İnsan Yemek Yanlış Ama Kutsal ve Yaygındır – Ben Thomas

//
1695 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Yamyamlık nadir görülen bir şey değildir. İnsanlar uzun zamandır insan eti tüketimini dini ritüeller içerisinde kutsal bir yere koymuşlardır; bu birkaç kere tekrar eden bir istisna olmayıp yeryüzünün hemen hemen yer yerinde böyle olagelmiştir. Güney Amerika’da, birçok Pasifik Adasında, bazı eski Kızılderili kabilelerinde ve dünyanın başka birçok yerinde yamyamlık olduğuna ve yamyamlık uygulamalarına dair kanıtlar bulunmuştur.

Yamyamlık günümüze çok uzak olan tarihsel bir olgu da değildir. 1980’li yıllarda uluslararası tıbbi yardım kuruluşu olan Sınır Tanımayan Doktorlar, Liberya’daki askerlerin ‘ritüelleştirilmiş yamyam şölenleri’ gerçekleştirdiğini belgeledi. O günden bu yana, söz konusu bu şölen giderek yaygınlaştı. 2000’li yılların başına geldiğimizde şiddet, tecavüz, gasp ve uyuşturucu kullanımı ile birlikte kutsal yamyamlık da bu kaos ve anarşi ülkesinde yaygın bir uygulama halini almıştı. Yamyamlık Kongo’da, Sierra Leone’de ve Uganda’daki Joseph Kony’nin kötü şöhretli ordusunun çocuk askerleri arasında uygulandığı da belgelenmiştir.

Savaşın alt üst ettiği böylesi yerlerde, yamyamlık ritüellerine katılanlar genellikle motivasyonlarını açıkça ortaya koymaktan mutlu olurlar. İnsan eti yemekten ruhsal ve fiziksel olarak güç alırlar. Yamyamlık, düşmanların kalplerine korku salması itibariyle de bariz bir propaganda değerindedir. Yamyamlık; çocuk ordularında bir kabul töreni ritüeli ve bir çocuğu bir erkeğe dönüştürüp ona kurşun yağmuru altındayken kutsayan, güç veren ve güvende hissettiren bir imtihandır.

Yamyamlığın yekpare ve her yerde aynı olan bir anlamı yoktur. Tam aksine, yamyamlık uygulanageldiği her kültürün manevi çerçevesine oturacak şekilde uyarlanmıştır. Mesela, Antik Mısır firavunları için yamyamlık, ölümden sonraki sonsuz yaşamı garanti ediyordu. Kelt rahipleri olan Druid’ler için muhtemelen tarım ve bereket ile bağlantılı bir anlamı vardı. Kimileri için ise yamyamlık bir güç kazanmanın, karşı tarafı korkutmanın ve sevilen ölüleri onurlandırmanın bir yoluydu. Fakat tüm bunlardan da önemlisi, yamyamlık tabularla ilgilidir.

Tabuları genellikle yasaklanmış eylem olarak düşünürüz: Kardeşinizle evlenmeniz bir tabudur veya kimi kültürlerde domuz eti tüketmek de bir tabudur. Fakat daha derin bir anlamda “tabu” terimi, kutsal ve dünyevi olanın kesiştiği noktalara işaret eder: Cinsel ilişkiye girmek, birinin can almak, doğum yapmak gibi. Pek çok kültür için bu eylemler ‘kirli’dir fakat diğer yandan da son derece kutsaldırlar. Antropologlar genellikle ‘tabu’yu gündelik koşullar altında gerçekleştirilemeyecek kadar kutsal sayılan bir eylem olarak tanımlarlar; bu anlamda tabu, en yüce güce çağrıda bulunurken en büyük tehlikeyi de davet eden bir eylemdir: Yamyamlık var olagelmiş en güçlü tabulardan biridir, dünya çapında ve tarihöncesinin derinliklerine kadar uzanan en kutsal ritüellerden biri olarak görülmesinin nedeni de bu olabilir.

Yamyamlık (veya çoğu modern antropologun adlandırmayı tercih ettiği üzere “antropofaji”; kelime anlamı olarak “insan yiyen”) anatomik modern Homo sapiens’ten çok daha önce de vardı. Antropologlar, modern insan ile Neandertallerin ortak atası olan Homo antecessor’ların mağara evlerinde, 600.000 yıl öncesine ait “eti sıyrılmış” insan kemikleri buldular. Etiyopya’da bulunan en eski Homo sapiens kemikleri de “diğer insanlar tarafından etten sıyırılmış olma” belirtileri göstermektedir.

Tarihöncesinin bu kadar ötesinde, uzak atalarımızın birbirlerini niçin yediklerinin sebebini tam olarak söylemek zor. Kimi antropologlar, çürümeye bırakılan cesetlerin leopar ve aslan gibi insan yiyen yırtıcıları çekeceği gerçeğinin yanı sıra gıda kıtlığının da olası bir faktör olması gerektiğini düşünüyor. Buna rağmen, Üst Paleolitik dönemde yamyamlığın daha derin bir amaca hizmet ettiği açık görünüyor.

M.Ö. 15.000’lere tarihlenen İngiltere’deki Gough’s Cave’de bulunan insan kalıntıları yamyamlık bulguları barındırmaktadır: Kafataslarının çoğunun içki kapları olarak kullanılmış gibi görünüyor olması, insan leşlerini yemenin bu mağarayı ziyaret eden insanlar için bir tür ritüele hizmet ettiğini göstermektedir. Bahsettiğimiz bu uygulama yalnızca hayatta kalmak için yamyamlık yapmak değil; kutsal bir ritüel olarak yamyamlık yapmak anlamına geliyordu.

Ritüelleştirilmiş yamyamlık yalnızca tarihsel dönemlere (yazının bulunuşundan sonraki dönemler) dek varlığını korumakla kalmadı aynı zamanda erken dönem yazılı kültürlerin bazılarında, özellikle de eski Mısır’da kutsal olarak kabul edildi. 1881’de Fransız arkeolog Gaston Maspero, Kahire’nin dışında yer alan Mısır’ın devasa Saqqara mezarlığındaki bir lahitin temeline indi. Uzun bir yeraltı geçidinin sonuna geldiğinde hasat toplama sahneleri, tapınak törenleri, düşmanlarla savaşları betimleyen parlak renklerle bezeli kabartmalar buldu. Burada ritüel kitabeleri de vardı. En erken döneme ait mezarların bazılarında tam anlamıyla son halini almış gibi görünen Mısır büyü edebiyatının büyük ve çeşitli bir külliyatı olan bu kitabelerin, Piramit Metinleri olarak bilinen bir dizi büyüye ait olduğu ortaya çıktı: Kitabelerin büyüklüğü ve çeşitliliği, büyülerin ve ritüellerin yazıdan önceki bir döneme dayanması gerektiğini ima ediyor.

Söz konusu Piramit Metinleri’nin belki de en tuhafı, yalnızca diğer insanların değil aynı zamanda tanrıların da yamyamlığıyla ilgili olanlardır:

Firavun…

Her tanrının varoluşuyla yaşayandır o,

Onların bağırsaklarını yiyendir o,

Firavun, insanları yiyen ve tanrılarla yaşayandır.

Bu ‘Yamyam İlahisi’, kökleri tarihöncesinin puslu dönemlerine, yazılardan veya şehirlerden çok daha önceki bir zamana; Nil Deltası’nın savaş ağaları, yenilgiye uğratılan düşmanlarının etiyle ziyafet çekip bu uygulamayı kutsal olarak adlandırdıkları ana kadar uzanan, kadim ve ritüelleşmiş bir kültürün kutsal kabul edilmiş geleneğiydi. Binlerce yıl sonra, M.Ö. 1. yüzyılda metinler kaleme almış olan Yunan yazar Diodorus Siculus, Osiris’in Mısır halkının birbirini yemesini yasakladığı kadim bir hikaye kayıt altına almıştır. Bu hikaye, insan eti yemenin kutsal bir uygulama olduğu bir dönemin hatırlatıcısı olarak Roma döneminde de hala okunmaktaydı.

Aslına bakarsanız, kutsal bir ritüel olan yamyamlık Batı’da Roma dönemine kadar varlığını sürdürmüştü (veya bu dönemde yeniden kendini göstermişti). Bazı Druid klanlarının milattan sonraki ilk yüzyıllarda insan kurban etme ve yamyamlık uygulamaları varmış gibi görünüyor, birçok Yunan ve Romalı yazar, yamyam uygulamaları olan kabilelerden söz etmektedir. Aziz Jerome, Attacotti adında bir yamyam halka atıf yapmaktadır; Herodot ise “insan yiyiciler” (antropofajlar) olarak adlandırdığı bir kabileden bahsetmektedir.

Herodot, epey dikkat çekici bir hikayede, modern Türkiye’den Afganistan’a dek uzanan bir bölgenin hükümdarı olan Pers imparatoru Darius’un kültürel görecilik üzerine bir deney yapmaya karar verdiği bir olayı anlatır. İmparator Darius, bir grup Yunanlı ile bir grup Callatyalıyı (bir Hint halkı) sarayına çağırır. Callatyalılara, Yunanlıların yaptığı gibi ölmüş babalarının/atalarının cesetlerini yakmaları karşılığında ne istediklerini sorar. Callatyalılar dehşete düşerek nefeslerini tutarlar ve asla böylesi korkunç bir şey yapmayacaklarını söylerler. Darius daha sonra da Yunanlılara dönerek Callatyalıların yaptığı gibi ölü babalarının cesetlerini yemeleri karşılığında ne istediklerini sorar, Yunanlılar da tiksinerek kusmamak için ağızlarını tutarlar. Her iki kültür, atalarının cesetlerine ne yapılması gerektiği konusunda birbirine zıt görüşlere sahip olsalar dahi, çok önemli bir noktada hemfikirdirler: Ataların cesetleri bir tabudur (yani hem kirli hem de kutsaldır) çünkü yaşayanlar ile ölülerin dünyası arasında bir köprüdürler.

