//

Hobsbawm’ın Yüzyılı – Bryan D. Palmer 

İngiliz Marksist tarihçiler, tarihsel materyalizme bağlılıklarının aynılığı içinde birleşmiş, tutarlı bir grup muydu? Eric Hobsbawm, E. P. Thompson, Dorothy Thompson, Rodney Hilton, Maurice Dobb, George Rudé, John Saville, Christopher Hill, Victor Kiernan, Dona Torr ve Margot Heinemann ne kadar benzer düşüncedeydiler? Geleneksel görüş bu isimleri bir araya getirme eğilimindedir; son zamanlardaki tartışmalar ise hafifçe farklılaşmaya işaret eder.[1]

Elbette bu muhalif tarihçiler arasında karşılıklı saygı vardı. Her biri, araştırma ve yazılarının büyük ölçüde ilk kez ortaya çıktığı Soğuk Savaş yıllarında belli bir kuraldışılık statüsünü paylaşıyordu. Ortak noktaları, tek sınıflı toplumlar ve onların uzun süreli devamlılıkları ile meşgul olan Masa Başı tarihlerinin hafif çayına güçlü bir dozda sınıf eşitsizliği enjekte etme projelerinde saklıydı. Ancak İngiliz Marksist tarihçilerin ortak bir şablondan tarih ürettiklerini varsaymak, araştırma yöntemleri, üslup hassasiyetleri ve analitik yönelimlerle ilgili önemli ayrımları gizler. Tarihsel materyalizmin bu seçkin pratisyenlerinin Marksizmleri entelektüel ve zaman içinde siyasi olarak yollarını ayırdı. Birçoğu 1956’da Komünist Parti’den ayrıldı; bazıları ise ayrılmadı. Görünenin ardında, her zaman huzursuz bir fikir birliğinin yüzeyinin altında tartışmalar kaynadı.[2]

Bu olağanüstü Marksist grubun eşitleri arasında ilk sırada Eric J. Hobsbawm vardı. Dünyanın önde gelen Marksist tarihçisi olarak tanınan Hobsbawm’ın entelektüel yelpazesi rakipsizdi. Hiçbir zaman hakim düşüncelere boyun eğmeyen Hobsbawm, çoğu zaman geleneklere meydan okuyan cesur bir muhalif ses oldu. Yazılarının hevesle çevrildiği ve son derece iyi satıldığı Küresel Güney’de iyi karşılanan Hobsbawm’ın etkisi ve saygısı kesinlikle uluslararasıydı. Hobsbawm’ın okur piyasasının farklı katmanlarında gördüğü saygıyı çok az Marksist gördü; metinleri, aralarında statükonun radikal bir yeniden inşasına özellikle bağlı olmayanların da bulunduğu farklı kitleler tarafından benimsendi.[3]

Hobsbawm başlarda “seçilmiş kişi” olarak ilan edildi. Hobsbawm’ın editörlüğünü yaptığı haftalık Cambridge öğrenci dergisi Granta, 1939’da onun profilini çıkararak “King’s’te her şeyi bilen bir birinci sınıf öğrencisi var” diye ilan ediyordu. Eric, Havariler (Apostles) olarak bilinen ve akşam yemeği toplantılarına katılmaktan zevk aldığı gizli bir organ olan Cambridge Conversazione Society’ye seçildi. Sonunda Hobsbawm, bu Havariler toplantılarında John Maynard Keynes, E. M. Forster ve daha sonra kötü şöhretli Rus ajanları olacak Anthony Blunt ve Guy Burgess gibi isimlerle omuz omuza verecekti.[4]

On yıllar sonra, Hobsbawm’ın kapitalizmin gelişimini sentezleme konusundaki benzersiz kapasitesi, meslektaşlarından övgüler almasını sağladı. Ekonomik belirleyiciliğin kabülünün “sanatı, bilimi, dini, ideolojiyi ve hatta sosyal psikolojiyi” küçümsemekle sonuçlanmadığı, bütünleştirici bir “toplum tarihi” üretme projesini takdir ettiler. Hobsbawm’ın tarihe bütüncül bir anlatı olarak yaklaşma ısrarı, dahası, pek çok soi-disant solcunun postmodernizmin moda tikelciliğine yenik düştüğü bir zamanda ortaya çıktı.[5] Raphael Samuel ve Gareth Stedman Jones’un da belirttiği gibi, “[B]elki de Hobsbawm’ın öne çıkan ve üzerinde en az yorum yapılan başarılarından biri, klasik Marksizmin önermeleri ile toplumsal ve ekonomik tarihçilerin ampirik kaygılarını neredeyse kesintisiz bir ağda bir araya getirme becerisi olmuştur.” Bu, feodalizmden kapitalizme geçiş, sınıf oluşumu ve endüstriyel kapitalist gelişme, protesto ve isyan, sendikalaşma, kentleşme, sol partiler ve isyan hareketlerinin 1970’ler ve 1980’ler boyunca “neredeyse akademik sorgulama ve araştırmanın ‘ortak duyusunun’ bir parçası” haline geldiği anlamına geliyordu.[6]

Çok sevdiği caz gibi, Hobsbawm’ın tarihsel doğaçlaması da sıcak ve soğuk, swing ve blues notalarını, uyumsuz argümanlar için bir sahne görevi gören geleneksel anlayışlarla bir çağrı ve yanıt etkileşimini kapsıyordu. Hobsbawm, geçmişi sunuşunun çok sesli orkestrasyonunda, kapitalizmin ekonomik, siyasi ve toplumsal ritimlerinin kapsamlı bir dönemselleştirmesini sunmuş, gelişimin uyumsuzluklarını “ilerlemenin” bedelini asla unutmayacak şekilde kullanmıştır. Hobsbawm, modern tarihsel deneyimin “kıyamet beklentisini” gerektirdiğinde ısrar ediyordu.[7] Hobsbawm’ın “1914-1991 arasındaki kısa yirminci yüzyılı” anlattığı Aşırılıklar Çağı (1994) adlı kitabı bir uyarı ile biter: 

İnsanlık kabul edilebilir bir geleceğe sahip olacaksa, bu geçmişi ya da bugünü uzatarak olamaz. Eğer üçüncü bin yılı bu temelde inşa etmeye çalışırsak, başarısız oluruz. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişen bir toplumun alternatifi karanlıktır.[8]

Politik olarak geleneksel bir Avrupalı tarihçi ve “Kızıl Eric”in bir zamanlar meslektaşı olan Richard J. Evans’ın yakın zamanda yazdığı Hobsbawm biyografisi, bu önde gelen Marksist tarihçinin değerini anlamak için bir fırsat sunuyor.[9]Hobsbawm’ın hayatının “resmi” bir anlatısı olan bu kitapta Evans, belli ki Hobsbawm ailesinin desteğine sahip. Evans’ın yirminci yüzyılın sol görüşlü adamına dair cömert yorumu, Eric’in gençliğinin büyük bölümünde ve sonrasında ara sıra tuttuğu günlük de dahil olmak üzere geniş bir kişisel arşive dayanıyor. Daha önce yayınlanmış bir otobiyografi, Tufah Zamanlar: Bir Yirminci Yüzyıl Yaşamı (2002), Hobsbawm’ın kendi takdim ettiği kamusal fikir ve politika adamına odaklanmıştı. Bu, en azından yetişkinlik dönemi için, çoğu zaman yansıtıcı olmadığı gibi pişmanlık da duymuyordu. Evans, Hobsbawm’ın özel kişiliğini derinlemesine incelerken onun göz önüne sermekte çekingen göründüğü şeyleri ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. Yine de büyüleyici öznesinin politikaları ve yayınlarıyla yüzleşirken Evans’ı Hobsbawm’ın işleyicisi olarak görmemek zor. Tarihte Bir Yaşam, bir Marksisti ana akımlaştırmak için düzenlenmiş bir girişimdir ve Evans’ın, Hobsbawm’ın içinde bulunduğu ve sıklıkla muhalif dalgalar yarattığı sol çevreden ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır.[10]

Evans da bu biyografiyi hızlı bir şekilde hazırlamış. Zorlama hatalar kaçınılmaz olarak metnin içine sızıyor. On yedi yaşındaki Eric gerçekten “Amerikalı Komünist Farrell Dobbs’un erken dönem bir çalışmasını” okuyor muydu? Pek olası değil, çünkü söz konusu yıl Dobbs, Hobsbawm’ın rastlayabileceği çok az şey yayınlamıştı, hiçbir zaman Komünist Parti üyesi olmamıştı ve 1934’te Troçkist olmasına yol açacak bir Teamster isyanına karışmıştı (57). Evans, Hobsbawm’ın günlüğünü yanlış okumuş olmalı ki muhtemelen İngiliz Komünist Maurice Dobb’un yazdıklarına atıfta bulunuyor. Ayrıca Eric’in Stalin’in Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi (Bolşevikler) kitabınıhediye edişini tarihlendirirken de hata yapıyor; kitabı 1935 yılında kuzenine hediye ettiğini söylüyor ancak kitap 1930’ların sonlarına kadar yayınlanmamıştır (87). Hobsbawm’ın asıl çalışma alanı olan emek tarihi, Evans’ın pek vakıf olduğu bir konu değildir (Amerikan Uluslararası Uzun Nakliyat ve Ambar Sendikası’nın Batı Yakası liderinden yanlışlıkla Harry Bridge olarak bahseder). Yine de Evans, tarih yazımının nüanslarını çok az dikkate alarak 1980’lerde işçi sınıfı çalışmalarının “bir kriz dönemine, ölümcül bir krize girdiğini” söylemekte çok aceleci davranıyor (385, 533).[11] Sosyalist ikonografi ve kadın imgeleri üzerine 1978 tarihli bir Hobsbawm makalesinin feminist eleştirisinin ortak yazarı olarak tanımlanan Sheila Rowbotham, Evans’ın atıfta bulunduğu cevabın yayınlanmasında yer almamıştır (538).[12] Sürçmeler bir yana, Evans’ın mahrem alana yaptığı vurguya rağmen Hobsbawm’ın hayatının anlamını aktarmada ve bu tarihin incelenmesiyle eleştirel bir şekilde ilgilenmede en önemli şey politik olandır. 

(Aşırı) Belirlemeler: Tarihte Bir Yaşam 

Rus Devrimi’nin gerçekleştiği yıl doğan Eric John Ernest Hobsbawm, uzun yetişkinlik dönemi boyunca Sovyet Komünizmi deneyinin gölgesinde yaşayacaktı. Yetiştirilme tarzı itibariyle bir Orta Avrupalı olan Hobsbawm’ın Avusturyalı annesi hevesli bir romancı, babası ise Rudyard Kipling’den, müzikhol şarkılarından ve spordan hoşlanan ve erkeksi fizikselliğe değer veren acınası tipik bir İngiliz erkeğiydi. Her iki ebeveyn de Yahudi’ydi, ancak ikisi de “dindar” değildi.[13] Çok daha etkili olan annesi Eric’e asla Yahudi olmaktan utanç duyacak bir şey yapmaması gerektiğini aktarmıştı. Hobsbawm daha sonra Yahudiliği “ülkeler ve okyanuslar boyunca uzanan [ve] ülkeler arasında yer değiştirmenin hayatın normal bir parçası olduğu” bir aile içi ağ ile ilişkilendirmiştir (8-10). On dört yaşında yetim kalan, babası belirsiz bir şekilde “kalp travması” olarak tanımlanan bir hastalığa yakalanan ve annesi iki yıl sonra akciğer tüberkülozuna yenik düşen Hobsbawm, gençliğinin geri kalanında Berlin ve Londra’da akrabaları ve kız kardeşi Nancy ile yaşadı. On yıl sonra, Marksizmi cinsel aşkın, Büyük Britanya Komünist Partisi (CPGB) üyeliğini de kaybettiği çekirdek ailesinin yerine koyan Hobsbawm, siyasi kesinliklerine rağmen “yalnızdı, sürükleniyordu, belirsiz bir geleceği vardı” (75, 182). 

Hobsbawm 1980’lerin ortalarında “Ben sosyalist-komünist bölünmesinin en sekter noktasında büyüdüm” diye hatırlıyordu. “Bunun bir felaket olduğu artık herkes için açık. Bu benim en biçimlendirici siyasi deneyimimdi” (43). Ancak o dönemde Hobsbawm’ın günlüğü Komintern’in Adolf Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesinin devrimci atılımların önünü açacağı yönündeki trajik yenilgi görüşünü yansıtıyordu: “Belki de faşizm bazı iyilikler getirecektir – proletaryanın içinden geçtiği bir okul olacak, sonra da KP’nin önderliğinde zafere ulaşacaktır.” (59). Birkaç yıl sonra Hobsbawm 1936 Paris Bastille Günü geçit törenine katıldı. Amcasının Sosyalist Parti’nin resmi kamera birimindeki statüsü sayesinde elde ettiği ayrıcalıklı ve heyecan verici konumuyla, günün ilham verici olaylarını filme alan kamyonda yer aldı (102-4). Hobsbawm daha sonra şöyle yazmıştır: “Anti-faşist birlik ve Halk Cephesi dönemine aittim. Bu dönem bugün bile siyasetteki stratejik düşüncelerimi belirlemeye devam ediyor.”[14]

Bu siyasi kökenler ve etkiler çemberini, Komünizme bağlılığın oldukça farklı iki biçimlendirici anını açıklayacak şekilde düzenlemek mümkün olabilir: Üçüncü Dönemin sekterizmi ve ardından gelen ekümenik Halk Cephesi. Bu belli bir muhasebe gerektirir. Hobsbawm bunu asla yerine getirmedi. Bir kişinin politikasının, belirli nedenlerle ve oldukça özel sonuçlarla, hem 1932-33 Berlin’inde hem de 1936’da Halk Cephesi’nin Paris’inde şekillendiğini iddia etmek zordur. Stalinist yozlaşmanın ve iç karartıcı çöküşün kalın ve giderek artan inceliği boyunca neden Komünist Parti’ye bağlı kaldığınızın bir açıklaması olarak her bir biçimlendirici anı ima ediyorsanız, bu yan yana koyma daha da sorunludur. Yine de Hobsbawm’ın yaptığı ve Evans’ın da olduğu gibi kabul ettiği şey budur. Evans, Hobsbawm’ın görünüşte çelişkili, ancak iç içe geçmiş tarihinin Sovyetler Birliği’ne ve Stalinizm siyasetine süregelen bir bağlılığı nasıl belirlediğine dair imalarını sorgulamak bir yana, titizlikle sorgulamamakta, sunduğu tarihin içindeki yaşamı asla ciddi bir şekilde irdelememektedir. Perry Anderson’ın keskin bir şekilde yorumladığı gibi Hobsbawm’da, eserinin entelektüel ve siyasi tüm yönlerinde katmanlı bir şekilde görülen ikilikler vardır. Bunlar ciddi analitik ve siyasi çapraz sorgulama için haykırmaktadır. Çalışma konusunun iddiaları, sonuçta, çoğu zaman uygun, hatta kendine hizmet eden bir kaçınılmazlık duygusu gibi görünen şeyin daha bağımsız bir incelemesinin yerini tutamaz.[15] Evans, Hobsbawm’ın politik bedenine bu tür bir cerrahi kesik atma konusunda ya yeterli donanıma sahip değildir ya da isteksizdir. Elinde analitik bir neşter gibi bir şey yoktur, bunun yerine bir Marksist’in oluşumuna dair tedavisini bir pasta kaldırıcıyla sunar. 

Tarihte Bir Yaşam, özellikle Hobsbawm’ın günlüğünden yararlanarak Eric’inözel düşünceleri ve mahrem yaşamı hakkında zaman zaman ayrıntılı ve bazen de içgörülü yorumlar sunuyor. Evans, aralarında Hobsbawm’ın ilk kez 2002 tarihli otobiyografisinde anlattığı bir genelev kaçamağının da bulunduğu, gençlik dönemindeki cinsel ilişkilere dair anlatılar sunuyor. Daha da önemlisi, Hobsbawm’ın 1943’te ilk eşi Muriel Seaman’la yaptığı evliliğin yavaş yavaş ölümüdür; Muriel Seaman, Tuhaf Zamanlar’ınkendisihakkında şaşırtıcı derecede sessiz kaldığı bir komünisttir. Bir tür siyasi uygunluk birlikteliği olan Muriel ve Eric’in uyumu zayıfladı, ikisi birbirinden uzaklaştı; 1950’ye gelindiğinde, en azından Muriel’in durum değerlendirmesine göre, farklılıkları uzlaşmazdı. Bir süredir cinsel açıdan tatmin olmamış olan kadın, hâlâ hatırı sayılır bir sevgi beslediği Eric’e “bütün gece boyunca sevişmek” istediğini söyler (274-5).

Gerçekten de zor bir aşktır. Hobsbawm bu haberi kabullenmekte zorlanmış; depresyona girmiş ve intiharı düşünmüştür. Bu kişisel rahatsızlıktan kurtulmanın yolunu bulmayı başardı ve arkadaşlığı da eksik olmadı. Kız kardeşi Nancy, Eric’in cazibesini hafife alıyordu; bunlar arasında sürükleyici bir konuşmacı ve ikonoklastik bir nüktedan olmak, geleneksel olarak iyi görünmese de fiziksel canlılıkla kutsanmak vardı. “O kadar çirkin bir adam ki,” diyordu Nancy hayretle, “neden bütün bu kadınların ondan etkilendiğini anlayamıyorum!” (391). Paris’te Eric, ortodoks olmayan Marksist çevrelerde dolaşan evli bir kadın olan Hélène Berghauer ile yoğun bir ilişki sürdürdü; kocası (Eric’in de çok samimi olduğu) Henri Lefebvre’nin öğrencisiydi. Evans bu birlikteliği “ménage à trois” olarak nitelendirirkenHobsbawm ilk evliliğinin sona ermesinin ardından bu çiftle geçirdiği zamanın kendisine “sahip olduğum aileye en yakın şey” olduğunu kabul eder.[16]Daha sonra, CPGB 1956-57’de parçalandığında, Birkbeck’te psikoloji okuyan yetişkin bir öğrenci olan Marion Bennathan ile birlikte oldu. Bu birliktelik birkaç yıl sürdü ve Marion, Eric’ten bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Ancak Marion, psikolojik olarak kırılgan kocasını terk etmedi ve ilişki kaçınılmaz olarak sona erdi; ve Eric Soho’nun caz kulüplerinde yeni bir alana adım attı (323-9, 354-5). 

Evans, Hobsbawm’ın siyasi gelişiminin onu içine çektiği aşırı sol siyasetle zorunlu olarak boğuşurken, kendisini her yorumlayıcı adımın dikkatle değerlendirilmesi gereken yabancı bir arazide yürürken buluyor. En ciddisi, Evans’ın Hobsbawm’ın Stalinizm ile ilişkisine yaklaşımında görülen dengeleyici harekettir. Evans, bir yandan Hobsbawm ve çevresinin Sovyet liderine duyduğu saygıyı kabul ederken, diğer yandan Joseph Stalin’in ve/veya Stalinizmin Eric’in ortaya çıkan kelime görüşünde ve Marksist tarihçinin sonraki politikalarında ne ölçüde etkili olduğunu küçümsüyor.

Örneğin 1934 tarihli bir günlük kaydı, Hobsbawm’ın “bu yüzyılın en büyük devlet adamlarından biri” olarak gördüğü Stalin’e hayranlığını, görünüşte önemli amaçlarına ulaşmak için çeşitli araçları kullanacak kadar esnek bir ilke adamı olduğunu kaydeder. Ancak Evans bunu “Eric’in entelektüel formasyonunun Stalin’e çok az şey borçlu olduğu” iddiasıyla takip eder (58). Hobsbawm’ın Sovyetler Birliği’ne olan inancı “ergenlik çağındaki bir aşkın tavizsiz mutlakiyetçiliğine sahipti” (59). 

Belki de. Ancak Hobsbawm’ın açık ve rutin bir şekilde ortaya koyduğu gibi, bu gençlik aşkı bir ömür boyu sürdü. Hobsbawm, önde gelen Bolşevik kadroların Devrimi yıkmak için Leon Troçki ile işbirliği yaptığı ve Sovyetler Birliği’ni faşist saldırıya teslim etmek için Hitler Almanyası ile birlikte çalışacak kadar ileri gittiği yönündeki saçma Moskova Duruşmaları (1936-38) iddialarını savundu. Hobsbawm, 1936 ve 1937’de Paris’i sarsan Halk Cephesi sınıf mücadeleleri sırasında, Troçkistlerin rolünü “grevciler arasında ayaklanma ve isyanları kışkırtmaya” indirgedi (99, 148-9). Ömrünün sonuna kadar, İspanya İç Savaşı’nda SSCB’nin yanında yer almaktan başka bir alternatif olmadığı konusunda ısrar etti, Komintern’in devrimci girişimleri bastırmada oynadığı rolü akladı ve Katalan anarşist ve diğer Komünist olmayan militanları sabotajcılardan biraz daha fazlası olarak karikatürize etti (150-1). 1980’ler yerini 1990’lara bırakırken Sovyetler Birliği nihayet çöktüğünde, Marksist tarihçi bunu yirminci yüzyılın sonlarında siyasi uçuruma yuvarlanmanın en yıkıcı darbelerinden biri olarak gördü. 

Parti üyeliğinin aktivist bileşenine hiçbir zaman ilgi duymayan Hobsbawm, Cambridge’de geçirdiği dönemden itibaren, Evans’ın “sıradan Komünist Parti üyelerinin yerine getirmesi gereken sıkıcı görevler” (138) olduğunu öne sürdüğü “sıkıcı, gündelik görevlere” karşı bir küçümseme geliştirdi. Hobsbawm daha sonra, 1950’den sonra “tamamen akademik veya entelektüel gruplarda faaliyet gösterdiğini” belirterek, Ortodoks Parti faaliyetleri için “doğal bir zevkim veya uygun bir mizacım olmadığını” itiraf etti.[17] Hobsbawm’ın CPGB içindeki yeri giderek daha uygun bir melez, içeriden-dışarıdan biri haline geldi. Evans bu düalizmi sorgulamaktan çok, Hobsbawm’ın inanç ve özdeşleşmenin bazı garip çitlerini nasıl ve neden aşabildiğini sorarak, konusunu mümkün olan en iyi siyasi sunum olarak gördüğü şeye sığdırmak için devam eden çabasında onu uyarlıyor. 

Hobsbawm’ın İkinci Dünya Savaşı’ndaki askerlik eğitiminin başlarında “Parti çizgisinin kesinlikle işe yaramaz olduğu” sonucuna vardığını 1990’lardaki bir hatırasından alıntı yaparak öğreniyoruz (200). Ancak birkaç sayfa sonra Eric, kuzeni Ron’a “Stalin’in konuşmasının teknik ve siyasi her anlamda bir halk savaşı anlamına geldiğini” yazıyor ve tüm birliği tarafından imzalanmış bir futbol topunun Kızıl Ordu’daki meslektaşlarına gönderilmesini organize ediyor. “Direndikleri her gün, kazandıkları her zafer, düşürdükleri her uçak,” diye düşünüyordu Hobsbawm, “İngiliz ve Sovyet halklarını daha da yakınlaştırıyor” (210). Savaş eğitiminden sıkıldığı her halinden belli olan Hobsbawm, kampta editörlüğünü yaptığı duvar gazetesi için yazdığı yazılarda, CPGB’nin resmi görüşünü yansıtacak şekilde, İkinci Cephe’nin açılması gerektiği yönündeki Komünist görüşü destekledi (215). Bu durum onu gizli servis İngiliz Askeri İstihbaratı’nın 5. Bölümü’nün dikkatini çekti. MI5, Hobsbawm’ın yazılarını ve ne kadar mantıklı olursa olsun Sovyet çizgisini benimsemesini yıkıcı olarak değerlendirdi. 

Devletin güvenlik ajanları tarafından “Parti’nin hevesli ve çok aktif bir üyesi ve Parti Genel Merkezi’nde iyi düşünülen biri” olarak tanımlanan Hobsbawm, artık kendisini İngiliz topraklarında tutmayı ve denizaşırı ülkelere gönderilmesini kısıtlamayı gerektirecek kadar tehlikeli bulan yetkililer tarafından yakın takibe alınmış bir adamdı. Bu maskaralıktan bıkan Hobsbawm, Cambridge’de araştırma öğrencisi olmak için başvurdu ve 1946 yılının başlarında ordudan serbest bırakıldı. Özel hayatında Hobsbawm’ın Parti liderliğinin kapasitesini sorguladığı, üyelerin demokratik tartışmanın yeniden canlandırılmasına ihtiyaç duyduğunu öne sürdüğü ve Evans’ın “Eric’in zihin bağımsızlığının Parti liderliğinin Stalinist katılığına sürtündüğünü” iddia etmesine yol açtığı söyleniyordu (239). Hobsbawm, Tuhaf Zamanlar’daBritanya’daki pek çok Komünist entelektüel gibi kendisinin de Josip Broz Tito ve onun Yugoslav revizyonizmine yönelik savaş sonrası Sovyet saldırısı konusunda giderek daha şüpheci hale geldiğini hatırlıyor. Ayrıca 1949 ve 1952 yılları arasında Doğu ve Orta Avrupa’da Stalinist göstermelik davaların patlak vermesi de rahatsız ediciydi; bu davaların çoğu Yahudileri hedef alıyor ve iğrenç bir antisemitizmi gözler önüne seriyordu.[18] Yine de o dönemde Hobsbawm, Komünistlerin kontrolündeki New Central European Observer dergisine makaleler yazarak Sovyetlerin “halk demokrasileri”ne yönelimini savunuyordu ki Evans bunu görmezden gelir (303-9). Christopher Hill ve diğerleriyle birlikte Hobsbawm, Sovyet Bilimler Akademisi tarafından Moskova’ya davet edilmek için hem Britanya hem de SSCB’deki Parti yetkilileriyle yeterince iyi ilişkiler içindeydi, ancak aziz sosyalist anavatana yaptığı ilk gezi onu hayal kırıklığına uğrattı ve geri dönmek için acele etmedi (313-15).[19] Evans’ın, Eric Hobsbawm’ın, liderliğini yaptığı Komünist Parti Tarihçiler Grubu’nun önemli bir rol oynadığı 1956’daki muhalefet seferberliğinin başlıca ilham kaynağı olmasa da liderlerinden biri olduğunu iddia etmesi kısa bir adımdır. Bu hareket, Nikita Kruşçev’in Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Yirminci Kongresi’nde yaptığı konuşmada kamuoyuna açıklanan Stalin’in suçlarının ifşa edilmesine CPGB liderliğinin yeterince tepki vermemesinin eleştirisi olarak başladı. Bu, Hobsbawm’ın kısmen 1956’daki Parti krizinden doğan Yeni Sol ile en iyi ihtimalle ikircikli ilişkisi ile sona ermektedir. Evans, Hobsbawm’ın 1950’lerin sonu ve 1960’ların başındaki bu gelişmelerdeki rolünü sunarken Eric’in nerede ve neden konumlandığını büyük ölçüde yanlış yorumlamaktadır. 

Sovyetler Birliği’nin uydusu Macaristan’daki liberalleşme girişimine yönelik baskısı olayları doruğa çıkardı. Polonya’daki işçi grevleri ve Sovyet karşıtı protestoların ortasında öğrenci protestoları patlak verirken, Kızıl Ordu tankları Budapeşte’ye girdi. Macaristan’ın reform yanlısı başbakanı Imre Nagy, Moskova’nın emriyle görevden alındı ve daha sonra idam edildi. 2.500’den fazla Macar ve 700 Sovyet askeri sokak çatışmalarında öldü ve 200.000 Macar ülkelerini terk etti. Bu birçok CPGB üyesi için bardağı taşıran son damla oldu. 1957’de İngiliz partisinde dumanlar dağıldığında, parti üyelerinin dörtte biri istifa etmişti; Komünist gazete Daily Worker’ın çalışanlarınınüçte biri masalarını terk etmişti; ve 1930’larda ve 1940’larda devrimci solun görünürdeki partisine kazanılan entelektüellerin neredeyse tamamı gençliklerinin davasına bağlı kalmayı reddetmişti. Tarihçiler Grubu bölünmüştü ama önde gelen isimlerinin büyük kısmı artık Parti himayesi altında çalışamazdı. Hobsbawm çekince ve pişmanlıkla da olsa çalışabilirdi ve çalıştı da. Tarihçiler Grubu’ndan istifa etti; zaten grup artık onarılamayacak kadar parçalanmıştı. 

Evans’ın 1956’daki bu olaylara ilişkin kapsamlı tarih yazımına katkısı, Hobsbawm’ı Parti içi çatışmanın içine yerleştirmektir. Evans bunu, CPGB’nin King Street’teki ofislerinde yapılan dinlemeli konuşmaların MI5 kayıtlarından yararlanarak yapıyor. Evans’ın anlatısı, Marksist içeriden-dışarıdan birinin 1956’da muhalefetin sınırlarını nasıl zorladığını ve Hobsbawm’ın Parti hiyerarşisiyle nasıl çatıştığını aydınlatıyor. Ancak Evans, Hobsbawm’ın Stalin karşıtı muhalif komünistler arasındaki liderlik rolünü önemli ölçüde abartıyor ve Hobsbawm’ın İngiliz komünizminin 1956 krizindeki siyasi muhalefetinin sınırlarını gizliyor. Pek çok kişi Eric’in duruşunun kararlılıktan yoksun olduğunu düşünüyordu. Özellikle Macaristan’a müdahale konusunda Sovyet eylemlerini meşrulaştırma eğilimi göstererek bocaladığı düşünülüyordu. Evans’ın, MI5 tarafından gizlice kaydedilen özel konuşmaların hiçbir zaman kamusal tartışmanın bir parçası olmaması gereken İngiliz komünizminin iç mabedinde cereyan eden çekişmeli, ancak gizli konuşmalara vurgu yapan devlet kanıtlarına bu kadar güvenmesinin önemli bir dezavantajı da vardır. Hobsbawm ile Parti yönetimi arasındaki bu perde arkası tartışmayı ayrıcalıklı kılan Evans, CPGB üyelerinin Parti dışında Stalinizmi kınayan kamuoyu muhalefetine sadece yüzeysel olarak bakıyor. Bu daha açık ve sert tartışmada, E. P. Thompson ve John Saville gibi tarihçiler, Christopher Hill’in “Ericizm” olarak adlandırdığından çok farklı bir rol oynadılar. 

Evans, Hobsbawm’ın idarecisi olarak Eric’i isyancılar ile Moskova yanlıları arasında bir aracı olarak sunmakta ve bunu muhalefet içinde bir önceliğe yükseltmektedir. Hobsbawm Stalinizasyon karşıtlığını gerçekten benimsemişti, ancak Evans’ın yaptığı gibi onu bürokratik CPGB rejiminin “tehlikeli” bir muhalifi olarak tasvir etmek, büyük ölçüde King Street’te giderek daha da küçülen parti yetkililerinin görüşü bu olduğu için, olup bitenlerin çoğunu gözden kaçırmak anlamına geliyor. Hobsbawm’ın, başkalarının uzlaşmaz olarak gördüğü bir siyasi krizi nasıl müzakere ettiğini ele almıyor. Hobsbawm, 1956’dan sonra kendisini Parti bürokrasisinin ve Stalinist gerilemenin en kötü aşırılıklarının bir eleştirmeni olarak sunmayı başarırken, hem Britanya’da hem de dünyanın diğer ülkelerinde Sovyet yanlısı resmi Komünist hareketle ilişkili kalmayı sürdürdü. Hobsbawm böylece hem pastasını yemiş hem de pastanın bir kısmını yiyebilmiştir. Bu bir tür başarı olarak görülebilir, ancak aynı zamanda Eric’in kendini korumayı, hatta kendini geliştirmeyi sağlayacak siyasi uzlaşmaya olan iştahının bir işareti olarak da görülebilir. Thompson hayatının geri kalanında 1956’daki mücadeleyi, muhalif komünizmin zorlu savaşlarında mücadele eden herkesin gururla taşıyacağı bir anti-Stalinist onur nişanı olarak gördü. Hobsbawm’ın anlayışı ise tamamen farklıydı. CPGB krizini otuz bin İngiliz Komünistini sıkıntıya sokan, “kötü anılar” kategorisine indirgenebilecek üzücü bir olay olarak görüyordu.[20]

Evans bu konuyla çok az ilgilenir. Evans, Hobsbawm’ı 1956 sonrasında, o yıl yaşanan çözülmeden sonra ortaya çıkan Yeni Sol’un içine yerleştirir. Bu yeni hareket, Thompson- Saville editörlüğündeki Reasoner ve New Reasoner’dan gelişen, Universities ve Left Review’unparalel oluşumuyla genişleyen ve nihayetinde bu akımların New Left Review‘da birleştiği kulüpler ve yayınlarda birleşti. Evans’a göre Eric: 

Edward Thompson, John Saville, Rodney Hilton ve diğerleri de dahil olmak üzere Yeni Sol’daki arkadaşlarına kişisel ve siyasi olarak yakın kaldı. Parti üyeliği gibi sembolik bir farkın ötesinde gerçek bir siyasi farklılıkları yoktu ve “aşağıdan” yeni bir tür radikal sosyal ve siyasi tarih inşa etmek için ortak bir girişimde bulunuyorlardı. (351) 

Bu basitçe doğru değildir. Tarihsel sempatiler ve uyumlar bir yana (ki bunlar kolayca abartılabilir), Thompson ve diğerlerinin 1950’lerin sonlarında Komünist Parti’de devam eden üyeliği “sadece sembolik” olarak göreceklerini öne sürmek, Evans’ın dönemin hararetli siyasetini anlamaktan ne kadar uzak olduğunu ortaya koymaktadır. 

1956’daki sarsıntıların ardından, Hobsbawm’ın ortaya çıkmakta olan Yeni Sol ile ilişkisi, elbette mesafeli bir katılımdı, ancak çok fazla kararsızlık, biraz küçümseme ve hatta desteklemeye devam ettiği Parti için bazı şüpheli hafiyelik içeriyordu. Hobsbawm böylece Yeni Sol’un tek tük yayınlarına katkıda bulundu ama aynı zamanda CPGB liderlerine, şimdi alternatif bir siyaset inşa etmek için mücadele eden eski yoldaşlarının toplantıları ve eylemleri hakkında “istihbarat” sundu. King Street’e gönderdiği raporlarda Hobsbawm, Yeni Sol’u örgütsel bir karmaşa içinde, yine de ilerici ve isyankar insanları CPGB’nin artık yapamayacağı şekilde kendine çeken bir tür siyasi kaos olarak sunuyordu (459). Ancak Hobsbawm hiçbir zaman bu girişimlerin önemli bir kurucusu olmamıştır. CPGB içindeki içeriden-dışarıdan statüsü, bazı açılardan Yeni Sol’da da tekrarlandı ve aktivist katılımın ayakları yere değmeden siyasi çitlere tırmanmasına izin verdi. Evans, Hobsbawm’ı Yeni Sol’un oluşumunun kavşağına yerleştirmeye çalışsa da Tufah Zamanlar, yazarının bu siyasi deneye ilişkin sarih değerlendirmesinin daha güvenilir bir anlatısıdır. 

Hobsbawm’ın 2012’de vardığı sonuca göre, ilk İngiliz Yeni Solu ne İşçi Partisi’ni ne de Komünist Parti’yi reforme etti; yeni örgütler, kalıcı ve önemli kurumlar, hatta önemli ulusal liderler bile yaratamadı. Evans, Hobsbawm’ın Yeni Sol’un kendisini hapsettiği öte dünyalılığa şüpheyle yaklaştığını kabul etmekle birlikte, Eric’in etkili ve müdahil olduğunu ima ederek, Hobsbawm’ın “şirket yöneticisi” olduğunu belirttiği hareketin Partizan Kahve Evi örneğini verir (459). Ancak Eric’in doktora öğrencilerinden biri ve Tarih Atölyesi hareketinin gelecekteki kurucusu Raphael Samuel’in fikri olan Kahve Evi girişimi, aslında Hobsbawm’ın dahil olduğu bir şey değildi. Partisan’a başkanlık edecek bazı “uygun solcu kişiliklere” ihtiyaç vardı ve Hobsbawm “daha iyi bir karar vermeme rağmen bu direktörlüklerden birine ikna edilmesine” izin verdi. Bazı varlıklı eski komünistler de öyle. Hobsbawm gibi onlar da “Raph’ın hiçbirimiz hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadığını” göreceklerdi. Plan “felaket için tasarlanmıştı” ve Samuel’in sağduyulu pratiklik kokan her şeye karşı alerjik tepkisi tarafından mahkum edilmişti. Hobsbawm, “sadece nostalji ve solun 1956 öncesi ve sonrası kuşakları arasındaki teması sürdürme ihtiyacı, kendimi neden bu çılgın girişimin içinde bulduğumu açıklayabilir,” diyerek, acımasızca da olsa, aydınlatıcı bir sonuca varmıştır. Siyasi olarak Hobsbawm, 1956’da ortaya çıkan Yeni Sol’u nihayetinde “yarım hatırlanan bir dipnot” olarak yazdı.[21]

Eğer Hobsbawm İngiliz Komünizmi içinde bir yabancıysa, yüzyılın ortalarında ana akım akademik yaşam içindeki marjinalleşmesi de dikkat çekicidir. Evans, 1940’ların sonları ve 1950’lerin başları ile ortalarında görünürde değerlerden arınmış bir akademik ortama nüfuz eden küçük ve çirkin anti-komünist hoşgörüsüzlüğün abartısız ama yıkıcı bir iddianamesini sunuyor. Bu dönemde, İngiliz Marksistlerinin çoğu gibi her zaman edebiyata ilgi duyan Hobsbawm, ilk araştırmalarını Fabian reformcuları ve işçi sınıfının durumu üzerine yoğunlaştırarak tarih okumayı tercih etti. Hobsbawm’ın Fabianları oldukça eleştiren doktora tezi, bazı okuyucuları çalışmanın “Cemiyet’in liderlerine karşı çok sert” olduğunu düşünse de sınavdan geçmeyi başardı. R. H. Tawney tezi “kaygan, yüzeysel ve gösterişli” olarak nitelendirerek yayınlanmasını engelledi. Eric, Cambridge’deki King’s College’a yaptığı ilk başvuruda, oradaki bir bağışçının “Fabianlarla ilgili anısının Hobsbawm’ın analiziyle hiçbir ilişkisi olmadığını” beyan etmesi nedeniyle, genç araştırma bursu için geri çevrildi. Bu kadarı yeter! Yılmayan Hobsbawm, Sidney ve Beatrice Webb’in on dokuzuncu yüzyıl sonlarında yayımladıkları The History of Trade Unionism (Sendikacılık Tarihi, 1894) adlı çalışmaları için topladıkları basılı materyaller ve sonuncusu 1920’de çıkan sonraki gözden geçirilmiş baskıları hakkındaki bilgisini kullanarak, tüm başvuru sahiplerinden talep edilen burs tezini yeniden yazdı. Hobsbawm, metodolojik açıdan belirleyici olacak bir kararla, alandaki geleneksel bilgelikten kararlı bir şekilde ayrılan “yapısal, sorun odaklı bir tarih” üretmek için yayınlanmış kaynaklar bütününe odaklandı. “Ön taslağını” ” ‘Yeni’ Sendikacılık Çalışmaları, 1889-1914″ olarak adlandıran Hobsbawm, 1870’ten sonra İngiltere’de yeni bir işçi örgütlenmesi biçiminin neden ortaya çıktığı ve daha önce büyük ölçüde örgütsüz olan işçiler arasında nasıl başarı kazandığı sorusunu ele aldı.[22] Tawney’den (yine!) projeyi değerlendirmesi istendi ve zaman baskısı altında yazıldığını kabul ederek bazı iltifatlarda bulundu. İkinci bir okuyucu, muhafazakâr ekonomi tarihçisi T. S. Ashton, daha kategorik bir şekilde reddetti. Eric yine de düşük ücretli olsa da King’s College’da yemek ve kirasız konaklama sağlayan bursu almayı başardı (245-8). Bu bir başlangıçtı.

Hobsbawm’ın emek tarihi, Economic History Review dergisininsayfalarında kendine yer buldu. Tüm derslerin akşamları verildiği Birkbeck’te bir öğretim görevlisi olarak işe başladı. Eric, derslerini üç, en sonunda da iki geceye sığdırmayı başardı. 1954 yılında Hutchinson Kütüphanesi, ünlü liberter sosyalist ve üretken siyaset teorisyeni-ekonomist-tarihçi G. D. H. Cole’un editörlüğünü yaptığı bir serinin parçası olan “Ücretli İşçinin Yükselişi” adlı bir çalışma hazırlaması için onu görevlendirdi. 1955 yılında sunulan kitap reddedildi. Sözde “sakıncalı” materyaller içeriyordu. Hobsbawm’ın haklı olarak saçma bulduğu ve Hutchinson’ın listesinin incelenmesiyle kolayca çürütülebilecek bir iddia olan “herhangi bir bakış açısı olmaksızın yazılmış olmak”, kabul edilebilir bir akademik çalışma için gerekliydi. Hobsbawm tartışmalı bir figür haline geliyor ve muhafazakâr tarihçilerle kamuya açık tartışmalarda çatışıyordu (329-37). Bunlardan biri de Hugh Trevor-Roper’dı. Karl Marx’ın akademik çevrelerdeki önemi konusunda tartıştılar, ancak Trevor-Roper, 1950’lerin kültür savaşlarındaki meslektaşının Stanford Üniversitesi’nde bir dizi konferans vermek üzere Amerika Birleşik Devletleri’ne kabul edilmesini önerecek kadar Soğuk Savaş duruşunda yeterince liberaldi. MI5, Hobsbawm’ın uluslararası anti-Kızıl tugayın çatlaklarından geçip gitmesine çok şaşırmıştı: vize başvurusu İngiliz güvenlik aygıtı tarafından incelenmemişti ve Amerikalılar Eric’in Komünist sicilinden habersiz, hazırlıksız yakalanmışlardı (385). 

Küçük başarılar bir yana, Hobsbawm’ın 1950’li yılları bıkkınlık yıllarıydı. Kişisel (Muriel’in gidişi) ve politik (1956 krizi, hem CPGB hem de Yeni Sol’daki içeriden-dışarıdan statüsünün artan istikrarsızlığı ve Soğuk Savaş’ın akademik kariyerini kısıtlaması) hoşnutsuzlukta birleşti. Hobsbawm, mutsuzluğun panzehiri olarak fikir çalışmalarına ve tensel alemin zevklerine yöneldi. Evans’ın Hobsbawm’ın özel hayatını anlattığı kitabının en iyi bölümlerinden biri, bu alanların Eric’in dışlanmış politik benliğinin özgürce dolaşabildiği caz sahnesinde nasıl bir araya geldiğini araştırıyor. Hobsbawm hakkında az çok bilgisi olan çoğu kişi, onun 1959’da Francis Newton takma adıyla The Jazz Scene’iyayımladığını ve bu takma adı Billie Holiday’in “Strange Fruit” kaydında yer alan komünist bir trompetçiden ödünç aldığını bilir. Newton/Hobsbawm 1956’dan 1966’ya kadar New Statesman için caz üzerine yüzden fazla makale yazdı ve kalemini Soho striptiz kulübünün ticari özü etrafında da büktü. Duke Ellington’ı keşfettiği gençlik yıllarından beri bir caz aşığı olan Hobsbawm’ın, Stalin döneminde Sovyetlerin cazı küçümsemesine ayıracak vakti yoktu (saksafonlar 1949’da SSCB tarafından yasaklandı, binlerce enstrümana el konuldu ve bazı müzisyenler gulaglara sürüldü). Ancak Stalin’in ölümüyle birlikte, caza karşı resmi Komünist tutum 1950’lerin ortalarında yumuşadı ve Hobsbawm’ı Aralık 1955’te BBC için “Louis Armstrong’un Sanatı” üzerine bir program kaydetmeye cesaretlendirdi. MI5’teki görevli dedektifler yayıncılara Eric’in aktif bir komünist olduğunu ve Sovyetler Birliği ile kültürel ilişkileri desteklediğini bildirdiler (358). Gösteri devam etti. Yine de Hobsbawm caz yazılarını ve Londra kulüplerindeki gece gezintilerini hem Komünist hem de akademik çevrelerde bir şekilde kendine sakladı. 

Eric’in inancı, cazın, özellikle de daha ortodoks varyantlarının, kitlesel tüketim tarafından ele geçirilen sanatsal modernitenin krizine bir panzehir olarak radikal bir estetik sunduğuydu. Bu onun Komünist inançlarıyla da uyumluydu. Ayrıca Soho kulüplerini özgürleştirici buluyor ve “gündüz insanlarının hava karardıktan sonra çekingenliklerinden kurtuldukları yerlere” (362) sık sık gitmekten hoşlanıyordu. İçki, uyuşturucu, müzik, ırkçı korumaların kalkması, “piliçler” – kısacası ortam – Eric’i belli ki büyülemişti. O bir gözlemciydi, ama aynı zamanda isteyerek ve mutlu bir şekilde bir katılımcıydı. Artık kırklı yaşlarında olan Hobsbawm, 1958’de Wardour Street’teki bir kulüpte tanıştığı yirmi iki yaşındaki yarı zamanlı seks işçisi ve caz meraklısı bir kadınla süregelen bir ilişki yaşadı. Evans’ın verdiği isimle Jo, kendisini ve küçük kızını geçindirmek ve uyuşturucu alışkanlığını beslemek için sokaklarda çalışıyordu. Jo ile ilişkisi bir arkadaşlık olarak başlayan Hobsbawm, sonunda, “Seninle birlikte olmak isterim,” önerisinde bulunmuş, bunun üzerine Jo’dan boyun eğen bir yanıt almıştır: “Er ya da geç olacaktı.” Hiçbir zaman tam anlamıyla bir cinsel tutku alevine dönüşmeyen bu ilişki bir süre sonra sona erecekti, ama sürdüğü müddetçe Jo ve Eric birbirlerinin ihtiyaçlarını karşıladılar ve birbirlerine arkadaşlık ettiler; bu arkadaşlık bir öpücükten ziyade caza duyulan karşılıklı çekim ve cazın yaş, geçmiş, politika ve karakter farklılıklarını aşan yönleriyle mühürlendi. Hobsbawm için bu kesinlikle aşk değildi ama asla sıkıcı da değildi. Jo ve kızı Brighton’a taşındığında yollarını ayırdılar ve ikisi de irtibatı kaybetti. Yeniden bağlantı kurduklarında, Hobsbawm Jo’ya ara sıra para yardımında bulunmuş ve onu kocasının eski kız arkadaşına sıcak ve dostça yaklaşan ikinci eşi Marlene ile tanıştırmıştır (356-79). 

Hobsbawm’ın caz üzerine yazıları muhafazakâr ve düzensizdi, bebop gibi yeniliklere karşı hoşgörüsüzlüğünü bıktırıcı derecede katı bulanların eleştirilerine maruz kaldı. Eric için caz, siyah yoksulların yaşadığı travmayı ifade eden bir halk deyimi olan Afrika ritimlerinden esinlenen geleneksel bir türdü. Bu özünde siyasi tarihi sulandıran ve yerinden eden her şeye çok az zamanı vardı. 1940’ların ve 1950’lerin caz gökkubbesinin yükselen yıldızlarını – Miles Davis ve Thelonious Monk gibi figürleri – hayal kırıklığı yaratacak kadar dar görüyordu.[23] Trajik ama muazzam bir yetenek olan Billie Holiday için yazdığı ölüm ilanı, Hobsbawm’ın en iyi yönünü ortaya koyuyordu. Yazdığı hiçbir şey Hobsbawm’ın ezilenler için duyduğu tutkulu hissi bu kadar özlü bir şekilde yakalayamamıştır. Hobsbawm, büyük şarkıcıya yük olan ve onu çirkinleştiren acımasız ve şiddetli adaletsizlikle yüzleşirken, insan potansiyelini yok eden şeyin temel nedenlerine baktı. Bu, özünde kapitalist olan ve insan kitlelerinin aleyhine acımasızca işleyen sisteme karşı bir nefreti ortaya çıkardı: “1915’te Baltimore’un zenci gettosunda hem güzellik hem de özsaygıyla doğmak, on yaşında uğradığı tecavüz ve ergenlik çağındaki uyuşturucu bağımlılığı olmasa bile çok büyük bir handikaptı. Ancak, kendini yok ederken, şarkı söyledi, melodisiz, derin ve yürek parçalayıcı. Onun için ağlamamak ya da onu bu hale getiren dünyadan nefret etmemek mümkün değil.”[24]

Hobsbawm, 1950’lerin sonlarındaki bu Soğuk Savaş akademik aşağılamalarından, King Street çatışmalarından ve Soho gezileri ve karşılaşmalarından sonra on yıllar boyunca İngiliz Komünist Partisi içinde içeriden-dışarıdan biri olarak kaldı. İkincisi teselli sağladıysa, ilki sosyalizmle olan ilişkisini netleştirdi. Isaac Deutscher 1957’de Hobsbawm’a Polonya Komünist Partisi’nden ihraç edilmesine izin vermekle hata ettiğini söylemişti. Devrimci bir yenilenme siyaseti için mücadele etmek üzere Komintern içinde kalmadığı için pişmanlık duyan Deutscher, Eric’i partiden ayrılmamaya ikna etmişti (353). Yine de Hobsbawm, Deutscher ile aynı siyasi niyetle hareket etmiyordu. Parti ile ilişkisi, 1956’yı takip eden on yıllarda, disiplinli bir katılımı olsa bile, çok azdı. 

Hobsbawm’ın CPGB ile ilişkisi büyük ölçüde, aşağıda daha fazla bahsedilecek olan entelektüel temaslarda ve MI5’in 1960’lar boyunca Amerika Birleşik Devletleri, Küba, kıta Avrupası ve başka yerlere yaptığı seyahatleri içeren yurtdışı seyahatlerine olan ilgisinde kayıtlıdır. Vietnam Savaşı karşıtı protestolar 1967 ve 1968’de ön plana çıktığında, Hobsbawm da tahmin edilebileceği gibi anti-emperyalist güçlerin yanında yer aldı ve eşi Marlene ve küçük çocuklarıyla birlikte yürüyüşe katıldı. Öğretmenlik görevine getirilen Hobsbawm, öğrenci radikallere on dokuzuncu yüzyıl protestolarının örnek ve derslerinin, şimdi ikinci bir Yeni Sol olarak bilinen davalarıyla bir ilgisi olabileceğini anlatmak için mücadele etti. Hobsbawm’ın neredeyse içgüdüsel olan savaş karşıtı pozisyonları, CPGB ile çok az doğrudan bağlantı içeriyor gibi görünüyordu – görünüşe göre gösterilere Parti birliklerinin bir parçası olarak değil, bireysel olarak gidiyordu. Marlene ile evliliği, 1963 ve 1964’te Andy adında bir oğlu ve Julia adında bir kızının dünyaya gelmesi ve belirli bir tarihçi olarak giderek artan önemi, Hobsbawm’ı İngiliz toplumundaki yeriyle daha önce hiç deneyimlemediği kadar yerleşik bir ilişki içine soktu. Bu durum ve yaşı, onu 1960’ların ortalarından sonlarına kadar süren gençlik isyanının dışında bıraktı; bu isyan coşkusu, daha sonra değerini anlayacak olsa da, Hobsbawm’ı o dönemde şaşkın ve siyasi olarak kararsız bıraktı. Açıkça ifade etmek gerekirse, “görünüş ne olursa olsun, benim kuşağım 1960’larda yabancı kalacaktı.” Hobsbawm daha sonra “1956’dan sonra hayatımda bu kadar az doğrudan siyasi faaliyet olmasına şaşırdım” itirafında bulunmuştur. CPGB içinde 1968’de yaşanan sert çatışmada yer almadı, onun Marksizmi büyük ölçüde “kitap ve makale yazmakla” sınırlı kaldı.[25] Bunlar, görkemli, metropolitan vizyonlarıyla karakterize edilen sentetik ulusötesi tarihlerin dünyadaki en başarılı Marksist tarihçisi olarak ün kazanmasını sağlayacaktı. 

Hobsbawm’ın Avrupa Komünizminin önemli ölçüde kök saldığı İtalya’da soldaki statüsü, yayıncılarının yazılarını teşvik etmesi ve İtalyan Komünist Partisi’nin (PCI) İngiliz siyaseti hakkındaki yorumlarını kabul etmesiyle yükseldi. Yazıları İtalyan partisinin aylık dergisinde düzenli olarak yayınlanıyordu. Hobsbawm ayrıca Komünist bir gazete olan L’Unità’da da düzenli olarakalıntılanıyordu ve İtalya’yı ve onun anti-faşist geleneklerini İngiltere’den daha cana yakın bir siyasi yuva olarak görüyordu. Daha sonra iki dönem cumhurbaşkanlığı yapacak olan önde gelen PCI entelektüeli Giorgio Napolitano ile dostluk kuran Hobsbawm, sosyalizme giden yolun kesin anti-kapitalist kırılmalardan ziyade ara çözümlerle döşeli olduğunu düşünüyordu. Siyasi zorunluluk, parlamenter çoğunluk olasılığını yaratmak için sınıfın ötesine uzanan geniş ilerici ittifakların oluşturulmasını gerektiriyordu. İtalyan Komünizmi bu amaç doğrultusunda çalışıyor gibi görünüyordu ve Hobsbawm, PCI’ın kendisini “sadece bir başka reformist, tedrici partiye, yeni bir Fabianizm türüne” dönüştürmesinden endişe ederek, biraz endişeyle de olsa, kendi payını reform dürtüsüyle paylaştı.[26]

Hobsbawm’ın Avrokomünizm ile olan deneme süreci, onun son ve belki de en talihsiz siyasi müdahalesi olacak bir döneme denk geldi. Hobsbawm 17 Mart 1978’de Marx’ı Anma Konferansı verdi. “Emeğin İleri Yürüyüşü Durduruldu mu?” başlığını taşıyan ve daha sonra Marxism Today ve Verso tarafından yayınlanan konferans, güçlü bir muhalefete ve eleştirel yorumlara yol açtı. Argümanı analitik olarak karmaşık değildi. Saygın bir sendikal hareketin yükselişiyle belirginleşen İngiliz işçi sınıfının ilerleyişi, yirminci yüzyılın ortalarında durmuştu. Değişen ekonomi nedeniyle, on yıllar boyunca işçi hareketine önderlik etmiş olan klasik sanayi proletaryası artık azalmış ve bölünmüştü. “Bir zamanlar kendisi için öngörülen tarihi kaderi gerçekleştiremedi”. Başta İşçi Partisi olmak üzere, her şeyini geleneksel işçi sınıfına dayandıran siyasi partiler, artık uzun süredir devam eden politikalarını ve beklentilerini yeniden gözden geçirme zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. Hobsbawm’ın uyarısından kısa bir süre sonra, onun “grev cenneti 1970’ler” olarak adlandırdığı dönemden önce, İşçi Partisi 1979 seçimlerinde büyük bir yenilgiye uğradı. Bu, 1980’lerin egemen ideolojisi olan Thatcherizm ile yeni bir yukarıdan sınıf savaşı dönemini başlattı. İşçi Partisi artık bir karmaşa içindeydi, bölünmelerle parçalanmış ve hayatta kalma mücadelesi veriyordu.[27]

İşçi Partisi için dışarıdan bir beyin takımı olan Hobsbawm, Tony Benn, “girişimci” Troçkistler ve Arthur Scargill gibi deneyimleri Komünist ve İşçi Partileri arasında köprü kuran endüstriyel militanlardan oluşan “Sol”a karşı tavır aldı. “Neil Kinnock’un en sevdiği Marksist” olarak adlandırılan Hobsbawm, 1980’lerde İşçi Partisi solunun yenilgiye uğratılmasında yararlı olduğunu kanıtladı; argümanları, gerçekte var olan siyaset alanını Thatchercı gericiliğe bırakma tehdidi oluşturan bir aşırılık olarak gördüğü şeye karşı ortaya kondu. Bu sözde rasyonel seçimin merkezinde sınıfın ve elbette sınıf mücadelesinin önceliğinin inkarı vardı. İhtiyaç, İşçi Partisi’ni entelektüellerin ve “yeni sınıfların” ön plana çıkacağı daha geniş seçim bölgelerine (aslında hiçbir zaman marjinalleşmemiş olan) yönlendirmekti.[28] Bu yıllarda Hobsbawm’ı sık sık vitrine çıkaran yenilenmiş Marxism Today’ineditörü Martin Jacques, onu “İşçi Partisi’nin entelektüel gurusu… Komünist bir entelektüelken solun entelektüeli haline geldi” (522) diye vaftiz etti. Elbette asıl soru Hobsbawm’ın hangi sola hizmet ettiğiydi. Hobsbawm, İşçi Partisi’ni “adil, özgür, sosyal açıdan adil bir topluma” adanmış “geniş bir halk partisi” olarak yeniden canlanmaya ve kendini yeniden oluşturmaya zorlayarak, Bennci solun İşçi Partisi içindeki herhangi bir ilerlemesini engellemeye kesinlikle yardımcı oldu.[29]

Talihsiz Kinnock’un liderliğindeki İşçi Partisi’nin 1992 seçimlerindeki çöküşünden sonra, İşçi Partisi siyasetinin radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesi gündemdeydi. Tony Blair’in Yeni İşçi Partisi’nin gelişiyle birlikte sosyalizmin İşçi Partisi içinde yok olması kesinleşti. Hobsbawm’ın Tuhaf Zamanlar’ıyaşananlarıdeğerlendirirken, Hobsbawm’ın yakındığı Blairizm’in yükselişinde Eric’in ne ölçüde sorumluluk taşıdığını görmezden gelen Evans’tan çok daha mantıklıdır (522). Olanlara dönüp baktığında Hobsbawm, Kinnock ve İşçi Partisi’nin 1992 seçimlerini kazanamamasını hayatının “en üzücü ve en umutsuz” siyasi deneyimi olarak sayar ki bu, 1933, 1937, 1956, 1989-1990 ve diğer hayal kırıklığı dönüm noktalarını yaşamış biri için oldukça şaşırtıcı bir itiraftır. Anderson haklı olarak şu yorumu yapar: “Böylesine saçma bir şişirme, Gaitskell’in eski sloganı olan ‘İşçi Partisi’ni kurtarma mücadelesi’nin tarihçide geçici olarak yol açtığı gerçeklikle temas kaybının bir ölçüsüdür.”[30]

Sol siyaset yirminci yüzyılın sonunda kuşkusuz duraklamıştı. Ancak Hobsbawm’ın öne sürdüğü ve alacakaranlık yıllarının en önemli siyasi müdahalesinin vurguladığı gibi, sınıfın yüzyılın ortalarında durduğu fikri analitik olarak ikna edici değildi ve siyasi olarak muhafazakar bir geri çekilmeydi. Genç Eric ilk kez 1930’ların başında işçilerle aynı safta yer almış ve Hobsbawm’ın daha sonra dünyanın en tanınmış Marksist tarihçisi haline gelmesinde, işçi sınıfı onun ilk çalışma konusu, önemli bir toplumsal güç ve hayati derecede önemli bir analitik kategori olmuştu. Ne kadar basitleştirilmiş ve tarihsel olarak erken bir argüman olsa da ileriye doğru yürüyüşünün durduğunu belirtmek, siyasi durumun bir tanımı olarak mutlak yanlış değildi. Ancak bu hayal kırıklığı yaratan gerçekliğin artık geri dönülmez bir şekilde sert bir geri dönüş siyasetinin taşına kazındığını ve sınıf mücadelesi siyasetinin yerini alan tamamen yeni bir yönelimi gerektirdiğini ima etmek, ilgili kavramsallaştırma ve siyaset projesini tam da daha derin bir incelemenin talep edildiği noktada durdurmaktı. 

Hobsbawm’ı kendi ılımlı sosyal demokrat siyasetine asimile eden Evans, Hobsbawm’ın her zaman “İngiliz İşçi Partisi’ne komünist bir örgüte benzeyen herhangi bir şeyden daha yakın” olduğu konusunda ısrar eder. Evans, Eric’in siyasi bağlılığını İngiliz Komünist Partisi’nden İtalyan Komünist Partisi’ne aktardığını kabul etse de, ikna edici bir şekilde kanıtlanmaktan ziyade ileri sürülen bu iddia, Hobsbawm’ın 1956’da komünizmden kesin olarak koptuğu şeklindeki savunulamaz önermeye dayanmaktadır (661). Hobsbawm’ın yazdığı tarihlere bakmak, onun uluslararası komünizmle, onu kontrol eden güçlerle ve tarih içindeki yaşamına bu kadar güçlü bir şekilde etki eden siyasetle olan ilişkisini anlamanın başka bir yolunu önermektedir. 

Faillik ve Belirlenim: Siyaset ve Bir Metropol Marksistinin Oluşumu 

Evans, Hobsbawm’ı ve siyasetini tarihin içine yerleştirme konusunda bocalıyorsa, onun öznelliğinin yazılı tarihlerine dair yorumu da eksiktir. Tarihte Bir Yaşam’a burjuva duyarlılığı hâkimdir; Evans, Hobsbawm’ın 1962-1987 yılları arasındaki maaşını, emekli maaşını, serbest gelirlerini ve beyan ettiği harcamalarını gösteren bir grafik bile sunar (493). Hobsbawm kitap sözleşmelerinin kayıtlarını oldukça titiz bir şekilde tuttuğundan, hayatının son otuz yılında geçimini telif ücretlerinden, ders ücretlerinden ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki öğretmenlik görevlerinden sağladığından, Evans, bir edebi failin arşiv kayıtlarına erişimle desteklenen satışlar, avanslar ve kazançlar hakkında bir ayrıntı hazinesine sahiptir. Bu muhasebe verilerini perakende satmaktan zevk alır. Bir İngiliz Marksist’in 1950’lerin sonu ve 1960’ların başında hayal kırıklığı yaratan satışlara sahip bir yazardan, 100.000 Sterlin’i aşan avanslara hükmeden bir yayıncı yıldızına nasıl dönüştüğünü iyi aktarır. Yine de Eric’in bile kayıt tutarken ve gözünü ödeme ödülüne dikmişken hata yapabileceğini de ortaya koyar. Hobsbawm, Komünist Manifesto‘nun gösterişli bir yeniden basımına uzun bir giriş yazarak Verso’nun en çok satanlar listesine katkıda bulunduğunda, solcu yayıncı Eric’e sözleşmede öngörülen telif ücretini ödemedi. On iki yıl sonra, Hobsbawm’ın temsilcisinin tespit ettiği üzere, Verso ona 20.678,19 sterlin (607) borçluydu. 

Bu tür bilgiler, ki sunulan çok fazla bilgi var, Hobsbawm’ın yazılarının özüne ilişkin gerçek tartışmayı bastırma eğilimindedir ve bu da oldukça kısa bir süre alır. Evans’ın Hobsbawm’ın kitapları hakkında söylediklerinin çoğu, derinlikli ve ilgili bir okumadan ziyade özetler ve eleştirilerden alıntılar şeklindedir. Evans’ı büyüleyen Hobsbawm’ın sayfalarının hacmi ve parasal değeridir, analitik katkıları ya da metodolojik yaklaşımları değil. Bu talihsiz bir durum, çünkü Hobsbawm’ın bir tarihçi olarak katkısı ve ayırt ediciliği, tarih içindeki siyasi yaşamı ve tarihsel yorumu belirli, genellikle benzersiz yollarla ele alma kapasitesiyle ilişkilendirilebilir. 

Hobsbawm’ın yazılı tarihleri, 1940’lar ve 1950’lerde yazmaya başlamasından itibaren, Komünist Parti Tarihçileri Grubu’ndaki pek çok yazıyı canlandıran faillik ve belirlenim çatallanmasıyla boğuştu. Bir emek tarihçisi olarak yaptığı ilk girişimlerde, failliği belirlenime başvurarak açıklamıştır. Makaleleri, işçi sınıfı tarihine en etkili katkısı olan Labouring Men: Studies in the History of Labour (1964)da bir araya getirildiburada bir araya getirilen makaleler, genellikle belirli sınıf pratiklerini ve emek seferberliklerini ticaret döngüleri ve diğer ekonomik belirleyiciler içinde konumlandırıyordu. Hobsbawm, özgün ve etkileyici bir emek tarihi makalesi olan “On Dokuzuncu Yüzyıl Sanayisinde Gelenek, Ücretler ve İş Yükü”nde emek sürecinin değişen ritimlerini incelemiştir. Kapitalist rasyonelleşme kendini kabul ettirdikçe, hem işverenlerin hem de çalışanların bilincine işin bir meta olduğu damgasını vurarak, hem ürünü hem de ücreti endüstri ilişkilerinde giderek “oyunun kuralları” olarak kodlanan mücadeleler yoluyla belirlenmeye başladı. Kıta Avrupası, Amerika Birleşik Devletleri ve (çoğunlukla) Britanya’da kaleme alınan bu geniş kapsamlı makale, neredeyse tamamen basılı birincil kaynaklara ve geniş bir ikincil literatür taramasına dayanıyor; neredeyse hiç arşiv araştırması içermiyor. Hobsbawm’ın yöntemi, bir metropol kütüphane sisteminden bir araya getirilebilen basılı materyalin bakış açısından sınıf deneyimini incelemek, belirsiz halklar ve olaylar hakkında yeni ve taze keşiflere odaklanmak yerine, bir sorunu hedef alan ve tarihsel yeniden yorumlama ile sonuçlanan yollarla ele alan geniş bir genel bakış oluşturmaktı.[31]

Elbette Hobsbawm hiçbir zaman dar anlamda bir emek tarihçisi olmadı. 1950’lerdeki en etkileyici ve özenle tartışılmış makalelerinden biri, çözümü kapitalizmin sonraki zaferinin önünü açan on yedinci yüzyıl krizinin bir kazısıydı. Hobsbawm, bir kez daha çözülmesi gereken yorumsal bir sorun tarafından düzenlenen ve İngilizce, Fransızca, Portekizce ve Almanca yayınlanmış kaynaklardan yararlanan bu analitik açıdan kapsamlı makalesinde, eski Avrupa feodal ekonomisinin kendi iç çelişkilerinin kurbanı olarak nasıl kendi üzerine çöktüğünü özetledi. İlerici yeni ekonomiler ortaya çıkmış, mutlakiyetçiliği ve onun kıtasal metropol merkezlerini güçlendirmiş, özellikle toplumsal olarak dönüşüme uğramış İngiltere’de iç pazarları genişletmiş ve Yeni Dünya’nın plantasyon üretimleri ile hem hasatlarını sürdüren hem de pamuk fabrikası gibi Sanayi Devrimi’nin temel dayanaklarının nihai yükselişini teşvik eden köle ticaretinin ikiz sütunları olduğu yeni bir sömürgeciliği doğurmuştur.[32]

Hobsbawm’ın faillik ve belirlenimle mücadelesi anlaşılır bir şekilde 1950’lerin sonlarında en iradeci halini aldı. King Street Marksizmi’nin bürokratik kemikleşmelerinden duyduğu hoşnutsuzluk doruk noktasındaydı ve kişisel yaşamı, geleneksel davranışlara meydan okuma isteğiyle yankılanan isyankâr cazın sesleriyle doluydu. Emek tarihçiliği, Soğuk Savaş düşmanlığının tuğladan bir duvarıyla karşılaştı. Bu durum, muhtemelen Hobsbawm’ın orijinal arşiv araştırmalarına dalmaktan uzak metropolitan yöntemiyle bir ilgisi olan yayın reddi ile pekiştirildi. Tüm bunlar belki de Eric’i yeni bir yaklaşım aramaya ve bunu meşrulaştırmaya itti; ilk başta üstünlük tanınan failliğin giderek belirlenim sınırları içine hapsedileceği bir yaklaşım. 

İtalyan bağlantıları Hobsbawm’ı köylü kültürlerini, özellikle de “siyaset öncesi” olsa da isyan duruşlarıyla kesiştikleri için incelemeye itti. Antonio Gramsci’nin (İtalyan devrimciden alıntı yapmanın moda olmasından onlarca yıl önce) hacimli, ancak anlaşılması güç hapishane yazılarıyla erken bir ilişkisi, madunlara olan ilgisini artırdı. Hobsbawm’ın geriye dönük olarak CPGB’ye bağlı kalmaya karar vermesinde belirleyici olduğunu söylediği Deutscher’in tavsiyeleri kadar, bu yeni araştırma ilgisi de Eric’e pragmatik bir gerçekliği empoze etmiş olabilir. Komünist bağlantıları, Moskova ve ona bağlı partilerle tüm bağlarını koparması halinde kısıtlanacağı ve dışlanacağı insanlara, hatta yerlere erişim sağlıyordu. 

New Statesmen’dekiFrancis Newton yazılarının çoğu ve The Jazz Scene ile aynı zamanda yazılıp yayınlanan İlkel Asiler, Hobsbawm’ın metropolitan yöntemini izledi ve esas olarak basılı kaynaklara dayandı. Kitap, bu basılı metinleri, ele aldığı haydutlar, mafyalar, binyılcılar, anarşistler, faşistler, çeteler ve işçi tarikatları hakkında bilgi sahibi olan ve bazı durumlarda bunlarla doğrudan ilişkili olan kişilerle yaptığı çok sayıda tartışma ve konuşmayla (resmi görüşmeler olmasa da) tamamlıyordu. Bu kitap aynı zamanda Hobsbawm’ın tarihsel çerçevesinin antropolojik duyarlılıklara olan ilgisiyle zenginleşmesini sağlamıştır.[33] Hobsbawm’ın İlkel Asiler’iokuyucuların, Hobsbawm’ın çok çekici bulduğu arkaik kışkırtıcıların “derileri içinde düşünmelerini ve hissetmelerini” sağlamak için özen göstermiştir.[34] Kitabı History Today‘de değerlendiren Christopher Hill, İlkel Asiler’in“insanlıktan ve mütevazı insanlara duyulan derin sempatiden” ilham aldığını düşünür.[35] Bu yönüyle kitap, Hobsbawm’ın Billie Holiday için yazdığı ölüm ilanıyla örtüşür ve ezilenlerin direncine bir övgü niteliği taşır. Bu analitik vurgu, 1969’da yayınlanan ve Hobsbawm’ın erişimini Meksika, Brezilya, Peru, Çin ve diğer Avrupa dışı ülkelere genişleten geniş kapsamlı bir metin olan Eşkiyalar’da da belirgindi – bu, Hobsbawm’ı Latin Amerika’ya götüren ve ona bölgenin devrimci olasılıklarını aşılayan bir yazıdır. Bu noktadan sonra Hobsbawm’ın Brezilya, Peru ve Kolombiya gibi ülkelere olan ilgisi belirginleşti ve 1960’lar boyunca ve 1970’lerde buralara seyahat etti. İlkel Asiler ve Eşkiyalar, diğer yazıları kadar, Küresel Güney’de büyük önem taşıyan “sosyal eşkiyalık” adlı bir çalışma alanının kurulmasına yardımcı olmuş, Hobsbawm’ın uluslararası ününü pekiştirmiş ve kitaplarının mülksüzlerin çoğunlukta olduğu kalabalık pazarlarda gelecekte de satılmasını sağlamıştır. MI5, özellikle Hobsbawm BBC yayınlarında yer aldığında her zamanki endişeli halini takınırken, CPGB, gezgin partizanın Latin Amerika hakkındaki görüşlerinden haberdar olmasına rağmen Hobsbawm’a kulak asmadı. Salvador Allende yönetimindeki Halk Cephesi hükümeti Şili’de sosyalizme barışçıl bir geçiş vaat ettiğinde, Eric bunun “heyecan verici bir olasılık” olduğunu düşündü (404-9). Ardından gelen kan banyosu şüphesiz onu demoralize etti. 

Hobsbawm böylece siyasetinde olduğu gibi yazılarında da faillik ve belirlenimle boğuşmuştur. Kapitalist gelişme kavramsallaştırmasının ekonomiler, politikalar ve ideolojilerin yanı sıra kültürel ve toplumsal yaşamdaki gelişmelerin tutarlı bir iskeletini sağladığı metropolitan Marksizmi, Hobsbawm’ın mevcut yazıları tüketme konusundaki iştahına ve genelleme konusundaki metodolojik tutkusuna uyuyordu. Yorumlayıcı problem çözme, tarih yazımının varlık sebebiydi. British Museum’da, Harvard’daki Widener Kütüphanesi’nde ya da Roma’daki Giustino Fortunato Kütüphanesi’nde, seçtiği herhangi bir tarihsel konuyu görmekten büyük keyif alıyordu. Bu bakış açısından, belirlenim her zaman failliği gölgede bırakacaktı. Bilinçli bir karar olsun ya da olmasın, 1960’ların başında Hobsbawm, mevcut basılı kaynakların geniş bir okumasıyla geliştirdiği analitik damıtma ve kapsamlı sentez yeteneklerini iyi bir şekilde kullandığı özel bir tarih türünü tercih etti. Siyaseti gibi, yazarlığı da aşırı belirlenmiş olduğunu kanıtladı. Hobsbawm’ın yöntemi, fail/belirlenim ikileminin belirli bir tarafında yer almaya mahkumdu. 

Devrim Çağı’nın: 1789-1848 (1962)’nın önsözünde Hobsbawm kendi yaklaşımını Fransızların “haute vulgarisation” olarak adlandırdığı yaklaşımın bir örneği olarak tanımlamıştır. Akademisyenden ziyade eğitimli okuyucu için yazılan bu tür kitaplar, ilgili literatürden aşırı alıntı yapmakla yükümlü değildir. Hobsbawm’ın elinde bu tür çalışmalar, teorik duruş olarak yorumlanabilecek herhangi bir şeyi detaylandırmayı reddettiği gibi, kaygıları ve düzenleyici varsayımları bakımından Marksistti. Onlarca yıl süren çalışmaların toplam sonucu, Hobsbawm’ın imzası niteliğindeki Çağ serisi, Avrupa’ya odaklanan orijinal odağından genişleyen, görünüşte küresel bir erişime sahip bir modern tarih tetralojisi olacaktı. Altyapı ve üstyapı, Hobsbawm’ın uzun on dokuzuncu yüzyıla (1789-1914) ilişkin orijinal sunumlarını açıkça düzenliyordu, ancak kavramlar anlatıya hakim olmaktan çok onun içine gömülmüştü. Sınıf mücadelesi bile, zamanın belirlenimlerinin ötesine ulaşmaya yönelik aşkın çabasından ziyade sınırlılıklarını öne çıkaran şekillerde sunulmuştur.[36]Sermaye Çağı: 1848-1875 (1975) adlı kitabında Hobsbawm, 1848 ve devrimci “Halkların Baharı” hakkındaki sözlerini, meydan okumanın değil kısıtlamanın hüküm sürdüğüne dair ölçülü bir ısrarla bitiriyordu: 

Emekçi yoksullara gelince, siyasi bir alternatif oluşturacak örgütlülükten, olgunluktan, liderlikten ve belki de en önemlisi tarihsel konjonktürden yoksundular. Toplumsal devrim ihtimalini gerçekmiş gibi gösterecek kadar güçlü olsalar da düşmanlarını korkutmaktan fazlasını yapamayacak kadar zayıftılar.[37]

Sermaye Çağı, kapitalizmin on dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki önemli gelişmeler üzerindeki hegemonik hakimiyetini hiçbir zaman gözden kaçırmamış, birikimin ve kazanımlarının sınıfsal anlatısını ne kadar çekici olursa olsun bir direniş tiyatrosuyla sonlandırmamayı tercih etmiştir. Hobsbawm, çalışmasını Paris Komünü’nün sınıf mücadelesinin yüksek notasında sonlandırma dürtüsünden kaçınarak, “Dramanın ve gerçekliğin talepleri, çoğu zaman olduğu gibi, aynı olmadığını” ifade etmiştir.[38]

Hobsbawm’ın sırasıyla devrim ve sermaye çağlarına ilişkin incelemeleri gelişmelerle (ekonomi, siyaset ve büyük değişimler) başlamış ve sonuçlarla (toprakta, şehirlerde, sınıf faaliyetleri ve ideolojiler aracılığıyla ve bilim ve sanatta) sona ermiştir. İmparatorluk Çağı: 1875-1914 (1987) bu sezgisel yapılanmayı, ekonomiye öncelik vermeye devam ederken siyaset, toplum ve kültürün geniş kapsamını koruyan tek bir bölüm dizisine dönüştürmüştür. On dokuzuncu yüzyıl ortası burjuva toplumunun yerleşik rahatlığı ve güveni, İmparatorluk Çağı’ndayerini yeni kurumsal örgütlenme biçimlerine ve tehdit edici toplumsal hareketlere bıraktı. Bu durum, eşitlik cephesini ataerkil iktidarın temellerini çatlatacak şekilde genişleterek liberalizmin krizine yol açmıştır. Hobsbawm, İmparatorluk Çağı’ndailk kez kadınları ele almaya çalıştı, ancak bu çaba, onun kapsayıcı jestini çok az, çok geç ve artık toplumsal cinsiyetle ilgili geniş literatür hakkında çok bilgisiz olarak gören birçok feministin gözünde başarısız oldu.[39] Sonuç, kendi sınırlarının ötesindeki bir olayı, 1917’yi beklerken, burjuvazinin kendi devrimci kuyruğuna takıldığını görmekten memnuniyet duyan bir kitaptı. Hobsbawm, kitabı “bir burjuvazinin ya da en azından gençliğinin ve entelektüellerinin önemli bir kısmının” “isteyerek, hatta hevesle uçuruma daldığı” gibi tuhaf bir olguyu gözlemliyoruz, diye bitirir.[40]

Belirlenim açıkça zafer kazanmıştı. Bu, işçi sınıfı failliğine dair ciddi bir incelemeyi büyük ölçüde bastırır. Küreselleşme, bu terim meydan okuma siyasetinde boğucu bir yer edinmeden çok önce, İmparatorluk Çağı’nıniçinden bir elektrik akımı gibi geçiyordu. “Dünya İşçileri” ele alındığında, bu durum işçi sınıfı yaşamıyla anlamlı bir ilişki kurma yolunda pek bir şey bırakmadı. Muhafazakâr yorumcular bile Hobsbawm’ın “proletaryaya” bu kadar az ilgi göstermesine biraz şaşırmışlardır (539). 

Aşırılıklar Çağı: Kısa Yirminci Yüzyıl 1914-1991 (1994) adlı kitabında Hobsbawm bu belirlenim anlatısını karartıyor. Savaşlar ve kıtlık; devrimler ve bunalımlar; hedonizm kültürleri ve kişilik kültü; kazanılan ama her zaman kaybedilen refah ve işçi sınıfı hakları; sosyalizmin sonu ve kargaşanın hızlanması – hepsinin üzerinde toplumsal ölüm ve yaklaşan ölüm tehdidi beliriyor. İmparatorluk Çağı’ndaburjuvazinin parçalanmasından yola çıkan Hobsbawm, Aşırılıklar Çağı‘ndauygarlığın çözülüşünün ana hatlarını çizer. Bir sınıf olarak burjuvazi neredeyse hiç yer almaz. Elbette işçiler de bu rahatsız edici trajedinin sahnesine belirli aralıklarla çıkmaktadır, ancak onların failliği, ışığı sürdürme mücadelelerine karşı çıkan kişisel olmayan güçlerin eline su dökemez. Dünya 1914 ile 1945 arasında “bir felaketten diğerine tökezlerken” sınıf siyaseti -Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla kaydedilen ilerlemeler dışında- büyük ölçüde sönmüştür. Stalin’in liderliğinin acımasızlığı bir yana, Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizmi askeri olarak yenilgiye uğrattı. Sonrasında ise, Batı’nın gelişmiş kapitalist ekonomilerinin işçilere ve mülksüzleştirilmiş geniş kesimlere sunduğu, onları kendi kaderlerini kabullenmeye zincirlemek için daha iyi olan, görünüşe göre Komünist “totalitarizm” altında hayal edilebilecek her şeyden daha üstün reform türlerini gerektiren bir Soğuk Savaş folyosundan başka bir şey değildi.[41]

Evans, Aşırılıklar Çağı’nıHobsbawm’ın en başarılı kitabı olarak sunuyor: Otuzdan fazla dile çevrilmesi ve olağanüstü satışları, prestijli ödüllerinden bahsetmeye bile gerek yok, Hobsbawm’ın uluslararası alanda kanonlaşmasına yardımcı oldu. Yine de eleştiriler genellikle övgü dolu olmaktan uzaktı. Pek çok kişi Hobsbawm’ın yeterince küresel bir erişime sahip olduğu konusunda ikna olmamıştır. Hobsbawm’ın analizinin Avrupa-merkezci odağı, Devrim Çağı’nıncoğrafi odak seçiminde belirgindi, ancak bu kaçınılmaz olarak Haiti’deki önemli gelişmeleri kenarda bıraktı. Mekânsal olarak daha az kısıtlı olan sonraki ciltler yine de Çin ve Japonya’yı bir şekilde kenara itmiş, Afrika’nın büyük bir bölümünü es geçmiş ve hatta ABD’ye gelişmelerinin gerektirdiğinden daha az yer vermiştir. Milliyetçilik çalışmalarına aşina olanların çok azı Hobsbawm’ın bu konunun hakkını verdiğini düşünmektedir.[42] Feministler, Hobsbawm’ı kadınları ve toplumsal cinsiyeti analizine dahil etmedeki başarısızlığı nedeniyle, en azından geniş bir okumayı ve çağdaş anlayışların farkındalığını yansıttığını düşündükleri şekillerde eleştirmeye devam ediyorlar. Bu ve diğer eleştiriler bir yana, Aşırılıklar Çağı Hobsbawm’ın kamusal bir entelektüel olarak itibarını sağlamlaştırdı; başka hiçbir tarihçi ne onun okur kitlesine ne de küresel geçerliliğine sahipti. Eric’in şöhret statüsüne ulaştığı ve İşçi Partisi lideri ve nihai başkan Luiz Inácio Lula da Silva ile arkadaş olduğu Brezilya’da kitabın satışları 300.000’i aştı. Tüm yayınları dikkate alındığında, bir milyondan fazla kitabı satın alınan Hobsbawm, ülkedeki diğer tüm kurgusal olmayan yazarlardan daha fazla satmaktadır (577-9). 

Kamusal alandaki bu yükseliş nasıl açıklanabilir? Marksizm reddedilirken ve gerçekte var olan sosyalizm neredeyse her yerde patinaj yapıyor gibi görünürken, inkar edilemez bir şekilde komünist bir tarihçi saygı duyulan ve uluslararası alanda takdir gören bir entelektüel olarak kaldı. Kuşkusuz, Hobsbawm’ın yetenekleri haklı olarak aldığı takdiri hak ediyor. Bilgelik, argümanların netliği ve maddi hususların önceliği konusundaki ısrarı, sanatsal ve bilimsel gelişmeler yelpazesindeki kozmopolit bir erişimle zenginleştirilmiştir. Biçim ve özün bu birleşimine, kavramsal titizlik ve ölçülü düşünme tarafından yönetilen ampirik kanıtların ikna edici ve etkileyici bir şekilde bir araya getirilmesinin yanı sıra, yalnızca tarihte değil, ekonomi, sosyoloji, antropoloji ve siyaset biliminde de kapsamlı ve çok dilli yazıların metropolitan bir ustalığı eklendiğinde, sonuç etkileyici olmaktan başka bir şey olamaz. Hobsbawm’ın daha sonraki yayınlarındaki bu önemli olağanüstü özellikler yığını, onu geç kapitalizmin eleştirmenler korosu arasında ister istemez üstün bir konuma yükseltmiştir. 

Hobsbawm’ın ahlaki öfkesi, belirlenimin kötülüğe doğru inişini detaylandırmaya yönelik amansız çabasında Marksist analitik çerçevesini gölgede bırakma eğilimindeydi. Terry Eagleton’ın da belirttiği gibi, Hobsbawm sonraki yıllarında sık sık “Tarih’in kendisi” sanki “alaycı, her şeyi gören, tarafsız” ama giderek karanlıklaşan “bilgeliğiyle” konuşuyormuş gibi yazmıştır.[43] Sonuç, önceki Çağ ciltlerinde belirgin olan zorlayıcı açıklama türlerine daha az özen gösteren bir analizdir. Hobsbawm’ın 1990’lar ve 2000’lerdeki yayınları, okuyucularını yorumlayıcı kaslarının gerilmesini gerektiren türden bir tarihsel materyalist yorumla zorlamaktan çok, kapitalist krizin nedenselliğini, belirlenimin dünya halklarını kararlı bir şekilde döverek onların failliklerini sınırlayan ve koşullandıran şekillere soktuğu örsü ele almaktan kaçınmaktadır.[44] Bir yazar ve modern zamanların vakanüvisi olarak yadsınamaz gücüyle bağlantılı olarak Marksizmin bu şekilde küçümsenmesi, Hobsbawm’ın itibarının muhtemelen en az Marksist olan kitabıyla nasıl yükseldiğini ve Evans’ın deyimiyle onu “Ulusal Hazine” mertebesine nasıl yükselttiğini açıklamak için bir yoldur. 

Yirminci yüzyılın sonlarının kaotik vahşeti ve acımasız eşitsizliği, Hobsbawm’ın kısa yirminci yüzyılın savaşlarına, kıtlıklarına, katliamlarına ve idamlarına atfettiği 187 milyon ölüme kaydedilen barbarlığın bilançosuna haklı bir öfke duymak için yeterliydi. Hobsbawm’ın düşmanlığı ne kadar anlaşılabilir olsa da bu, bir tür yorumsal geri çekilmeye dönüştü. Tarihsel olaylara mantıksızlık, saçmalık ve anlaşılmazlık eklendiğinden, açıklama yerini şaşkınlığa bıraktı ve onları “tarihçinin kavrayışının ötesinde” bıraktı. Aşırılıklar Çağı’nın yayınlanmasıyla birlikte Hobsbawm, insanlığın tutkulu bir savunucusu olarak yazıyordu, ancak kapitalizmin gidişatını ifade etmekte ya da sosyalizmin çöküşünü açıklamakta giderek yetersiz kalıyordu. Belirlenim yıkıma dönüşürken, Hobsbawm’a göre kıyametin köpekleri Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle serbest kalmış gibi görünüyordu. Anderson’ın “tarihin sonu”nun bir varyantı olarak gördüğü, edinimci bireyciliğin “vahşi içgüdülerini” serbest bırakan Hobsbawm, yeni bir yüzyılın arifesinde “gerçek büyüklüğü” çok az anlaşılan bir “trajedi” olarak yakınıyordu.[45] Bu durum kuşkusuz kitlesel bir okur kitlesine Marksizmin zorlu analitik titizliğinin gerilediği bir konfor alanı sağladı. Hobsbawm’ın bir yazar olarak geçirdiği evrim ve daha sonraki yayınları, tarihsel sürecin ilerici öfkeye hitap eden tek taraflı bir yozlaşma tasvirini ikame etme eğilimindeydi, ancak kapitalizmi ve krizin yapısal kaçınılmazlığını sosyalizmin gerekliliğinin varlık nedeni olarak ele almak gibi daha zor, çok boyutlu, tarihsel materyalist sorumluluğu atladılar. 

Marx’ın Hemen Sağında 

Hobsbawm, Komünist Parti Tarihçiler Grubu’ndaki çağdaşlarından daha uzun yaşadı ve doksan beş yaşında, 2012’de son çetin mücadelesini verene kadar ölümden uzak durdu. Kalıntıları, eşi Marlene tarafından Highgate Mezarlığı’nda kendisi için temin edilen bir mezarlıkta bulunmaktadır. “Eski bir Troçkist ve şimdi Brexitçi olan damadı Alaric Bamping’in alaycı yorumu “Karl Marx’ın hemen sağında” şeklindeydi (654). Hobsbawm’ın hayatında çok sayıda ironi vardır, ancak belki de en büyüğü, kararlılığın varlığını emrettiği kadar, sınırlamalarını da uzak tutmak için çok şey yapmış olmasıdır. Tarihler yazdı – her zaman kendi seçtiği gibi değil, ama yaptı. Bizler onun gölgesinde yaşıyoruz. Çok az kişi Hobsbawm kadar geniş, etkili ve neredeyse kesin olarak sürekli bir şekilde gölgesini yaymayı başarabilir.

Evans son ironiyi ortaya koyuyor. Hobsbawm hayatı boyunca işleyicilere direndi, ancak ölümünde bir tanesine boyun eğdi. Hobsbawm, biyografi yazarını seçme şansı olsaydı, Evans’ın bu görevi üstlenmesine pekâlâ onay verebilirdi, çünkü Evans’ın “Ulusal Hazine” olarak ününü zedelemeyeceğini muhtemelen sezmişti. Hobsbawm’ın enternasyonalist duyarlılıklarına sahip bir Marksist için böyle bir tanımlama, kendisini her zaman “kendini bulduğu yere tamamen ait olmayan biri” olarak gören, hiçbir ulusal varlıkla özdeşleşmeye değer vermeyen “Kızıl Eric” için kesinlikle alay konusu olurdu.[46] Ancak aynı zamanda, Evans’ın anlattıklarıyla daha yakından tanıdığımız Hobsbawm, bu şekilde övülmekten kuşkusuz özel bir zevk alırdı.[47]


Bryan D. Palmer – “Hobsbawm’s Century“, (Erişim Tarihi: 11.10.2024)

Çeviri: Yener Çıracı


Bu içerik birdunyaceviriblog ile işbirliğimizin bir parçasıdır. Sitelerini ziyaret etmek için tıklayınız.


Kaynakça

  • [1] A standard overview of the British Marxist historians is Harvey J. Kaye, The British Marxist Historians: An Introductory Analysis (Cambridge: Polity, 1984). Recent studies parse homogeneity with insightful commentary on particular issues, such as the national question, revealing significant differences among the British Marxist historians. See, for instance, Wade Matthews, The New Left, National Identity, and the Break-up of Britain (Leiden and Boston: Brill, 2013). See also Bryan D. Palmer, “Hobsbawm’s History: Metropolitan Marxism and Analytic Breadth,” in Palmer, Marxism and Historical Practice, Volume II: Interventions and 
    Appreciations (Chicago: Haymarket, 2017), 251–53.
  • [2] Christopher Hill, “The Shock Tactician,” Times Higher Education Supplement, 7 October 1994.
  • [3] Note, for instance, Eric Hobsbawm, “What is the Workers’ Country?” in Hobsbawm, Workers: Worlds of Labor (New York: Pantheon, 1984), 49–65. See also Perry Anderson, “The Vanquished Left,” London Review of Books,  3 October and 17 October 2002, in Anderson, Spectrum: From Right to Left in the World of Ideas (London and New York: Verso, 2007), 311.
  • [4] Pieter Keuneman, “Eric Hobsbawm: A Cambridge Profile, 1939,” from Granta, 
    7 June 1939, reprinted in Raphael Samuel and Gareth Stedman Jones, eds., Culture, Ideology and Politics: Essays for Eric Hobsbawm (London: Routledge & Kegan Paul, 1982), 366–8. See also Eric Hobsbawm, Interesting Times: A Twentieth-Century Life (London: Allen Lane, 2002), 98–9, which also addresses the Apostles, 101, 107, 120, 187–90.
  • [5] Eugene D. Genovese, “The Politics of Class Struggle in the History of Society: An Appraisal of the Work of Eric Hobsbawm,” in Pat Thane, Geoffrey Crossick and Roderick Floud, eds., The Power of the Past: Essays for Eric Hobsbawm (Cambridge and London: Cambridge University Press, 1984), 13–36. Hobsbawm advocated that social history break out of its fragmenting impulses. See Hobsbawm, “From Social History to the History of Society,” Daedalus 100 (Winter 1971), 20–45.
  • [6] Samuel and Stedman Jones, eds., Culture, Ideology and Politics,  ix; Henry Abelove et al., eds., Visions of History: Interviews with E. P. Thompson, Eric Hobsbawm … (New York: Pantheon, 1983), 39–40.
  • [7] Eric Hobsbawm, The Age of Empire, 1875–1914 (London: Weidenfeld and Nicholson, 1995), 330.
  • [8] Eric J. Hobsbawm, The Age of Extremes: The Short Twentieth Century, 1914 1991 (London: Michael Joseph, 1994), 585.
  • [9] Richard J. Evans, Eric Hobsbawm: A Life in History (New York: Oxford University Press, 2019). Hereafter, specific page references to this text will be provided in parentheses.
  • [10] Hobsbawm, Interesting Times. Perry Anderson, in a brilliant review essay addressing this account, notes that the first one hundred pages of Interesting Times, roughly one-quarter of the book, provide a “deeply felt, imaginative recreation” of Hobsbawm’s youth, but what follows constitutes a kind of cleansing of the personal, in which “we never glimpse the same interior landscape again … [a] misleading … suppression of … subjectivity.” Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 277–320, quote 279–80. Evans notes: “This biography … focuses above all on his personal experiences and indeed on his inner life.” (ix)
  • [11] No doubt, working-class history is not the vibrant area of study that it once was, but Evans is clearly unaware of the trajectory of this subdiscipline, including the development of transnational global histories of labor, which Hobsbawm would certainly have appreciated. See, for instance, Marcel van der Linden, Workers of the World: Essays Toward a Global Labor History (Leiden and Boston: Brill, 2008).
  • [12] See Eric J. Hobsbawm, “Man and Woman in Socialist Iconography,” History Workshop Journal 6 (Autumn 1978), 121–38; Sally Alexander, Anna Davin, and Eve Hostettler, “Labouring Women: A Reply to Eric Hobsbawm,” History Workshop Journal 8 (Autumn 1979), 174–82.
  • [13] See Isaac Deutscher, The Non-Jewish Jew: And Other Essays (London: Oxford University Press, 1968).
  • [14] Hobsbawm, Interesting Times, 218.
  • [15] Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 285.
  • [16] Hobsbawm, Interesting Times, 328.
  • [17] Hobsbawm, Interesting Times, 190.
  • [18] See, as well, Hobsbawm, Interesting Times, 192–5.
  • [19] Hobsbawm, Interesting Times, 192–200; Gregory Elliott, Hobsbawm: History and Politics (London: Pluto, 2010), 33.
  • [20] Evans cites little of the voluminous secondary literature on the cpgb and 1956. Elliott, Hobsbawm: History and Politics, 38 stands as a blunt rejoinder to positions staked out by Evans, who too often takes Hobsbawm at his self-interested word. For a recent discussion (one that can be read against the interpretive grain of Evans’s presentation), see Paul Flewers and John McIlroy, eds., 1956: John Saville, EP Thompson & The Reasoner (London: Merlin, 2016). Contrast E. P. Thompson, The Poverty of Theory and Other Essays (London: Merlin, 1978); Cal Winslow, ed., E.P. Thompson and the Making of the New Left: Essays and Polemics (New York: Monthly Review, 2014); and Hobsbawm, Interesting Times, 210–11.
  • [21] Hobsbawm, Interesting Times, 211–14. Anderson thought this barbed commentary displayed “a disconcerting lack of any sense of proportion.” Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 287.
  • [22] See E. J. Hobsbawm, Labouring Men: Studies in the History of Labour 
    (New York: Basic, 1964). These essays had been preceded by a documentary collection Hobsbawm put together under the direction of Dona Torr, in the cpgb-sponsored series “History in the Making: Nineteenth Century”; Eric J. Hobsbawm, ed., Labour’s Turning Point, 1880–1900 (London: Lawrence and Wishart, 1948).
  • [23] In contrast, see Ian Carr, Miles Davis: The Definitive Biography (London: William Collins, 1998); Robin D. G. Kelley, Thelonious Monk: The Life and Times of an American Original (New York: Free Press, 2009).
  • [24] E. J. Hobsbawm, “Billie Holiday,” in Uncommon People: Resistance, Rebellion, and Jazz (London: Weidenfeld & Nicolson, 1998), 294.
  • [25] Hobsbawm, Interesting Times, 252–4, 263.
  • [26] Eric J. Hobsbawm, The Italian Road to Socialism: An Interview by Eric Hobsbawm with Giorgio Napolitano of the Italian Communist Party (London: Journeyman Press, 1977), 80; David Broder, “Hobsbawm in Italy,” Jacobin, 18 November 2018; Hobsbawm, Interesting Times, 357–61.
  • [27] Hobsbawm, Interesting Times, 264–5.
  • [28] See, for the full text of “The Forward March of Labour Halted?,” as well as commentaries and congruent essays: Martin Jacques and Francis Mulhern, eds., The Forward March of Labour Halted?  (New York and London: Verso/Marxism Today, 1981); Eric J. Hobsbawm, Politics for a Rational Left: Political Writings, 1977–1988 (London and New York: Verso/Marxism Today, 1989).
  • [29] Benn would likely have been defeated without Hobsbawm’s intervention, so concerted was the attack on him in the mainstream media, from the Sun 
    to the Guardian. But Hobsbawm contributed. Leo Panitch, “The Impasse of Social Democratic Politics,” in Ralph Miliband, John Saville, Marcel Liebman, and Leo Panitch, eds., Socialist Register 1985/86: Social Democracy and After 
    (London: Merlin, 1986), 60; Elliott, Hobsbawm: History and Politics, 82–6.
  • [30] Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 289.
  • [31] See Hobsbawm, Labouring Men, which reprints the “Customs, Wages, and Work-Load in Nineteenth-Century Industry” essay. Hobsbawm’s collaboration with George Rudé, Captain Swing (London: Lawrence and Wishart, 1970), relied more on archival, manuscript sources but was undoubtedly the product of a fusion of Hobsbawm’s broad knowledge of early nineteenth-century class formation and Rudé’s sensitivity to crowd mobilizations and popular forms of resistance.
  • [32] Hobsbawm’s “The Crisis of the Seventeenth Century,” which first appeared in two parts in Past & Present in 1954, was reproduced with a postscript as the lead essay in Trevor Aston, ed., Crisis in Europe 1560–1660 (Garden City, New York: Anchor Books and Doubleday, 1967), 5–62.
  • [33] Marlene Hobsbawm, Meet Me in Buenos Aires: A Memoir (London: Muswell Press, 2019), 85. See, as well, Eric Hobsbawm and Terence Ranger, eds., The Invention of Tradition (Cambridge: Cambridge University Press, 1983).
  • [34] E. J. Hobsbawm, Primitive Rebels: Studies in Archaic Forms of Social Movements in the 19th and 20th Centuries (Manchester: Manchester University Press, 1971), 175. The first edition was published in 1959.
  • [35] Hobsbawm, Primitive Rebels, back cover blurb quoting Hill.
  • [36] E. J. Hobsbawm, The Age of Revolution: Europe 1789–1848 (London: Weidenfeld and Nicolson, 1962), 204, 216.
  • [37] E. J. Hobsbawm, The Age of Capital: 1848–1875 (London: Weidenfeld and Nicolson, 1975), 21.
  • [38] Hobsbawm, Age of Capital, 303, 308.
  • [39] Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 298.
  • [40] Hobsbawm, The Age of Empire, 190.
  • [41] Eric Hobsbawm, Age of Extremes: The Short Twentieth Century, 1914–1991 
    (London: Michael Joseph, 1994), 7, 371.The theme of dissolution also runs through the essays gathered together in Eric J. Hobsbawm, Fractured Times: Culture and Society in the Twentieth Century (New York New Press, 2014).
  • [42] Eric J. Hobsbawm, Nations and Nationalism Since 1870: Programme, Myth, Reality (Cambridge: Cambridge University Press, 1990), satisfying few critics.
  • [43] Terry Eagleton, “Indomitable,” London Review of Books 33 (3 March 2011), 13.
  • [44] Hobsbawm, Age of Extremes, 87.
  • [45] See, for instance, Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 313, 311; Eric Hobsbawm with Antonio Polito, On the Edge of the New Century (New York: New Press, 2000), esp. 45.
  • [46] Hobsbawm, Interesting Times, 416.
  • [47] As Anderson has commented wryly: “Great men have foibles for which they can be forgiven; including an occasional failure to see where their greatness lies, or what might diminish it.” In Hobsbawm’s case, the contrast developed over time between political loyalty and social accommodation, with Anderson concluding: “Just because he remained so steadfast in an execrated cause, entry into the acceptance world seems to have acquired all the more value.” Anderson, “The Vanquished Left,” Spectrum, 286.

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Roma Hukukunun Önemi ve Evrenselliği Üzerine – Kerem Ali Vahap

Sonraki Gönderi

Yargıç ve Tarihçi: Soykırım Suçu Bağlamında Ceza Hukuku Ve Tarih – Ege Aydın

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü