Kitap Analizi: Hans Reichenbach, Fizik Felsefesi’ne Giriş / İstanbul Konferansları – Taner Beyter

//
1282 Okunma
Okunma süresi: 19 Dakika
  • Kitap Başlığı: Fizik Felsefesine Giriş: İstanbul Konferansları
  • Yazar: Hans Reichenbach
  • Çevirmenler: Halil Vahbi Eralp & Nusret Hızır
  • Derleyen ve Yayına Hazırlayanlar: Remzi Demir & İnan Kalaycıoğulları
  • Kitabevi: Fol Yayınları
  • Sayfa Sayısı: 128
  • Cilt Tipi: Karton Kapak
  • Sayfa Boyutu (cm2): 13.5 x 21
  • ISBN: 9786254442063
  • Piyasaya Çıkış Tarihi: 09.10.2020

İncelemeye Başlamadan Önce

Hans Reichenbach 1891 yılında Hamburg’da doğmuş olan ünlü bir neopozitivist ve analitik filozoftur. Hayatının bir döneminde mühendislik yapmış daha sonra ise arkadaşı olan Albert Einstein’ın derslerine katılmıştır. Hayatının ilerleyen dönemlerinde felsefeye ilgi duyan filozof mantık, tümevarım, olasılık, determinizm, zaman felsefesi ve bilim felsefesi gibi alanlarla ilgilenerek oldukça önemli yayınlar kaleme almıştır. Yahudi kökenli olduğu iddiası ile Nazilerin baskısına maruz kalmış ve 1933 yılında Türkiye’ye iltica etmiştir. İncelemeye başlayacağımız bu kitap, İstanbul’da kaleme aldığı metinler ve yaptığı yayınlardan oluşması itibariyle bizim için oldukça eşsiz bir öneme sahiptir. İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladıktan sonra felsefe tarihi, bilim felsefesi ve sembolik mantık dersleri verdiğini biliyoruz. Bu dönemde ülkemizde bulunması Viyana Çevresi geleneği ve neopozitivizmin, ülkemizde tanınması ve kendine yer bulması için biricik bir fırsattı. Öyle ki bu neopozitivist geleneğin felsefi yaklaşımı, Reichenbach’ın öğrenci ve takipçileri olan H. Vehbi Eralp, Nusret Hızır, Cemal Yıldırım, Hüseyin Batuhan ve Teo Grünberg gibi değerli felsefecilerce bir şekilde yaşatılmış ve ülkemiz akademisine tanıtılmıştır. İlerleyen yıllarda felsefi ve entelektüel olarak hayal kırıklığına uğradığını düşündüğümüz Reichenbach ABD’ye göç ederek çalışmalarına orada devam etmiş ve 1953 yılında Los Angeles’ta hayata sözlerini yummuştur. Böylesi değerli bir filozofun İstanbul’a gelmesi ve entelektüel iklimimize etki etmesi apayrı bir çalışma konusudur. Reichenbach bilim ve felsefe arasındaki ilişkinin, edebiyat ve felsefe arasındaki ilişkiden çok daha derin bağlara sahip olduğunu düşünüyordu. Özellikle bilim felsefesi alanında çalışma yapan araştırmacılar için kendisi hala önemli bir isimdir.

Hans Reichenbach

Günümüzde, bazı felsefeciler ve postmodernizme eğilimli düşünürler için ucuz bilim karşıtlığının dayanılmaz bir çekiciliği vardır. Yaygın bir davranış eğilimine bakacak olursak, eğer bilime yönelik oldukça şüpheci bir pozisyonda durmak istiyorsanız ilk kural hiç şüphesiz, pozitivizm ve neopozitivizme yönelik eleştiriler getirmektir. Bu bahsettiğimiz yazılı olmayan kural, artık yalnızca akademilerde değil ne yazık ki okuryazar entelektüel kitle arasında da kendine epey bir yer bulmuş gibi görünüyor. Öyle ki bilim karşıtlığı artık birçok kişi için aynı zamanda pozitivizm karşıtlığı anlamına geliyor. Ancak burada ciddi bir sorun var, bu sorunu 4 başlıkta ele almak istiyorum.

  1. Öncelikle, bilimi eleştirmek niyetiyle neopozitivizmi eleştirenlerin büyük bir çoğunluğu, zihin dünyalarında inşa ettikleri neopozitivizm tasarımı üzerinden hareket ediyor gibi görünüyor. Sözünü ettiğimiz eleştirmenlerin çok azı neopozitivist filozofların metinlerine doğrudan atıf yapıyor ya da birincil metinlerden besleniyor.
  2. Diğer yandan neopozitivizme getirilebilecek haklı eleştirilerin neden fizik biliminin güvenilir bulgularından şüphe etmemizi gerektireceği konusunda çoğu eleştirmen ve postmodernist makul bir yanıt vermemekte hatta bazen bu hususu görmezden gelmektedirler.
  3. Analitik felsefe geleneğinde oldukça önemli bir kırılma noktasını temsil eden neopozitivizmi günümüzde kapsamlı bir pozisyonda savunan neredeyse hiçbir filozof olmamasına rağmen neden hala günümüz felsefesinde neopozitivizm eleştirisi yapılıyor? Daha doğrusu bu eleştiriler tam olarak neye veya kimlere yöneliktir? Eğer Analitik felsefe geleneğine yönelik ise, neopozitivizm bu gelenek içerisinde bir dönem çok ses getirmiş ancak daha sonraki yıllarda yerini başka eğilimlere bırakmıştır. Bu sebeple Analitik filozoflar ne her şeyi dil analizine indirgemek ile ne de her şeyi bilimsel olarak ele almakla “suçlanabilir”. Çünkü Analitik felsefe (veya Anglosakson felsefe) geleneği içerisindeki bu iki farklı yaklaşım, bir dönem oldukça etkili olmasına rağmen günümüzdeki tüm geleneği temsil etmemektedirler. Günümüzde birbirinden oldukça farklı eğilim ve pozisyonlarda olan yaklaşımlar mevcut. Bu nedenle neopozitivizm eleştirisi yapmak tek başına, ne bilim ne bilimsel felsefe ne de analitik felsefe eleştirisidir; neopozitivizm eleştirisi yapmak yalnızca neopozitivizm eleştirisi yapmaktır. Günümüzde bu eleştiriyi yapmanın, akademik olarak felsefe tarihi araştırmasına yönelik içkin bir değeri olduğunu ise görmezden gelmiyoruz.
  4. Her şeyden öte neopozitivizmin temsil ettiği ilkelerin tam olarak hangi yaklaşım ve ekollere bir tepki niteliği taşıdığı görmezden gelinirse, bütünlüklü bir bakış elde etmek imkânsız hale gelir.

İnceleme yazımızı okurken lütfen bu hususları aklınızda bulundurun.

İnceleyeceğimiz kitap şu bölümlerden oluşuyor:

  • Sunuş: Remzi Demir & İnan Kalaycıoğulları
  • 1: Felsefe ve Doğa Bilimler
  • 2: Doğa Yasası Meselesi
  • 3: Descartes ve Rasyonalizm
  • 4: Hume ve Duyumculuk
  • 5: Kant ve Eleştirel Felsefe
  • 6: Nedensellik ve Tümevarım
  • 7: Modern Fiziğin Felsefi Anlamı
  • Ek: Bilim Felsefesinin Türkiye’ye Girişi ve Hans Reichenbach (Remzi Demir)

1: Felsefe ve Doğa Bilimler

Filozofumuz bu bölümde başlıktan da anlaşılacağı üzere, bilim ve felsefe arasındaki ilişkinin köklerine yönelik analizler yaparak, bu köklerin oldukça derin ve sağlam olduğunu ifade etmektedir. Böylesi bir analiz için örnek olarak ise Einstein’ın Görelilik Kuramı’na işaret ederek matematiksel fizikteki bu türden geniş kapsamlı bir kuramın ortaya atılması ile bu kuramın epistemik çözümlemesini felsefenin “yapabilmesi” dikkat değer bir husustur. Ancak böylesi bir girişim için öncelikle bilim (doğa bilimleri) ile ne kast edildiği açıklanmalıdır.

Bilimler içerisinde her zaman özel bir yeri olmuş olan matematik, bir şekilde hep mantık ile ilişkili olagelmiştir. Matematik ve mantık arasındaki ilişki, bilim ve felsefe arasındaki ilişkinin, tarihsel olarak da gözlenebilir parçasını temsil etmektedir. Reichenbach da bunun farkında olarak Kümeler Kuramı ve matematiksel hesaplamaların mantıksal temellendirilmesi gibi alanların öneminden söz etmektedir. Mantık tarihi, bir yönüyle matematik bir yönüyle felsefe bir yönüyle de bilim tarihi ile paraleldir. Bunun farkında olan Reichenbach, bu bölümde mantığın yolculuğunu Aristoteles’ten itibaren izleyerek kendi yaklaşımına tarihsel bir zemin kurmaktadır. Mantık tarihi eski matematikçilerin kesinliğini yeterli bulmayan yeni matematikçilerin yeni kesinlikler bulmasıyla bir arayış yolculuğudur. Bu arayış zaman içerisinde epistemoloji ve dönemin bilimsel dilini de etkilemiş ve eski bilimsel kavramlar yerini yeni bilimsel kavramlara bırakmıştır. Böylesi bir çerçeve, tarihsel izlekte günümüze dek uzanarak Görelilik Kuramı’nın sonuçlarının fizik ve matematiksel sonuçlarıyla da ilgilidir. Bu sonuçlar yüzümüzü, mantığın en temel kavramları olan kesinliklerden olasılıklara doğru çevirmemizi de sağlamıştır. Bilindiği üzere Reichenbach, bu fikirleri doğrultusunda olasılık kavramına çok önem vermiş ve felsefi yaklaşımında ona özel bir yer ayırmıştır.

Özel Görelilik yalnızca matematik, mantık, geometri değil metafiziğin vazgeçilmezi olan zaman felsefesi anlamında da önemlidir. Aristoteles’ten beri neliği üzerine kafa yorduğumuz zaman kavramı, artık Özel Görelilik sayesinden bilimsel olarak da yeni bakış açılarıyla ele alınabilmektedir. Günümüzün çağdaş bilim ve felsefesi açısından da zaman felsefesi bilim ile felsefe arasındaki sınırın en silik olduğu alanlardan biridir. Reichenbach bunun ilk farkına varan filozoflardan biri olabilir. Zaman üzerine bir çözümleme içerisine girenlerin çalışmaları ne tek başına felsefi ne de bilimseldir.

Dönemi için şok edici bir etkiye sahip olan Kuantum Kuramı da Reichenbach’ın ilgisini çekmiştir. Bilhassa nedensellik konusunda bakış açımız artık eskinin metafizik yöntemi ile yeterince anlaşılamamış olacaktır ki, çoğu entelektüel bu kuramın sıra dışı nedensellik yaklaşımıyla ilgilenmiştir. Bakın filozofumuz ne diyor:

En yeni fizikte yapılan kılı kırk yarıcı bilgi kuramı eleştirileri, nedensellik fikrinin zorunlu bir felsefe davası olmayıp, insanların gerek günlük hayatta gerekse bilimde binlerce seneden beri topladıkları umumi mahiyetteki tecrübelerin genelleştirilmesi olduğunu göstermiştir. Bu nedenle nedensellik ilkesi, bir felsefi aksiyom olarak değil, ancak gayet genel mahiyette bir doğa yasası olarak kabul edilmelidir. Sonuç olarak bu ilkenin de bütün doğa yasalarının maruz oldukları değişikliklere tabi olması ve mutlak geçerliliğinin günün birinde göreli geçerliliğe dönüşmesi, yeni bugün bu yasanın bir yaklaşıklık yasası olduğunun kabul edilmesi gerekir. (s.21)

Bu cümleler katı determinizm ilkesinin yerini olasılıkçılığa bırakmak üzere olduğunun ayak sesleridir. Böylesi bir geçişin sonuçları günümüzde hem bilimsel hem de felsefi olarak muazzam olacaktır.

Yazar bu bölümde, Darwin’in Evrim Kuramı’ndan da söz ediyor. Bu bilimsel yaklaşımdan söz edilmesi değerlidir; çünkü biyoloji felsefesi de yeni bir alan olarak kendini iyice göstermeye başlamış gibi görünüyor. Reichenbach bu bölümde, felsefe tarihi ile ilgili birçok başka örnek vererek de bilim ve felsefe arasındaki derin ilişkiye odaklanarak bilimsel felsefenin önemine işaret etmektedir.

2: Doğa Yasası Meselesi

Yazarın da belirttiği üzere doğa yasası konusunda İlkçağ Felsefesi’nden günümüze dek uzanan bir tartışma vardır. Bu konu zaman zaman kader denilen şey ile nedensellik mefhumu arasında ele alınmıştır. Ancak modern döneme yaklaştığımızda ise çoğunlukla nedensellik çerçevesinde ele alınmıştır. Özellikle fizik biliminin gelişimi, nedenselliğe dair bakışımızı değiştirdiği için doğa yasası meselesi büyük oranda bu bilim dalı ile beraber ele alınmaya başlanmıştır. Reichenbach  özellikle termodinamikteki gelişmeler ile nedensellik kavramını sorgular hale geldiğimizi iddia ediyor. Reichenbach’ın da üzerinde dikkatle durduğu ve bilim felsefesi yaklaşımında da bir hayli önemli olan “olasılık” kavramının, bu fizik alanındaki gelişmeler ile beraber daha çok dikkat çekmeye başladığı görülüyor. Bilim insanları bir olgu durumunun “imkansızlığından” ziyade, “olasılık-dışılığı” üzerinde durmaya başladığında, bu kavrayışımızdaki değişimin kendisine de işaret ediyordu. Böylesi bir değişim, yani olasılıkçı kavrayış; katı determinizm veya katı neden-sonuçculuk yerine istatistik yaslarına gözlerimizi çevirmemiz gerektiğini bize öğretti diyebiliriz. Ancak çoğu bilim tarihçisinin bildiği üzere biyoloji bilimi de Darwin ve çağdaşlarının etkisiyle hatırı sayılır bir gelişim göstermiştir; böylece nedensellik derken biyolojik nedensellik konusu da tartışma havuzumuza bir şekilde dahil olmuştur diyebiliriz. 

Bu bölümün ilerleyen sayfalarında Reichenbach’ın bilime ve bilim felsefesine duyduğu güvenin en açık ifadesi ile karşılaşıyorsunuz:

Doğanın doğruyu söyleyen tefsirinin yolu, bilimin şimdiki yöntemleri ile sık bir temas sonucunda çizilmelidir; hayali şair-filozoflara bırakalım ve bilim felsefe binasını, bilimle uğraşmanın verdiği gerçekler üzerine kuralım. (s.32)

“Hayali şair-filozoflara bırakalım” ifadesi büyük ihtimalle Bergson ve Heidegger gibi isimlere bir tür gönderme olmalıdır. Kendisinin, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan Bergson’un kitaplarını Edebiyat Bölümü’ne taşıttığı yönünde akademik bir dedikodu uzun zamandır dillendiriliyor. Diğer yandan kanıtlayamayacağımız bir şekilde bu ifade; Heidegger gibi bilime “şüpheci” yaklaştığını iddia edebileceğimiz ve şairlerin metinlerini inceleyerek onlara “varlığın çobanı” yakıştırmasını uygun gören filozoflara yönelik de olabilir.

Söylemeden edemeyeceğiz; bu bölümde Reichenbach’ın olasılık üzerine yaklaşımını temellendirmek için Heisenberg Belirsizlik İlkesi gibi fiziksel kanunlardan yola çıkması bir hayli dikkat çekici. Diğer yandan tümevarım mantığının bilim pratiği içerisindeki önemi de bu bölümde göze çarpan bir diğer husus.

3. Descartes ve Rasyonalizm

Reichenbach bu bölüme başlarken bilim ve felsefe arasındaki ilişkiye değinerek, günümüz bilim pratiğinin ilerleyişi sonucunda felsefe ile arasında makasın açılmasına dikkat çekmektedir. Ne yazık ki bu çok doğru bir tespit gibi duruyor; bilimsel alanlarda uzmanlaşan kimi araştırmacılar ile felsefeciler arasındaki makas; eski dönemlere göre bir derece daha açık gibi görünüyor. (Quine’ın da dikkatini çekecek olan bu konu, bilim ile felsefe arasında yeni bütünleşme arayışında ona bir motivasyon olmuş gibi duruyor. Bilindiği gibi Quine, epistemolojinin uygulamalı psikolojinin bir alt dalı olduğunu/olması gerektiğini iddia ediyordu.) Reichenbach’ın bu konuda felsefecilerde kabahat bulması ve bilginin doğası ile ilgilenen felsefecilerin nasıl olur da bilime bu kadar yabancı kaldıklarını sorması, oldukça değerli bir özeleştiri niteliği taşıyor. Filozofumuz bu yaklaşım çerçevesinde bilimsel felsefe inşa etmemizin önemine vurgu yaparak ilerleyen bölümlere görüleceği üzere Descartes, Hume ve Kant’ı ele almaktadır.

Gözlemin önemi! Bilim tarihinde de görüleceği üzere rahmetli Osman Gürpınar hocamın dile getirdiği bir ifade vardı: “gözlem çoğunlukla pasif deneydir.” Bilimsel felsefe konu bahsimiz ise, yüzümüzü bilim tarihine dönerek Galilei ve Gassendi gibi örnekler ile gözlemin bilimsel gücünü kavrayabiliriz: Reichenbach’ın bu bölümde yaptığı da tam olarak budur. Ancak gözlem tek başına yeterli değil, matematik de Reichenbach için bir o kadar önemlidir. İşte bu iki husus, yani gözlemin gücü ve matematiğin imkânı, empirist ve rasyonalizm felsefenin doğasını anlamamıza da yardımcı olabilir. Bir bilimsel kuram doğrulandığında bu deney ve gözlemin mi yoksa matematiksel/teorik çerçevenin mi zaferi olur? Reichenbach bu soruyu örtük bir biçimde sorarak bilimin metodolojik doğasını daha iyi kavramamızın önemine işaret ediyor gibi görünüyor. O halde bu soru bizi, Descartes’e yani analitik geometri ve matematik gibi alanlarda oldukça önemli bir filozofun kapısını çalmaya zorlar. Diğer yandan bu soruşturma bizi bilginin doğasını, yani felsefe ve bilim için merkezi önem taşıyan epistemolojiye ve bu modern epistemoloji için önemli bir filozof olan Descartes’ı daha iyi anlamamızı gerektirir. Reichenbach da tam olarak bunu yapıyor: Descartes’den söz ettikten sonra diğer Rasyonalist filozoflar olan Spinoza ve Leibniz ile Husserl’den bahis açıyor.

4. Hume ve Duyumculuk

Bu bölümde bilimsel metodoloji üzerinde duran Reichenbach, özellikle tümevarımın doğasını anlamaya çalışıyor. Bacon’dan başlayarak Hobbes ve Locke’un fikirleri ele alındıktan sonra, tümevarım yönteminin deneysel gözlemlerimizin genellenmesi olarak anlaşıldığı geçmiş bilimsel yaklaşımın kavrayış biçimine işaret ediliyor. Elbette bu türden bir soruşturma deneyci/empirik filozofların fikirlerinin izini sürmeyi gerektiriyor. Bu yolculuk bizi ister istemez David Hume’a götürecektir, Reichenbach bu nedenle Hume’un fikirlerini ayrıntılı olarak inceliyor.

Bu bölümde tümevarımsal yöntemin yanı sıra, duyu verilerimizin güvenilirliği, matematiksel önermelerin doğası, kesinlik ilkesi ve nedensellik gibi başlıklar yer alıyor. Ancak Reichenbach’ın da ifade ettiği gibi Hume çok önemli problemlere işaret etmiş ancak bu problemleri çözmemiştir. Bu problemlerin daha ayrıntılı ve kimileri için makul çözümü için Kant’ı beklememiz gerekiyordu; bu nedenle bir diğer bölüm Kant’ın fikirlerini ele almaktadır.

5. Kant Ve Eleştirel Felsefe

Deneysel yöntem ile gözlem verileri arasındaki ilişkiyi inceleyen matematiksel/rasyonel bir bütün olarak bilimsel felsefenin temelini oluşturuyor gibi görünüyor. Ancak bu iki yaklaşım bir diğer açıdan birbirine zıt temellere de sahip gibi görünüyor. Felsefe tarihinde Duyumculuk ve Rasyonalizm tartışması bunun en bilindik örneğidir. Bu türden felsefi bir gerilimin kısmen de olsa çözülmesinde Kant’ın etkisi büyüktür. İlgilendiği alanlar itibariyle Rasyonalist fikirlerle meşgul iken kendi ünlü sözü ile David Hume tarafından dogmatik uykusundan uyandırılmış ve Duyumcu yaklaşım ile de meşgul olmaya başlamıştır. Kant’ Duyumculuğun potansiyel problemlerini çözmeye çalışırken Rasyonalistleri de göz önüne alarak hareket etmiştir. Kaynağı duyuma dayanan matematiksel/geometrik şekillerin var olabileceğine işaret etmek; bir tür orta yol veya üçüncü yol olabilir. Bu türden ifadeler sentetik a priori olarak bilinir, Kant ilk defa bu türden önermelere işaret ederek bilginin doğasına dair devrim niteliğinde bir adım atmıştır; Reichenbach bunun üzerinde özellikle durmaktadır. Akla içeriğini veren deneyimdir; rasyonel olan kendi temelini duyu verileri ile bulur.

Kant’ın bir yönüyle Newton fiziği ile ilişkili olan bu yaklaşımı da bilimsel gelişim sonucunda, özellikle de Öklid-dışı geometriler, sorgulanır hale gelmiştir. Bilhassa Einstein’ın kuramları mutlak kesinlikler yerine bir tür ilişkisellik eğilimi ile bilimsel yaklaşımımızı derinden etkilemiştir. Ancak özellikle Kuantum Mekaniği’nin gelişimi tüm bilim resminin çehresini değiştirmiştir.  

6. Nedensellik ve Tümevarım

Fizikçiler bazı olgular arasında ilişki kuruyorlar, örneğin ışık ve hız, kütle ve yerçekimi. Veya biyologlar çevresel etkiler ile hayatta kalma başarısı arasında. Ancak tüm bilim, olgular arasında nedensel bir ilişki kurarken, bizzat nedenselliğin kendisi neyin üzerinde durmaktadır? Bir tür tümevarım, yani genellemeler hala kullanılırken, tümevarımın kendisi de bir tümevarım değil midir? Bu soruları nasıl cevaplayabiliriz?

Nedensel ilişkileri anlamak, bilim pratiğini anlamamız için oldukça elzemdir. Daha önce de başka metinlerde defalarca dile getirildiği gibi A olayından sonra B olayının gözlemlenmesi, milyonlarca kez tekrarlansa bile, her A olayından sonra B olayının gerçekleşeceğini garanti etmez. O halde A ve B olayı arasında olan şey tam olarak nedir? Kimileri bize, bu iki olay ne kadar ardı ardına gözlemlense dahi bu iki olay arasında bir tür kesinlik veya zorunluluk olmadığını söylememiz gerekeceğini ifade edecektir. İşte bu modern bilimde de oldukça önemli olan ve daha önce Reichenbach’ın da sözünü ettiği olasılık kavramının doğuşuna denk düşüyor. Eğer bir tür kesinlik yoksa; olasılık vardır: o halde olasılık bilimsel pratiğin de merkezinde yer alıyor olmalıdır. Peki; bu türden bir yaklaşımın mı kuantum olasılık yasalarını doğurduğu yoksa kuantum olasılık yasalarının mı bu türden bir yaklaşımı var ettiği bir diğer önemli soruymuş gibi görünüyor. Reichenbach’ın felsefi çalışmalarında olasılık kavramının oldukça merkezi bir yer tutması da bir rastlantı olmasa gerek. O halde A olayı ile B olayı arasında ilişkiyi bilmek için; A olayına etki eden nedensel şeyleri daha çok bildikçe yaklaşık olarak B olayını tahmin edebiliriz. A olayına etki eden nedensel birçok etki olabilir, bu etkilerden ne kadar çoğunu bilirsek, epistemik tahlilimiz B olayını yaklaşık/olasılık olarak tahmin etmeye o kadar yaklaşacaktır. Bu noktada gözden kaçmaması gereken bir diğer şey ise şartlı düşünme biçimidir. Eğer; “ne kadar çoğunu bilirsek.” diyoruz. Bu türden şartlı ifadeler, hata payımızı da epistemik olarak düşürmektedir. Günümüz biliminde de birçok önerme ve ifade bu türden şartlı yapılarda olasılık biçiminde kurulmaktadır. Reichenbach, oldukça önemli bir noktayı yakalamış gibi görünüyor. Ancak en önemli noktalardan biri de şu ki tüm bu ifadeler “gözlemlenen olay ve olgular” için geçerlidir. İşte Reichenbach’ın neopozitivist, bilimsel felsefeci veya duyumculuğa yakın yapan şeylerden biri de budur. Tüm bu dikkat çektiğimiz noktalar sonucunda nedenselliğin doğasına dair bir bakış yakalamış olabiliriz; Reichenbach’ın ifadesiyle, nedensellik belki de olasılık kavramının mantıksal fonksiyonudur. (s.85)  

Bu türden bir bilim felsefesi, bilimsel önermeleri yalnızca doğru ve yanlış değeri alan fonksiyonlar olarak görmek yerine aralıksız doğruluk değerleri demeti olarak kavrar. Bu değerler belirlenir olasılık ve olabildiğince fazla nedensel etki şartlı kipte düşünülür. Peki yanılırsak; yani bilimsel tahminlerimiz yanlış çıkarsa ne yapacağız? Elbette önce nedensel etki kümemizi gözden geçirecek veya doğrudan yaklaşım tahminimizin yanlış çıktığını söyleyeceğiz. Sonuçta bir bir kesinlik peşinde koşmuyoruz, en makul ve yaklaşık tahmini bulmaya çalışıyorduk. Günümüzde fizikçiler “Kuantum’un bir yorumuna göre…” diye başlayan cümleler kurarlar; aslında bu yaptıkları Reichenbach’ın söylediği gibi en makul ve yaklaşık tahmine işaret etmektedir. Reichenbach Kuantum Kuramı’na sık sık atıf yaparak bir anlamda bilim felsefesinin izleyeceği yolu da tahmin etmiştir.

“Bilimin kendine yanılma payı bırakması”, “yanıldığı durumlarda hatasını gözden geçirmesi” ve “hiçbir zaman değişmez hakikatlere ulaşmayı vaad etmese bile elimizdeki en iyi yöntemlerden biri olması”; bizzat Reichenbach tarafından bu bölümde görece erken bir tarihte, 1933 yılında dile getiriliyor; artık bu türden ifadeleri birçok bilim felsefesi metninde birçok biçimde görebilirsiniz.

7. Modern Fiziğin Felsefi Anlamı

Reichenbach bu bölüme başlarken bilimsel çalışmaların giderek daha fazla derinleşerek halktan insanlar tarafından anlaşılması ve yorumlanmasının zorlaştığına dikkat çekmektedir. Bu bir anlamda bilim sosyolojine yapılan bir vurgu gibi görünüyor. Ancak Reichenbach’ın da söylediği gibi böyle bir manzaranın oluşmasında, bilhassa felsefeciler ve entelektüel çevrenin bilime dair kayıtsızlığa eğilimli olmaya başlamaları da önemli bir etkendir. Öneri açıktır; bilimin felsefi olarak incelenmesi, bahsettiğimiz kopukluğu da ortadan kaldırabilir. Sosyal olanla da birçok anlamda ilgilenen felsefe, bilimin merkezindeki gelişmeleri kendi gözleriyle gördükçe, halk ile bilimsel uzmanlık arasındaki makas gittikçe daralacaktır. Eğer bahsedilen kopukluk onarılmazsa, bilim eski kavramları güncel sanılabilir, bilim halk ile buluşamaz ve gündelik hayatın bilimsel yorumunun zemini kaybedilebilir. Felsefeciler geçmişin felsefi geleneklerinde ısrarcı olmak yerinde bilimin çağdaş zenginliğine sırtlarını dayamalıdır. Reichenbach’ın önerisi tam olarak budur; bilim felsefesi en kaba haliyle bu sınırlarda vücut bulabilir.

Reichenbach, modern bilimin dört kaynağı olarak gözlem araçları, deney, gözlenenler ilişkilerin matematiksel tasviri ve düşüncelerin olgulara nüfuz etmesine işaret eder. Bahsettiğimiz bu nüfuz etme unsuruna bugün bilimsel açıklama da denmektedir. O halde Reichenbach’a göre;

Bilim insanı, evren hakkındaki saf kavrayıştan daha fazla bilgiye sahip olmak ve evreni daha doğru olarak anlamak ister. (s.100)

Bu bölümde öklid-dışı geometrilerden yola çıkarak mekan kavramı üzerinde durularak nedensellik kavramı da dahil olmak üzere bazı kavramların felsefi ve bilimsel analizleri yapılmaktadır. Diğer yandan bu bölümde, felsefi sezgi kavramına vurgu yapılarak ve bu kavramın bilim dünyasında bir dizi eleştirilere maruz kalsa bile ne kadar önemli olduğuna dikkat çekilmektedir. Felsefi sezgilerimiz yoluyla bilimin felsefi temellerini daha iyi analiz edebilir ve daha önce sözünü ettiğimiz gibi bilim ile gündelik hayat arasındaki köprüyü inşa edebiliriz. Çağdaş felsefe ile ilgilenenlerin bildiği gibi, bugün, felsefi sezgicilik bir yöntem olarak matematik felsefesinden etike kadar bir çok farklı felsefe disiplininde kullanılmaktadır.

Ek: Bilim Felsefesinin Türkiye’ye Girişi ve Hans Reichenbach (Remzi Demir)

Son bölümde ise Ankara Üniversitesi Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü Bilim Tarihi Anabilim dalından Remzi Demir’in “Ek: Bilim Felsefesinin Türkiye’ye Girişi ve Hans Reichenbach” adlı oldukça dikkat çekici bir yazı bizi karşılıyor. Osmanlıların son dönemlerindeki epey dikkat çekici çalışmalardan başlayarak Cumhuriyet’in ilk dönemlerinden günümüze dek uzanan bu izlekte, Reichenbach’ın ülkemize gelmesinin sonuçları üzerine kapsamlı bir analiz yapılıyor. İyi okumalar.

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve meta-felsefe ile ilgilenir. Öğretmen olup, STK’larda görevlidir.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bilgi Felsefesinde Mutlak Septik Düşünce – Mehmet Mirioğlu

Sonraki Gönderi

Homo Erectus Konuşuyor Muydu? – Daniel Everett

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü

Pop Emperyalizmi – Roger Scruton

Soğuk Savaş sırasında Birleşik Devletler hükümeti Amerika’nın dünyadaki imajını korumak için önemli girişimlerde bulundu. Bu dönemde