Aslında bazı keşişler ve sofular, tam olarak da bu sınırı aşmak amacıyla yamyamlığa başvururlar. Örneğin, Hindistan’daki bir Hindu sofu mezhebi olan Aghori’leri göz önüne alalım. Aghori öğretisinde yer alan temel ilke, insan kalıntıları da dahil olmak üzere evrendeki her şeyin eşit derecede kutsal olduğudur. Aghori’ler, ana akım Hinduizm’de oldukça tabu sayılan bir uygulama olan ölü bedenleri (yakmayıp) tutup okşayarak ve insan eti yiyerek tüm ikilikleri aşmayı böylece de tüm insan kategorilerinin yanıltıcı doğasını gözler önüne sererek nihai gerçeklikle bir olan nirvanaya ulaşmayı amaçlar.

Bir Aghori sofusu

Bu konuya dair belki de en net kavrayış, 1500’ler kadar yakın bir tarihteki, Brahman sofulardan toplanıp ritüel olarak tüketilen ‘et parçalarını’ ve bu uygulamanın arkasında yatan teorinin kapsamlı yazılı belgelerini bırakan bazı Tibetli keşişlerden gelmektedir. Bu teori olağanüstü derecede çok katmanlı ve karmaşık olduğu ortada fakat bu uygulama, söz konusu “et parçalarının” özne ve nesne arasındaki sınıra dair bir köprü olduğu fikrine dayanmaktadır ve yiyiciye kendi fani bedeninin/etinin geçici doğasını hatırlatırken aynı zamanda geçmişteki Budaların şefkatini somutlaştıran ritüeller olarak da hizmet etmektedir.

Aşkınlığa erişmek için yamyamlığa başvurmak konsepti, insanlık tarihinde ne kadar geriye gidiyor? Bunu asla tam olarak bilemeyebiliriz fakat şunu biliyoruz ki evrimimizin bir noktasında yamyamlık açıkça basit bir hayatta kalma veya hakimiyet kurma eylemi olmaktan çıktı ve hakiki bir tabu, kutsal ile kutsal-olmayan/şirk arasındaki bir kesişim noktası haline geldi. Atalarımızın da bildiği üzere ölü bir insan bedeni bir zamanlar bir zihin taşıyordu; ayrılışı ile bir şekilde bedeni hissedebilir bir kişiden cansız bir nesneye dönüştüren bir bilinç. Fark edilen bu olay (veya bu kavrayış), İngiltere’nin paleolitik sakinleri üzerinde, firavunların ataları üzerine, Yunanlılar ile Druidler ve Aghoriler ile Tibet rahipleri üzerinde; yeryüzündeki yüzlerce başka toplum üzerinde, geçmişimizin ve günümüzün her döneminde derin bir etki yaratmamış olamaz. Tüm bu kültürlerin insan yemeye yönelik gerekçeleri arasında bir ana fikir kendini göstermektedir: Ölüleri yeriz çünkü asla onların oldukları gibi olmamayı umarız.


Ben Thomas-Eating people is wrong – but it’s also widespread and sacred“, (Erişim Tarihi: 11.03.2022)

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

2 Yorum

  1. Yamyamlığın yaygın olduğuna dair bir elle tutulur bir kanıt ortaya koymaktan uzak bir yazı. Elbette çok sayıda örnek sayılabilir ancak bu insanlık tarihi ve ortaya çıkan kültürlerin çokluğu içinde yani örneklemin bütünü göz önüne alındığında ne kadar bir yekunu tutmaktadır. Neden hep vahşi uçların, dehşetin ve iğrenmenin de konusu olmuştur çoğunluk için? bu gibi soruları yani konunun can damarını teğet geçen bir yazı olmuş. marjinali doğal olarak yansıtıp doğanın daha engellenmemiş tezahürlerini es geçen bir yazı olmuş. Bilim sadece bir yapıntı olmamalı gerçekliği esas almalıysa bu tutum bilimsel değildir. Edebiyat yapmadan insanın kafasına ve iç gerilimlerine erişebilen bir analiz olmasını dilerdim.

  2. Yamyamlığın yaygın olduğuna dair bir elle tutulur bir kanıt ortaya koymaktan uzak bir yazı. Elbette çok sayıda örnek sayılabilir ancak bu insanlık tarihi ve ortaya çıkan kültürlerin çokluğu içinde yani örneklemin bütünü göz önüne alındığında ne kadar bir yekunu tutmaktadır. Neden hep vahşi uçların, dehşetin ve iğrenmenin de konusu olmuştur çoğunluk için? bu gibi soruları yani konunun can damarını teğet geçen bir yazı olmuş. marjinali doğal olarak yansıtıp doğanın daha engellenmemiş tezahürlerini es geçen bir yazı olmuş. Bilim sadece bir yapıntı olmamalı gerçekliği esas almalıysa bu tutum bilimsel değildir. Edebiyat yapmadan insanın kafasına ve iç gerilimlerine erişebilen bir analiz olmasını dilerdim.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Tabağınızda Bulunan Et Gezegeni 5 Farklı Yoldan Öldürüyor –  Francis Vergunst & Julian Savulescu

Sonraki Gönderi

Öncül Analitik Felsefe’nin 6. Sayısı Çıktı!

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü