Savaş Bir Zamanlar Ulusların Kurulmasına Yardımcı Olurdu, Şimdi İse Onları Yok Ediyor – Mark Kukis

Örgütlü şiddet -savaş teriminin indirgenmiş hali- uzun zamandır halkların birleştiricisi olmuştur. Arkeolojik kanıtlar, Nil Nehri’nin güneyinde yer alan Nubia'daki Taş Devri'nin son döneminde yaşayanların yaklaşık yarısının şiddetli ölümler sonucu öldüğünü gösteriyor. Çağlar boyunca diğer birçok kabile toplumları alabildiğine yayılmış gelişigüzel şiddetten ziyade öldürmek için geniş çapta seferberliği öneren bu ölüm modelini paylaşmıştır. Komşu Nubia kolonilerine yapılan organize saldırılar, köylülerin birbirleri ile uyumlu çalışmasını ve aynı zamanda kendilerini savunmalarını sağlamış; saldırganlar ve savunmacılar, etkili bir şekilde savaşabilmek için kaynakları birleştirmek, planlar yapmak ve aralarında güven oluşturmak zorunda kalmışlardır. İşbirliği, karşılıklı bağımlılık, güven –söz konusu başkalarını öldürmek olduğunda bile- devletlerin temel unsurları olan politik düzenin yapı taşlarıdır.

//
1043 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Tarımın ortaya çıkışı, kayda değer herhangi bir büyüklükteki uzun vadeli insan yerleşimlerinin -şehirlerin- ön şartıydı. Bu durum, daha büyük ve daha dikkatle hazırlanmış savaşlar yapabilecek kapasiteye sahip daha geniş toplumlara yol açtı. Eski Çin hanedanları, Mezopotamya imparatorlukları, hatta yüzyıllar sonra Avrupa krallıkları için, savaşmak varoluş nedenlerinden biriydi. Frederick William, birçok düşman komşusuna karşı savaşmak için Prusya’yı kurdu ve inşa etti. Prusya’nın 17. ve 18. yüzyıllarda bölgesel rakiplerle çatışması bugün Almanya olarak bildiğimiz ulusu yarattı. Atlantik’in karşısında, 18. yüzyılın ortalarında, Yedi Yıl Savaşları, Amerikan sömürgecilerini İngilizlere karşı ateşleyip onları kendi uluslarını kurma yoluna soktu.

Taş Devri’nden modern çağa kadar olan bu uzun tarih boyunca, temel politik formül aynı kaldı. Bir toplumun içindeki farklı birimler, yağmalama, kendini savunma ya da her ikisine karşı silahlanmak amacıyla aile yapılarının dışında işbirliği yapmayı öğrendi. Hiyerarşiler, bürokrasiler, dayanıklı ve gelişen kurumlar kurdular. Savaşların sonuçları, gelişmekte olan ülkelere önemli ortak tecrübeler de kazandırdı. Mağlubiyet, galibiyetten daha birleştirici olabiliyordu.

Son büyük ulus kurma savaşı, 1980’de Saddam Hüseyin dönemindeki Irak’ın, İran Devrimi’nin ardından İran’a saldırmasıyla gerçekleşti. Saddam Hüseyin, Birinci Dünya Savaşı’ndaki mücadeleyi hatırlatan acımasız bir saldırı başlattığında, İran ne yazık ki çok hazırlıksızdı. İranlı devrimciler, savaşçı birliklerini canlandırmaya yardım etmek için dini vaatleri kullandılar. Genç ve yaşlı İranlı erkekler, Irak’ın ilerlemesi duruncaya kadar, kendilerini tekrar tekrar tank saldırılarına karşı öne attılar. İran için, bu başarının yeni rejime verdiği meşruiyeti ve savaşın sağladığı bağlılığı ve birleşmeyi aşmak zordu. İran toplumu, Sünni ve Şii Arap istilacılarına cevaben keder, korku ve yenilenmiş bir Fars kimliği duygusu etrafında birbirlerine tutundular.

İran-Irak Savaşı’ndan (1980-1988) beri, savaşlar çoğunlukla uluslar için yıkıcı güç olma eğiliminde. Savaşın ortasında kalan ülkeler artık yükselmek yerine yıkılıyor gibi görünüyor. Bugün Libya’dan Myanmar’a kadar çeşitli ülkelerde, çatışma, hükümetleri baltalıyor ve 1990’larda eski Yugoslavya’yı parçalayan anlaşmazlık gibi ulusları parçalamakla tehdit ediyor. Irak’ta, ilk olarak 14 yıl önce Amerika Birleşik Devletleri tarafından ülkeyi kurtarmak için başlatılan, durmadan devam eden ve sonunda ulusun çürümesinin kaynağı haline gelen bir savaş çıktı. Bu arada, dünyanın en yeni ülkesi olan Güney Sudan iç şiddet sebebiyle sürekli düşüşteydi. Ülke, 20 yıldan fazla süren çatışmaların ardından Sudan’dan bağımsızlığını kazandı. Tarihteki örnekler, genç bir ülke olarak karşılaştığı birçok zorluğa rağmen Güney Sudan’ın birleşik, zorlu bir sınanmadan ortaya çıkmış olması gerektiğini öne sürüyor. Fakat bunun yerine, bağımsızlık mücadelesi sırasında çöktü ve yine de 12 milyon insanının 2 milyondan fazlasının göç etmesine sebep olan başka bir savaş başlattı.

Güney Sudan’ın tecrübesi yeni normdur. Silahlı çatışma, sebepleri ve sonuçları ne olursa olsun, toplumların ilerlemesinde bir sekteye sebep olma, gelişmeyi geriletme ve umutları karartma eğilimindedir. Aslında, modern devletlerde savaş ölümcül bir hastalık haline geldi. Çatışma ülkelerini tanımlamak için yaygın olarak kullanılan “savaşın yıktığı ulus” ve “şiddet döngüsü” terimleri savaştaki ülkelerin tehlikeli bir düşüşe uğrayan ülkeler olduğu gerçeğini ifade ediyor. Savaş, güçlü uluslar için başlangıç değil umutsuz, soğuk ve kasvetli bir son gibi görünüyor.

Savaşın artık ulusları inşa etmeye yardım etmemesinin bir nedeni, basitçe, birkaç yeni ulusun kurulmayı bekliyor oluşudur. Sömürge kolonilerden çekilme ve Soğuk Savaş’ın bitmesi, dünya genelinde çok sayıda yeni ülkenin meydana gelmesine sebep oldu. Buna ek olarak, bir fetih savaşı yürüten ve buna komşu bir ülkeyi dahil eden ya da teşvik eden bir ülke görüşü, 20. yüzyılın sonlarında kurulan uluslararası politika normlarını ihlal ediyor. Var olan milletler kendi sınırları içinde kalıyorlar çünkü önceden bölgesel fetih gerektiren kazanımların birçoğuna artık pazar payları, seçim hileleri ve askeri üstünlük ile ulaşılabiliyor.

Geçmişte, ulus inşası çoğu zaman siyasi liderlerin etnik köken ve ideolojiye itirazlarını içeriyordu. Ancak etnik olarak yönlendirilen politika ve birçok ülkenin erken tarihlerinde benimsemiş olduğu şiddet saygınlığını yitirdi ve muhtemelen savaş suçu ile itham ediliyor. Belki daha da önemlisi, hiçbir şiddetli fikir, bir zamanlar olduğu gibi küresel politikaları hareketlendirmeyecek. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, modern Endonezya’nın lideri Sukarno, Endonezya’yı birleştirme çabalarının bir parçası olarak milliyetçiliği, Marksizmi ve İslam’ı karışık kılan, kendi oluşturduğu bir ideolojiyi destekledi. Sukarno’ya göre, o zamanlar dünyada akan başlıca inançlar ve fikirler, etnik olarak çeşitli mesafelere yayılmış adalar zincirinden, geniş ve kalabalık bir ulus inşa etmeye vesile oldu. Fakat bugün küresel politika, büyük fikirlerden ve devrimci ideolojilerden mahrumdur. Çoğu ülke, yönetim ve ekonomi standartları hakkındaki Washington Konsensüsü’ne ayak uydurmuştur. Kalan otokrasiler bile büyük oranda bu kurallara göre hareket ediyorlar. Latin Amerika’daki sadece birkaç ülke -örneğin Bolivya- neoliberalizm için anlamlı bir meydan okumayı hedefleyen ulusal düzeyde siyasi manevralara sahiptir.

Özetle, ulus inşası çağı bitmiş olabilir. Umalım ki öyle olsun. Çünkü ulus inşası aslında, iç baskı ve dış çatışma şiddetini içeriyor. Devrim dönemindeki Fransa, Jacksoncu Amerika ve Maocu Çin -tarihe damgasını vuran üç ulus inşası dönemi-, devam eden başarıları kadar suçları ile de ünlüdür. Ulus inşası çağının sonunun gelmesi genel olarak dünya için bir lütuf olsa da, kendilerini kurmakta güçlük çeken ülkelere daha az rahatlık sağlıyor. Bir dizi adayın on yıllardır gerçekten ulusal lider olma ya da ülkelerinin milliyetini sağlamlaştırma konusunda başarısız olduğu iki ülke olan Afganistan ve Somali için muhtemelen Sukarno gibi biri olmayacak. Irak’ın Kürt topraklarında devleti olmayan bir millet olan Irak Kürdistanı’nın yakın bir zamanda kendi bayraklarını yükseltmesi pek muhtemel değil, bu da onları bir çeşit yarı özerk bir durumda bırakıyor. Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık konusundaki son referandumunun açıkça gösterdiği gibi, Ortadoğu Kürtlerinin büyük ölçüde engellenmesinin kaynağı da budur. Fakat birçok Kürtün aradığı, ulusa giden yol tarihe karışmış gibi görünüyor.


Kaynak: Mark Kukis, “War once helped build nations, now it destroys them”, Aeon, 7 Kasım 2017, Editör: Sam Haselby, https://aeon.co/ideas/war-once-helped-build-nations-now-it-destroys-them (erişim: 4 Eylül 2019), Çeviren Ezgi Karaca

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ahlaki Bozukluğu Önlemek İçin İnsanları Sherlock’un Gördüğü Gibi Görmeyin! – Rima Basu

Sonraki Gönderi

Viyana Çevresi ve Reel Siyaset – Taner Beyter

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü