Yengeçle ıstakozu, sümbülle orkideyi ve bunların tümüyle beni, benimle de seni birbirine bağlayan örüntü nedir?
Gregory Bateson
Türkiye’de sibernetik üzerine ilk kapsamlı çalışmaları yaptığını bildiğimiz Prof. Dr. Ayhan Songar, kavramla ilk kez karşılaşan öğrencilerine ve okurlarına sibernetiği, “canlılar ile kendi kendini düzenleyebilen makineler arasındaki çalışma benzerliklerini inceleyen, bu açıdan organize varlıkların davranış bilimidir,” biçiminde tanıtmaktaydı. Songar’ın bu tanımı doğru olduğu kadar da eksikti. Artık biliyoruz ki, sibernetik, sadece bir “davranış bilimi” olarak sınırlandırılamayacak kadar derin ve çok boyutlu bir alan. Dolayısıyla bu tanımın eksikliğini ortaya koymak ve sibernetiğin gerçek mahiyetini daha geniş bir çerçevede kavrayabilmek için kavramın kökenlerine ve tarihsel gelişimine daha önce Türkçe literatürde rastlanmayan şekliyle inmek kaçınılmazdır. Bu bağlamda 1715-1716 yıllarında Leibniz ile Newton adına tartışmaya katılan Clarke arasında gerçekleşen mektuplaşmalara yakından bakmak ve bu metinleri derinlikli bir okumayla analiz etmek sibernetiğe dair daha kapsamlı ve güçlü bir anlayışa ulaşmamızı sağlayacaktır.
Mektuplar
1715 ilkbaharında Londra sarayının en dikkat çekici entelektüel figürü, Hanover’den yeni gelmiş Prenses Caroline von Brandenburg-Ansbach, Newton fiziğinin mutlak mekan tasarımına dair duyduğu şüpheleri danışmanı Leibniz’le paylaşır. Prenses, yanıtların daha geniş bir kamusal tartışmaya dönüşmesini ister ve Leibniz’in mektubunu saray papazı ve Newton’un sadık savunucusu Samuel Clarke’a ileterek sıra dışı bir yazışmayı başlatır.
Caroline’ın aracılığıyla dolaşan bu mektuplar onun kütüphanesinde saklanacak olan beş turluk bir polemik haline gelir. Dolayısıyla aşağıda inceleyeceğimiz Clarke–Leibniz mektupları yalnızca iki düşünürün düellosu değil, aynı zamanda bir prensesin himayesinde sahnelenen siyasi-entelektüel bir dramdır.
İlk mektubunda Leibniz, sözlerine İngiltere’de o dönem hakim olan entelektüel atmosferin dini temeller üzerindeki aşındırıcı etkilerine dikkat çekerek başlar. Ona göre, akıl ve gözlemle desteklenen ve “Doğal Din” olarak adlandırılan yaklaşım, İngiltere’de ciddi bir çürüme sürecine girmiştir. Leibniz, mektubunda bunu açıkça dile getirir: “Doğal dinin kendi başına [İngiltere’de] oldukça çürümeye yüz tuttuğu görülüyor.” Leibniz için bu kaygı sadece teolojik değildir. Aynı zamanda insan düşüncesinin sınırlarına dair temel bir sorgulamadır.
Mektubunda ilerledikçe Leibniz meseleyi daha da derinleştirir. Onun gözünde sorun yalnızca akıl ile inancın uyumsuzluğu değildir. Sorunun merkezinde ruh ve ilah kavramlarının maddeselleştirilmesi gibi önemli bir mesele de yer alır. Leibniz, bu durumdan endişeyle söz eder, “Birçoğu insan ruhlarının maddi olduğunu savunuyor; başkaları ise Tanrı’yı maddi bir varlık sayıyor.” Leibniz’in asıl çekincesi tam da burada kendini gösterir. Ona göre ruh ve Tanrı gibi ontolojik olarak aşkın olması gereken kavramların maddi ve mekanik zemine oturtulması inancın ontolojik dokusunda telafisi güç kopuşlara neden olabilir. Leibniz, böylesi bir yaklaşımın varlığın anlamını mekanik sebeplere ve kaba materyalizme indirgemesi tehlikesine karşı uyarır.
Leibniz, eleştirilerinin hedefi olarak nişangahına Isaac Newton’un geliştirdiği uzay anlayışını alır. Newton, uzayı Tanrı’nın bir algılama organına benzetmiştim. Leibniz’e göre bu yaklaşım oldukça tehlikeliydi çünkü böyle bir metafor Tanrı’yı fiziksel bir varlık olarak düşünmeyi beraberinde getiriyordu. Şöyle diyordu: “Bay Newton, mekanın Tanrı’nın algılama için kullandığı bir organ olduğunu söyler. Oysa Tanrı’nın herhangi bir organa ihtiyaç duyması bütün varlıkların ona tamamen bağımlı olmadığını ima eder.” Bu eleştiri Leibniz’in yalnızca Tanrı’nın sonsuzluğunu ve aşkınlığını koruma çabasını yansıtmaz. Çağdaş sibernetik ve sistem teorilerinde kullanılan “sensör” kavramının erken bir önsezisini de içinde barındırır. Burada “organ” kelimesi aslında dış dünyadan bilgi toplama işlevi gören sensör sistemlerinin ilkel bir metaforu gibidir. Leibniz böylece Tanrı’nın mutlaklığını korurken sistemlerin dış çevreyi algılama ve veri toplama yöntemlerini sorgulamaya açan kavramsal bir zemini de inşa eder.

Newton ve takipçilerinin savunduğu görüşe göre, Tanrı evreni bir saat ustası gibi düzenli müdahalelerle kurcalamaktadır. Leibniz bu görüşe şiddetle karşı çıkar. Ona göre evren her an düzenli ve özenli bir müdahaleye ihtiyaç duyan kusurlu bir makine değil, aksine başlangıçtan itibaren “mükemmel şekilde önceden kurulmuş” ve kendi kendini düzenleyebilen bir sistemdir. Bunu şu sözlerle ifade eder: “Dünya üzerindeki kuvvet ve enerji, doğa yasalarına ve güzelce önceden kurulmuş düzene uygun olarak hep aynı kalır ve sadece maddenin bir bölümünden diğerine geçer.” İşte Leibniz… o büyük matematikçi, çağdaş sistem teorisi ve sibernetik alanının kilit kavramlarından biri olan “geri besleme” fikrini sezgisel olarak ortaya koyar. Sistemin dengesi, enerjinin aktarımı ve müdahalenin gerekliliği tartışmaları bugün de kontrol teorisinin temel sorularıdır.
Son olarak da mucizeler ve doğa yasaları arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Ona göre Tanrı, mucizeleri doğanın eksikliklerini kapatmak için değil lütfunun ve merhametinin gereği olarak icra eder. Şöyle ifade eder bunu: “Tanrı mucizeleri, doğanın eksikliklerini gidermek için değil, lütfun ihtiyaçlarını karşılamak için işler. Başka türlü düşünenler, Tanrı’nın bilgelik ve kudretini küçümserler.” Buradaki ifade, teolojik tartışmanın ötesine geçerek sistem teorilerindeki “düzeltici müdahale” ve kontrol otoritesi kavramlarını da haber verir.
Leibniz’in düşüncesindeki Tanrı, sistem içindeki beklenmedik durumları yönetebilen ancak bunu sistemin doğasına müdahale ederek değil onu aşan bir üst prensipten hareketle gerçekleştiren aşkın bir kontrol merciidir. Böylece Leibniz hem ilahi bir otoritenin yüceliğini korur hem de sistem teorisi açısından son derece güncel bir kavram olan “acil durum müdahalesi” ve “düzeltici eylemler” fikrini derinlemesine sorgulamış olur.
Samuel Clarke’ın Leibniz’e Kasım 1715’te yazdığı cevap bir önceki tartışmaları sürdürmenin ötesinde doğal din, materyalizm ve algı kavramları üzerinden derin felsefi sorulara kapı açar. Clarke, mektubunda ilk olarak dönemin İngiltere’sinde yaygınlaşan materyalist düşüncenin doğurduğu risklere dair endişesini tıpkı Leibniz gibi net biçimde dile getirir. Ona göre doğal dinin bozulmasının en önemli sebebi materyalist felsefenin güç kazanmasıdır. Clarke bunu materyalistlerin beden ve maddeye indirgedikleri ruh ve Tanrı kavramlarıyla açıklar ve şöyle der, “Birçoğu insan ruhlarının maddi olduğunu, hatta Tanrı’yı bile bedensel bir varlık sayıyor. Bu kişiler materyalistlerin matematiksel felsefe ilkelerine en büyük düşmanlarıdır.” Clarke’ın bu sözleri bilginin ve varoluşun maddeden ibaret olmadığını vurgulamakta, dolayısıyla modern sibernetik açısından bakıldığında sistemlerin yalnızca maddesel değil aynı zamanda soyut ve mantıksal ilkelerle yönetildiğini de sezdirir.
Clarke’ın mektubunda John Locke’a yönelik eleştirisi oldukça ilgi çekicidir. Locke’un ruhun maddi olup olmadığı sorusunu sorgularken, farkında olmadan materyalist düşünceleri güçlendirebileceğini söyler. Locke’un asıl amacı materyalizmi desteklemek olmasa da bazı ifadelerinin yanlış anlaşılmaya müsait olduğundan söz eder. Clarke’ın bu vurgusu günümüz sibernetik teorileri açısından önemli bir detayı hatırlatır bize. Sistemlerde bilginin doğru aktarılması ve “yanlış sinyal” olarak adlandırılabilecek belirsizliklerin ortadan kaldırılması gereklidir. Clarke, bu tartışmayla bir sistem içinde “doğru bilginin” net biçimde iletilmesinin ve algılanmasının önemine işaret eder. Bu da akla, çalışmalarıyla haşır neşir olanlar için Althusser’i getirir. Ona göre, ideoloji, bireyi özne olarak çağırırken ona yalnızca dünyanın görüntüsünü değil, o görüntüyü görme kipini de empoze ediyordur. Bu yüzden geri besleme devresinin içinden konuşan özne duyduğu şeyin kodunu sorgulamaz. Çünkü kod kendisini “doğal” bir şeffaflık olarak sunar. Althusser’in bu semptomatik okuması Clarke’ın Tanrıya yüklediği aşkın düzenleyicinin yerini bir kurucu eksiklik olarak teşhis etmeyi önerir. Yansıma değil, eksiltme. Doğru sinyal değil, gereksinim duyulan ve tekrar eden yanlış sinyal. Böylece hakim paradigma olan aygıt yalnızca davranışı değil, dokuyu örgütler. Hangi titreşimin “gürültü”, hangisinin “sinyal” sayılacağını belirleyen görünmez dokuma, öznenin kendini tanıdığı aynayı da örer.
Clarke, Tanrı’nın herhangi bir aracı organa ihtiyaç duymadan her yerde ve her an mevcut olduğunu, nesneleri doğrudan algıladığını belirtir: “Sınırsız Varlık, tüm boşlukta fiilen hazır bulunduğundan, herhangi bir organa ya da ortam aracılığına gerek kalmadan her şeyi sezer. Bu benzetme, ancak Tanrı’nın her yerde hazır oluşunu açıklamak içindir.” Bu ifade aslında günümüz sibernetik düşüncesinde kullanılan sensör kavramının erken bir izdüşümünü verir bize. Clarke’a göre evrensel bir sistemin “algılayıcı” öğeleri ancak sistemin doğrudan algısının tamamlayıcısı olabilir ama onu aşamaz. “Usta işini sadece ayarlamakla kalmaz; her hareketin kaynağı ve koruyucusudur,” der. Bu yaklaşımıyla günümüz sibernetik teorinin dilindeki “aktüatör” ve “kontrolör” fonksiyonlarına oldukça yakın bir kavram geliştirir. Tanrı, sistemdeki sürekli kontrolü, düzeni ve harekete geçirici gücü temsil eden nihai bir figür olarak konumlanır.
Leibniz ise Clarke’a cevaben kaleme aldığı ikinci mektubunda, tartışmanın anlamı materyalistlerin doğurduğu tehditten ibaret olmadığını ifade eder. Ona göre matematiksel felsefe ilkeleri ile materyalistlerin prensipleri aslında özde aynıdır, sadece bakış açıları farklıdır. Materyalistler yalnızca cisimleri tanırken, Hristiyan matematikçiler ruhsal varlıkları da tanırlar. Leibniz böylece tartışmanın maddi ve manevi varlıkların tanınması üzerinden yürüdüğünü ve buradan doğan ayrımın günümüz sibernetiğinde sensör-aktüatör ayrımına benzer biçimde, “matematiksel” ve “metafiziksel” prensiplerin farklılığına işaret ettiğini ima eder.
Leibniz’in cevabındaki “Yetersiz bir nedene dayanarak hiçbir şey olmaz” ilkesi de oldukça dikkat çekicidir. Bu ilke ile matematiksel prensiplerin doğa felsefesine geçişini zorunlu kılar, örnek olarak Arşimet’in terazisini gösterir: Eşit ağırlıklarda dengenin bozulmaması ancak yeterli neden ilkesiyle açıklanabilir. Bu da günümüzün sistem stabilitesini sağlayan “geri besleme” (feedback) döngülerine doğrudan atıftır.
Leibniz, evrenin boşlukları üzerine tartışmaya da değinir ve “ne kadar çok madde varsa, Tanrı’nın kudret ve bilgeliğini sergileme fırsatı da o kadar artar,” diyerek sistem kapasitesi ve dış müdahalelerin gerekliliği arasındaki ilişkiye gönderme yapar. Clarke’ın Tanrı’nın algısını açıklamak için kullandığı “uzay-sensör” metaforunu reddeder ve gerçek sensör kavramının doğru algılanmasını salık verir. Ona göre, algılama için sadece varlıkların yakın olması değil, aralarında aktif bir iletişim ve etkileşimin (influence) gerçekleşmesi gerekir.
Bu temelin üstüne evrenin yönetimini “önceden hazırlanmış uyum ve tedbirlerle” sürdüren bir Tanrı kavramı ortaya koyar. Bu kavram günümüzün ileri besleme stratejileriyle neredeyse birebir örtüşür. Leibniz, sistemlerin mükemmelliğinin yalnızca güce değil, zeka ve ustalığa da bağlı olduğunu söylerken bir makinenin başarısını sebeplerinden değil sonuçlarından yola çıkarak değerlendirmemiz gerektiğini iddia eder.
Dokubilim
Devam eden 5 mektup boyunca ikili arasındaki tartışma Tanrı’nın merkeziliğine kilitlenir. Newton–Clarke kanadı, Tanrı’yı evrenle özdeşleştirmeksizin her noktada içkin kılar. Uzay, Tanrı’nın “dokunma zar”ıdır ve Tanrı, algı için başka araca gerek duymaz. Leibniz ise Tanrı’nın her şeye nüfuz eden ama onlardan bağımsız bir “operasyonel kudret” olduğunu savunur.
Duyusal bir organ‑uzay kavramı Tanrı’yı maddileştirir ve ilahi mutlaklığı gölgeler.
Bu “temas/dokunma” problemi, 18. yüzyıl metafiziğinde yalnızca teolojik bir ayrım değildir. Aynı zamanda modern sibernetiğin kalbinde yatan sensör‑kontrolör meselesinin erken felsefi izdüşümüdür. Bir sistem (evren) içindeki tüm veriyi gerçek‑zamanlı okuyup yönetmek ya içkin bir sensör‑alan (Newton–Clarke) ya da sürekli etkin bir denetleyici işlem (Leibniz) gerektirir. Böylece uzay‑Tanrı özdeşliği fikri, sibernetikte “veriyle dolu ortam” nosyonuna, Leibniz’in operasyon vurgusu ise aktif geri‑besleme kavrayışına dönüşür. Tartışmanın ciddiyeti de tam burada yatar. Dokunma biçimi Tanrı’nın konumunu, evrenin işleyiş modelini ve nihayet modern kontrol teorisinin sezgisel temellerini aynı anda belirler.
Leibniz, Clarke’a yönelttiği soruda bu düğümü açık eder. Tanrı evrenin her an her noktasını nasıl bilir? Ona göre ilahi bilginin gerçekleşmesi, Tanrı’nın evrene “benzersiz bir temasla” dokunmasını gerektirir fakat böyle bir dokunuş Tanrı’yı yaratılmış olana bağımlı kılar mı?
Newton–Clarke cephesinin yanıtı uzayı merkeze alır. Newton “Uzay Tanrı’nın sensorium’udur” derken, Clarke bu sözü şöyle açar, Tanrı sınırsız uzayda doğrudan hazır bulunduğu için “her şeyi aracıya ihtiyaç duymadan sezer”. Yani evren‑içi her olay, Tanrı’nın kozmik “duyu zarı”nın doğal verisidir, dokunma eylemi uzayın kendisidir. Leibniz ise “organ” benzetmesinin Tanrı’yı maddileştirip bağımlı gösterdiğini söyler, “salt mevcudiyet değil sürekli etkin operasyon gerekir” diyerek ilahi bilgiyi aktif bir denetim olarak tasarlar.
Bu teolojik çekişme modern sibernetiğin çekirdek kavramlarıyla berraklaşır. Burada kanal = uzay, alıcı = Tanrı’nın içkin varlığıdır. Bilgi iki düzeyde düşünülür, sözdizimsel bilgi belirsizliği azaltır, anlamsal bilgi “fark oluşturan farktır”. Tanrı’nın “bilmesi” salt veri toplamak mı, yoksa tüm farkların anlamını anında kavramak mı? Clarke, bir sensör‑alan modeline yaslanarak ilkini, Leibniz ise her an müdahale eden kontrolör modeliyle ikincisini savunur.
Leibniz’in operasyonel kudret ısrarı ile Clarke’ın içkin sensoryum savı, bugün “akıllı ağ”lar ile “otonom kontrol” sistemleri arasında hâlâ süren model tartışmasının atasıdır. Böylece 18. yüzyıldaki “dokunma problemi”, günümüz (çağının silinmesi lazım) bilgi‑iletişim çağının kalıcı kavram haritasına dönüşür. Sibernetik teori.
Evet. Bu mektupları sibernetik inceleme alanının ilk örnekleri olarak kabul edersek, sibernetiği neden sadece bir ‘davranış bilimi’ olarak değil, aynı zamanda bir ‘doku bilimi’ olarak tanımlamamız gerektiği de anlaşılacaktır.
Yazar: Deniz Baha
Site Editörü: Kaan Dişli
Not : Bu makalede kullanılan alıntılar Samuel Clarke – G. W. Leibniz mektuplarının H. G. Alexander edisyonu (1956) temel alınarak Türkçeye çevrilmiştir.
Aklınıza emeğinize sağlık. Bu kadar zor bir mesele ancak bu kadar yalın anlatılabilirdi. Bu değerli yazı vaadini fazlasıyla yerine getirmekle kalmadı, aynı zamanda, bir felsefecinin kendi tezini savunurken nasıl karşı teze de katkı yapabileceğini gösterdi. Bu da benim için ders gibiydi.