışsal olayları içerdiğini savunuyorlardı Duyguların sadece bedendeki rahatsızlık olup zihnen rahatsızlanmaya yol açtıklarını söylediler. Huzura tekrar kavuşmak için bunun gibi olayların sürekli meydana geldiğini, böyle olmasının kader olduğunu, ve benliğin her saldırıya karşı ayakta durabilecek bir ‘iç kale’ olduğunu hatırlamamız lazım.

Stoacılık, açık bir şekilde gündelik hayattaki tersliklere savunma mekanizmaları sunduğu için bugün bile birçok takipçiye sahip. Özel sorunlara mesafe koymak veya  bakış açısı almak içeren psikoterapik yöntemlerle Stoacılık arasında örtüşen birçok şey var. Ama Stoacılıkta da, psikoterapide de birçok sorun var. Bana göre, bunlardan en büyük olanı, bu yöntemlerin kanıtlanmamış olmasıdır. Duygusal zorluklar çeken kişilerin, bakış açısı teşvik edici terapiden geçtikten ve bir müddet geçtikten sonra, duygusal zorluklar çekip sadece beklemekle yetinen kişilerden daha iyi geçindiklerini gösteren, iyi tasarlanmış ve yöntem bilimsel olarak sıhhatli sayılabilecek  hiçbir deneysel çalışma bulamadım.

Stoacı felsefenin uygulanmasındaki ikinci sorun duyguların hayatı yaşanmaya değer gibi hissetmemizi sağlamasıdır. Duygusuzluk ve motivasyon eksikliği depresyonun en önde gelen belirtilerindendir. Duyguları bastıran ilaçlar kullananlar tarafından sevilmiyor. Güncel bilimsel çalışmalar karar verebilmek için duygulara ihtiyacımızın olduğunu öne sürüyor. Duygusal olmayınca, belirli bir yol haritası takip etmenin lehinde ve aleyhinde bir takım gerekçeler uydurabilir, sonsuza kadar kararsız kalabiliriz. Son olarak, başkalarını acımanın sadece kendinizi üzmeye yaradığı tarzındaki Stoacı tez son derece insaniyetsiz bir görüş.

Antik çağın dördüncü büyük okulu, M.Ö. 3’üncü yüzyılda Atina Epiküros tarafından kuruldu ve M.Ö. 1’inci yüzyılda ‘Şeylerin Doğası Üzerine’ ismindeki önemli didaktik şiirin yazarı Romalı izdeşi Titus Carus Lucretius tarafından benimsendi. Epikürosçuluk başka felsefi okulların hem eudaimonia’ya giden yol, hemde genel düzenlemesi hakkındaki anlatımlarına meydan okudu. Epiküros ve takipçileri, şehrin surları dışında ve etrafı bahçeyle çevrili olan Epiküros’un evinde bir tür komün oluşturmuştu. Epikürosçular yemeklerini birlikte yer, bilim ve ahlak tartışır, ve sohbet ederlerdi. Kadınlar da bu tarikata üye olabiliyor, başarıları adamlarınkinden farklı bir şekilde anlaşılmıyordu. Epiküros felsefe ve cinsel hayatı birleştiren evlilik dışı ilişkileriyle ünlüydü.

Platon, Aristoteles, ve Stoacıların her biri, sistemlerinde, dünyanın yaratıcısı veya yöneticileri olarak, tanrı veya tanrısal akıllara yer bıraktılar. Ve farklı yönlerde de olsa, hepsi maddenin, tek başına ölü, aldatıcı, ve şekilsiz bir yığın olmaktan başka hiçbir nitelik taşımadığı konusunda hemfikirdiler. Platon’un biçimleri, Aristoteles’in ruhları, ya da Stoacılar’ın dünyayı yaşatan pneuma’sı gibi ilahi varlıklar, yaşam, düşünce ve doğadaki değişkenliği açıklayabilmek için ileri sürülmek zorundaydı.

Aksine Epiküros bir materyalistti. Varlığın, yok edilmesi imkansız olan atomlardan oluştuğunu, yani gözle görülemeyen, farklı şekil ve boyutlardan oluşan, renksiz, kokusuz, tatsız ve sessiz, aralarında boşluk olan, küçük ve hareketli parçacıklardan ibaret olduğunu iddia etti. Bunlar, bir araya gelerek, düşünce ve algı dahil, doğa ve fenomenlerini meydana getiriyordu. İlk başta tesadüfen birleşen ve büyüyerek sabit bileşik halini alan atomlar, dünyayı kendi başlarına biçimlendirmişti. Eğer tanrılar varsa, onlar da atomlardan oluşuyordu. Fakat dünyada veya gökte, hatta tarihte veya herhangi birinin özel hayatında olup biteni açıklamak için tanrılara başvurma ihtiyacı yoktu. Ruh da atomlardan oluşuyordu. Ölünce havada dağıldığı için ölümsüzlük de, dirilmek de, ruh göçü de yoktu.

Epikürosçu doğa kuramının ahlaki vargıları vardı. Dua faydasızdı, din adamlarının anlattıkları önemsizdi ve kötüler için cehennem yoktu. Eudaimonia basitçe hazzın acı üzerinde egemen olduğu yaşamdı. Bu da ihtiyatlı olmayı, haz verdiği zannedilenle gerçekten haz verici uğraşları birbirlerinden ayırt etme yetisine sahip olmayı gerektiriyordu.

Stoacıların, başkalarının onayı, iyi niyeti ve yardımına ihtiyacı olmayan insan tasvirlerine karşı, Epikürosçuların sabırları yoktu. Zihnin kendi başına duyguları bastırılabileceğinden, ya da bastırılmaya çalışılması gerektiğinden şüpheliydiler. Mutlu olmak için dış dünyadaki olaylarla ve başkalarıyla iligilenmemiz gerektiği konusunda ısrar ettiler. İşler ters gidince acı çekeriz, ve bunun için yeterli zaman ve oyalanmak dışında çare yoktur. Bu yüzden en sık rastlanan dış nedenlerin farkında olup, aksilik çıkmadan bunlardan kaçınmamız gerekir. Gelecek önceden belirlenmediğine ve insaların hür iradeye sahip olduklarına göre, bu da mümkün.

Siyasi güç ve servet hırsı hemen hemen her zaman kaygı ve hayal kırıklığına neden olur. Sosyologlara göre genellikle karşılıksız kalan aşk da öyle. Bu yüzden tuzağa düşmemeye ya da kıstırılıp kalmamaya dikkat etmelisiniz! (Kafaya taktığınız kişiyi unutmak için Epikür’e göre iletişimi tamamen kesmek, Lucretius’a göreyse sokaktan geçen herhangi biriyle oyalanmak yardımcı olabilir.) Istırap çektiren hastalıkların çoğundan, ihtiyatlı davranarak ve doğru yiyecek ve içecekleri seçerek kaçınılabilir. Çabalarımıza rağmen mağruz kaldığımız hastalıklarda, şiddetli ağrılar kısa ömürlü ve uzun ömürlü ağrılarsa daha hafiftir.

Epikürosçular, sadece hazları çoğaltmak yerine,  “seçim ve kaçınma” yetersizliğinden kaynaklanan acıları azaltmaya odaklandılar. Araçsız sezginin, neyin yararlı ve de neyin zararlı olacağını konusunda  güvenilir olmadığını biliyorlardı. Uzun vadede bağımlılık ve sağlık sorunlarından kaçınabilmek için bazen canımızın çektiği yiyecek ve içecekleri feda etmeli; rezil olma, öfke, toplumsal ya da maddi zarardan kaçınabilmek için ise bazı cinsel arzuları tatmin etme fırsatlarını gözden çıkarmalıyız. Ancak yoksulluk ve yoksunluğun birer erdem değildir ve kimse acı çekmeyi hak etmez. Bir amaç uğruna şehit düşmek anlamsızdır ve hata yapanlar sadece caydırıcı nedenlerden dolayı cezalandırılabilir; eğer ceza işe yaramıyorsa, ceza vermek ahlaki açıdan yanlıştır.

Peki bu hayattan başka hayat olmadığına göre, ve bilgelik, ölçülülük ve adalet sadece atomlardan oluşan zihinlerde soyut fikirlerse, neden ahlaklı olalım?

Epikürosçuların bu soruya iki cevabı vardı. İlk olarak geleneksel erdemlerin tersi olan  aptallık, korkaklık, zevk-ü sefa düşkünlüğü ve haksızlık gibi vasıfların çevremizdekiler tarafından hoşça karşılanmamasıdır. Yani bunları alışkanlık haline getirirsen kendimizi toplumdan dışlanmış bazen de devlet tarafından cezalandırılmış olarak buluruz. Böylece ahlakın gerektirdiklerine uyamama acıya neden olur.

Öbür cevap, sahtekarlık, ölçüsüzlük, ve diğer erdemsizliklerle başkalarına zarar vermeden tamamen keyifli bir hayat sürmenin mümkün olduğuydu. Zararsız hazların kaynağı etrafımızda: duyu algısının müzikten zevk almasında, yemek, manzara ve sanat eserlerinde, ve Epiküros’a göre özellikle doğa ve toplum hakkında bilgi sahibi olup dostlarla sohbet etmekteydi. Sağladıkları çıkarlar için değil de sahip oldukları erdemlere göre arkadaş seçmemiz gerektiğini düşünen Aristoteles’in aksine, Epiküros arkadaşların bizim gibi düşünen, bizimle ayni şeylerden hoşlanan kişiler olduğunu düşündü.

Sadece birkaç kişi varoşda felsefe tarikatlarına yatılı olarak katılmak istese de, günlük hayata Epikürosçu bakış açısı kişisel değer taşıyabilir.

Epikürosçu öğretilerin güncel bağlamda yeniden düşünülebilmesi için ilk adım, Epikürosçuların gerçek iyi olarak görmedikleri güç, saygı ve maddi kazanç uğruna yarışmanın, bugünün toplumsal hayatının her safhasına nüfuz ettiğini kabul etmemiz olur. Terfi ve daha iyi bir maaş almak, en iyi ortalama, sınav sonuçları ve üniversitelerde yer için, meslektaşlarımızdan onay ve takdir görmek için, güzellik ve sosyal konum açısından en iyi eş için çabalamaya teşvik ediliyoruz. New York metrosundaki reklamlar beni diploma sahibi olmaya, inşaatlara yatırım yapmaya, kazançlı davalar başlatıp kazanmaya, yüz ve vücudumu düzeltmeye teşvik ediyor. Parlak kağıda basılmış mezunlar dergisi, fakültelerin patenti çıkarılabilir bir şeyler bulan veya icat eden ya da o yolda olan üyelerini övüyor, reklamları birikimimi büyük firmalara yatırmaya ve daha fazla varlık edinmeye teşvik ediyor. İnternet sitelerinde ve havalimanında en iyi satan kişisel gelişim kitapları, başkalarına kabadayılık taslayabileceğimiz, bütün kararlardan sorumlu olabileceğimiz bir makamı, kalıcı aşkı bulmamıza engel olan davranışlarımızı ezmeyi vadediyor.

Çağdaş hayat, başarı odaklı olmasının yanında, özel yataklar ve bambu elyafından yapılan çoraplar gibi rahatlık ve zevk vadeden şeylerin pasifçe tüketilmesine odaklanıyor. Biz kadınlar, iş dünyasının önyargıları ve engellerinden sığınıp huzur bulabilmek için ıslak tatlılar yiyip, karmaşık kokteyller içmeye, parfümlenmiş kremler, iksirler, mumlar ve ağda, masaj ve spa merkezlerinde kişisel hizmet görmeye özendiriliyoruz.

Herkes katılacaktır; biriktirici, rekabetçi, lüks meraklısı toplum bize güzellik ve kullanışlılık, sıcak ve soğuk akan su, şiddetli acı ve sakatlanmalardan kurtaracak yeni ilaçlar, iletişim ve eğlence için şahane cihazlar, ve mevsim dışı kuşkonmaz ve çilekleri getirdi. Uçakları, yürüyen merdivenleri, sinemayı, ve daha birçok şeyi ekleyebiliriz. Ama çoğunlukla hayırseverlikten değil, hırs ve maddi kazanç elde etmek için sarf edilen ve dünyayı değiştiren yoğun çabalar, bize savaşı ve nüfus israfını, çalışan kadın ve adamların sömürülmesini, fakirlik ve yoksunluğu, doğanın tahribatını da getirdi.

Şöhret ve varlık yarışı, yarar ve zararları bir bütün olarak etkilemez. Bazılarının zengin, güçlü ve ünlü olduğu yerde, diğerlerinin fakir, itaatkar ve ihmal edilmiş olması gerekir. Eğer para ve şöhret insanları gerçekten mutlu etseydi, modern hayattaki arzu ve alışkanlıklarımızı gözden geçirmemiz yeterli olurdu. Ama başarı ya da birikmiş dünya malıyla, güzelce sunulmuş yapmacık süslerle, aldatıcı bir şekilde bu hayattan sığınak olacak huzurlu ve rahatlatıcı yeni bir dünya vaatleriyle, hoşnut kalacağımız iyi bir hayatın yaşanamayacağına dair deliller var.

Terfi alan, maaşı yükseltilen, olumlu bir şekilde farkedilen, burs ve ödül kazanan, veya bir yere davet edilen herkesin katılacağı gibi bunlar haz verici şeylerdir. Ortaya koyduğumuz kişiliğin başkaları tarafından onay görmesine ihtiyaç duymamız akıl yapımızın ayrılmaz bir parçası olarak görünüyor. Ancak ayni şekilde herkes katılacaktır ki; iki grubun da geçici hazlar içermesine rağmen, farkedilmek, onay görmek, ve ödüllendirilmenin verdiği haz, başka biriyle gerçek bir uyum içinde olduğumuzu hissetdiğimiz veya kendimizden başka bir şeye kendimizi kaptırdığımız, mutluluktan sarhoş olduğumuz anlardan farklıdır. Bazı işletmecilerin zannettiğinin tersine, dışarıdan gelen ödüllerin özellikle motive eden bir yanı yoktur. Yapılması gereken bir iş, çalışma masasında, oyun alanında, dükkanda, atölyede veya inşaat alanında da olsa, yapılması için gereken motivasyon ve bir insanın kendisini bu işe adama isteği, sadece bir işin verdiği hazdan kaynaklanabilir.

Epiküros öğrenme, doğa ve toplum hakkında kafa yormanın verdiği zevkler üzerinde durdu, Lucretius ise insanları farklı kılan özelliklerinin yaratıcılıkları ve el becerileri olduğuna dikkat çekti. İnsanlar bir şeyleri anlamaktan, bir makineyi çalıştırmayı becermekten,  ya da kendileri ve başkaları adına, bazı şeylerin sırf daha güzel görünmesinden, kulağa daha iyi gelmesi ve daha lezzeli olmasından zevk alır. Gerçek haz, deneyim ve beceri gerektiren, duyu organlarımız aracılığıyla zevk veren, ve odaklanmamızı sağlayan aktivitelerden kaynaklanır. Ellerimizin küçük şeyleri hız ve keskin bir şekilde kullanabilme yetisi insanlara mahsustur. Renk ve biçimlerdeki güzellikleri takdir edebilmemizle birlikte, bu yeti, insanların yaptığı en iyi şeyler olan sanat ve bilim dallarına katkıda bulunur. 

Medeni hayatın trajedilerinden biri, çoğu mesleğin ustalık ve sanatkarlık gerektirmemesidir. Buna rağmen, kültür bakımından tamamen yoksunluk içinde yaşamayan her insan bu yetileri uyandırabilir. Geleneksel olarak çocukluğun yaygın etkinlikleri kendi adlarına yapılan şeylerdi: el sanatları ve bulmacalar, hayvanlar, tarih, uzak yerler ve gelecek hakkında okumak, dışarıyı keşfetme, yetişkin ve küçük çocuklara yardım etme gibi. Bunların yetişkinler için olan karşılığı ise, mutfakta, dikiş odasında, garajda ve atölyelerde, kütüphanelerde ve konuşma verilen salonlarda bulunabilir. Çömlekçilik, takılar, örülmüş, işlenmiş ve elle dikilmiş şeyler yapmak, evde bozulan herhangi bir şeyi tamir etmek, insanlar için engin bir tatminlik kaynağıdır. Bunları yapınca, eller, gözler ve zihin, maddi dünyayla ilişki kurar ve sizin kendi zevk ve yargı gücünüz çıkacak olan sonucu belirler. Cannes film festivalinde ödül kazanmanıza gerek yok.

Onlarca yıl süren araştırmalar sonucu, birikmiş servetin belirli bir sınırın ötesinde hayattan tatmin oluşa katkı sağlamadığı ortaya çıktı. Dünyevi başarı elde ettikten sonra yaşlananlar, genellikle çocuklarını yetiştirmenin ve başkalarıyla vakit geçirmenin iş hayatlarındaki başarılarından daha tatmin edici olduğunu söylüyorlar. Ama mutluluk üzerine araştırma yapanların buluşları, beslenme uzmanlarının araştırmalarıyla şu kaderi paylaşıyor: doğru olarak kabul edilmelerine rağmen, kimseyi isteklendiremiyor.

İnsanlar prensipte ne yiyip yememeleri gerektiğini biliyorlar. Eğer şu soruyu sorsaydık: Sizin için hangisi daha iyidir: meyveler, sebzeler, tahıllar ve ölçülüce tüketilen hayvansal protein mi? Yoksa kekler, kurabiyeler, hazır yemekler, fast food ve şekerli sodalar mı? büyük ihtimal hemen hemen herkes doğru cevabı verirdi. Eğer bunu sorsaydık: Hangisi daha iyi bir hayatın temelidir: arkadaşlıklar, kendi idareniz altında yaratıcı etkinlikler, araştırma, öğrenme, lezzetli yemek, ferahlatıcı içecek ve doğaya yakın olmak mı? Yoksa mevki, söz sahibi olmak, para ve satın alabileceğimiz kadar ürün ve hizmet mi? insanların çoğu buna da doğru cevabı verirdi.

Hakikatı benimsemek ve gerçeklere göre davranmak neden bu kadar zor? Beslenme konusunda, propagandasıyla, çekici ve özendirici görüntüleriyle birlikte, yaygın kültürle çatışmak zorundasınız. Kişisel sağlığınız için de aynı şey geçerli.

Çoğumuzun sahip olduğu merak ve satın alma arzusuna rağmen, anlamsız tüketim tarafından cezbedilmeden sakınmak için Epikürosçu bir strateji alışveriş için dışarı çıktığımızda müzeye gidiyormuş gibi davranmak olabilir. Satın almak istediğiniz her şeyi, süslü ambalajlarını inceleyebilir, simgesel ve büyülü bir şekilde vadettikleri umut ve korkular hakkında düşünebilirsiniz. Sıkıcı evlilikleri ve acınası yalnızlıkları daha eğlenceli kılan yataklar, sonsuz gençlik vadeden kremler var. Bunlara bakmaktan ve bunları tutmaktan zevk alabilirsiniz, satın alın biriktirmeye gerek yok.

Felsefenin değeri, tipik olarak, alışılageldik ve toplum üzerinde etkisi olan fikirlere karşı çıkmasıdır. Felsefe, iyi yapıldığı zaman, bunları daha zor, hoşa gitmeyen, ama daha iyi fikirlerle değiştirmeye çalışır. Epikürosçu felsefe, maddesel, sürekli evrim içinde olan, adil ve cömert tanrısı olmayan bir dünya, zorbalık ve sahtekarlıklarla dolu, uzun bir insan tarihi tasviri sunar. Eleştirmenleri bunu fazla sert görmüş, ve Epikürosçuluk ‘kaba maddecilik’, ‘indirgemecilik’, titiz ve rahatına düşkün hazcılık ile ilişkilendirilmiş. Bu ilişkilendirmeyi sadece orijinal Epikürosçu metinlere dönerek düzeltebiliriz. Kendimizi küçük görmek yerine, Epiküros’un geniş ve tarafsız tutumu bize kendi durumumuz ve yeteneklerimiz hakkında ışık tutabilir. Her iyi felsefe gibi, ‘şeylerin doğasını’ ve işlerin aslında nasıl yürüdüğünü kavrayıp, karar ve davranışlarımızın bu bilgilerden beslenmesini teşvik eder.

Catherine Wilson- “How to be an Epicurean”, (Erişim Tarihi: 28.06.2020), Erişim Kaynağı: https://aeon.co/essays/forget-plato-aristotle-and-the-stoics-try-being-epicurean

Çevirmen: Taha Gökçebağ

Çeviri Editörü: Talha Gülmez

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kadınların Özgürlüğünü Geri Verin! – Livia Gershon

Sonraki Gönderi

Evrenin Nedensiz Başlangıcının Metafiziksel Zorunluluğuna İlişkin George Nakhnikian’a Bir Cevap – Quentin Smith

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü