Bilim ve sahte bilim ya da düpedüz saçmalık olan şeyler arasında bir ayrım yapmak için herkesçe kabul edilmiş kriterlerin bulunmaması, her türlü metafiziğin bilim adı altında sunulmasının önünü açmaktadır. ‘Post-empirik’ olarak adlandırabileceğimiz bu koşulda doğruluğun artık bir önem arz etmediği sözde bilim, oldukça tehlikeli olma potansiyeli taşır.
Böyle bir olguya verilebilecek yakın tarihli bir örnek bulmak oldukça basit. Mesela, 8 Haziran 2019’da New Scientist dergisinin ön kapağı büyük harflerle ‘Ayna Evrenin İçinde’ bulunduğumuzu ilan etmişti. Derginin editörleri ‘gözümüzün önünde olup da göremediğimiz paralel gerçekliği’ duyuruyordu.
Böyle başlıklara nasıl tepki vereceğiniz yalnızca modern fizik alanına ne kadar aşina olduğunuzla ilgili değildir; popüler bilim yayınlarının sensualist (duyumcu) eğilimleri de verilen tepkiler üzerinde belirleyici bir rol oynar. Diğer yandan bahsettiğimiz kapak konusunun kapakta sunulduğu kadar şaşkınlık yaratmayacağını ayrıca belirtmeye gerek duymuyorum. Çünkü nötron isimli atom altı parçacıkların ne kadar sürede radyoaktif bozunuma uğradıklarını ölçerek bu verileri bir araya getiren deneysel bir yöntemin incelendiği bu dosya, New Scientist’in okuyucularından yalnızca çok ufak bir kısmının ilgisini çeker.
Gel gelelim bazı fizikçiler, günümüzde sıklıkla rastladığımız gibi, bahsettiğimiz olgunun ‘gayet doğal bir açıklaması olduğunu’ ileri sürdü; iddialarıysa nötronların, paralel evrenler arasında hızlıca geçiş yaptığıydı. Böyle bir oluşu kanıtlama olanaklarının ‘çok düşük’, hatta ‘imkansız’ olduğunu kabul ediyorlardı ancak bunun zaten bir önemi yoktu. Söz konusu dikkatleri çekmek ya da her şeyden önemli olan tıklamaları ya da satın almaları elde etmek olunca spekülatif bir metafizik rahatlıkla galip geliyordu.
Böyle bir örnek bağlamında sadece bilim habercilerini ya da popüler bilim yazarlarını suçlamak kolay olabilir ancak öyle görünmektedir ki, bilim insanlarının kendileri ve hatta Halkla İlişkiler departmanları da bu durumdan eşit derecede sorumludur. Şöyle ki, New Scientist’in söz konusu dosyası Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı’nın Oak Ridge Ulusal Laboratuarı’nda araştırmalarını yürüten Leah Broussard’ın bir çalışmasına odaklanıyor. Bildiğim kadarıyla da kendisi, nötronların özellikleri üzerine yapılan oldukça saygın bazı deneysel çalışmalarda rol almış. Ancak Broussard “Teorisyenler, empiriklerin kendileri için bıraktıkları tuzaklardan kaçınmayı oldukça iyi becerirler. Belirli bir fikri canlı tutmayı görev sayan birisi her zaman olacaktır.” gibi bir ifade kullandığı zaman, içinde bulunduğu oyunun kurallarına ihanet etmiş oluyor.
‘Ayna evren’ teorisi, çok sayıdaki ‘çoklu evren teorileri’nden yalnızca bir tanesidir. Bu teoriler bizim evrenimizin eşsiz olmadığı; çok sayıdaki evrenin, nasıl oluyorsa yan yana durdukları veya bizim evrenimize paralel oldukları düşüncelerine dayanır. Örnek olarak, kuantum mekaniklerinden yola çıkılarak yapılan ‘Çoğul Dünya’ yorumunda kendi paralellerimizin bulunduğu evrenler söz konusudur; bizimkiyle tıpatıp aynı olan bu evrenler sadece kuantum fiziğini farklı şekillerde tecrübe etmektedirler. Bahsettiğimiz teoriler bazı teorik fizikçiler ve felsefeciler için ilgi çekici olsa da bu evrenlerin varlığını kanıtlayan, empirik hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Hatta görülebildiği üzere bu evrenleri hiçbir şekilde tecrübe edemememiz, onların varlığını kanıtlayan hiçbir kanıt elde edemeyeceğimiz anlamına gelir. Ancak Broussard’ın da söylediği gibi bu teoriler, empiriklerin sunduğu her türlü meydan okumadan kaçırılacak; her zaman da bu fikirleri canlı tutan birisi olacaktır.
Peki gerçekten bilim bu mudur? Verilecek cevap, bilimin topluma ne vermesi gerektiğini düşünüyor olduğunuza bağlıdır. İçinde bulunduğumuz ‘gerçek-sonrası’ (post-truth) dönemin apaçık yalanları, sahte haberleri, doğruların yerini alan doğruları nedeniyle toplumumuz, fazlasıyla tehlikeli olma potansiyeli taşıyan bilim karşıtı propagandaların ciddi baskısı altındadır. Bu propagandalarsa iklim değişiminin inkarından aşı karşıtlığına ve homeopatik ilaçlara kadar uzanıyor. Bense bilhassa mantıklı ve kanıta dayanan; teoriler gibi empirik gerçeklerle de ilgilenen; ne kadar geçici olsa veya rastlantı sonucu bulunsa da doğruluk arayışını teşvik eden; şüpheli ve empirik olarak sınanamayacak teorileri kolayca kabullenmeyen bir bilimi yeğliyorum.
Peki bilim, bütün bağlamlarıyla neyin doğru ve neyin yanlış olduğuyla alakalı değil midir? Diğer yandan, kim yanlış ve hatalı olmayı isteyebilir ki? Gelgelelim, bu varsayımlarımızın doğru olmaması ve bilimin ne olduğuna yönelik absürt denilebilecek basitlikteki bakış açılarını yaymaya devam etmemiz durumunda, üzerimizdeki cahillik örtüsünü kaldırabilmek ve bilim karşıtı inanışları değiştirebilmek üzerine melekelerimizi ciddi şekilde kısıtlamış oluruz. Yine de “deney sonrası” bilimin nasıl mümkün olabildiğini anlamak adına, bilime dair en büyük mitleri çürütmemiz gerekmektedir.
Her ne kadar bilim bazı kesinlikler sunuyormuş gibi görünse de gerçeklik tamamen farklıdır. Bilim felsefesinin on yıllar süren gelişimi bize, kabul etmiş olduğumuz bilimsel bakış açılarının yalnızca belirli bir dönem için; yeni bir gözlem veya deney, söz konusu bakış açısının yanlış olduğunu kanıtlayana kadar geçerli olabileceklerini göstermiştir. Bunun yanında metafizik olmaksızın ya da nesnel bir gerçekliğin içindeki göremediğimiz oluşlar gibi kanıtlayamacağımız bazı şeyler olduğunu kabul etmeksizin, bilimsel bir teoriyi formüle etmenin imkansız olduğu fark edilmiştir. Yaptığımız şeyin tam olarak ne olduğuna dair kuramsal bir anlayışa sahip olmadan empirik veriler elde etmek imkansız olmasa da zordur. Mesela parçacık fiziği teorisiyle ilgili bir fikir sahibi olmadan, CERN’in Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ndan elde edilen ham verileri bir araya getirmeye çalışın ve nereye ulaşabileceğinizi bir bakın. Gel gelelim formüle edilen teoriler de her zaman için eksiksiz değildir: Elimizdeki verilerle eşit derecede uyumlu olup birbirleriyle rekabet eden iki teori arasında seçim yapmak bireysel bir yargının konusu; metafizik peşin hükümler diyebileceğimiz ön yargılarımız ya da sadece oluşların kronolojisi haline gelebilirler. Neredeyse yüz yıl önce formüle edilmesine karşın kuantum teorisinin nasıl yorumlanması gerektiği konusundaki tartışmalar söz konusu nedenlerden dolayı halen şiddetli bir şekilde sürmektedir.
Diğer yandan tarih bize bilimin sürekli işlediğini ve geliştiğini de gösterir. Fiziksel dünyayı düne; on yıl, yüz yıl, bin yıl öncesine göre daha çok biliyor ve daha iyi anladığımızı düşünüyoruz. Antik Yunan filozoflarının akıllı telefonları yokken bizim böyle cihazlara sahip olmamız, bilimin söz konusu gelişiminin sonucudur.
Başarılı teoriler de böyle bir gelişim için şarttır. Mesela, telefonunuzdan Google Maps’i kullandığınızda Dünya’nın etrafını 20.000 kilometrelik bir irtifada dolaşan uydular ağından faydalanırsınız. Bu uyduların en az dört tanesi harita sisteminin çalışması için gerekliyken, altı ya da on tanesi bulunduğunuz yerden herhangi bir anda görünebilmektedir. Bu uyduların her birisi küçük boyutlu atomik saatler taşır ve cihazınıza oldukça isabetli bir şekilde zaman ve konum bilgilerini gönderir. Böylece konumunuzu kesin olarak belirleyip bara giden en hızlı rotayı bulabilirsiniz. Gelgelelim Einstein’in özel ve genel görelilik teorilerine dayanan doğrulamalar söz konusu olmasaydı Küresel Konulandırma Sistemi (GPS) sürekli saat hatası verirdi ve konumda 11 kilometreye varan yanlışlıklar olurdu. Yani, Einstein’in oldukça soyut ve ezoterik – ancak her şeye rağmen oldukça başarılı – fizik teorileri olmaksızın, Dünya’daki konumunuzu belirlemekte zorluklar yaşardınız.
Şubat 2019’da GPS sisteminin öncüleri, Kraliçe Elizabeth Mühendislik Ödülü’ne layık görüldüler. Jüriyse kararlarını açıklarken “Toplum GPS’in açılımını bilmese de GPS’in ne olduğunu biliyor.” ifadesini kullandı. Bakıldığında bu ifade bilim için oldukça kullanışlı bir metafordur. Bir şeyin nasıl çalıştığını anlamak için kafa patlatabiliriz ancak bir yandan da biliriz ki, çalışıyorsa düzgün bir şekilde üretilmiştir.
Bahsettiğimiz metafor bizi, bilim felsefesinin ortaya çıkardığı en büyük sorunlardan birisini irdelemeye getirmiştir: bilimin kesin tanımı. Bir şey ne zaman ‘bilimsel’dir ya da ne zaman bilimsel değildir? Yine bu metafor göz önüne alınınca, bir şeyin ‘düzgün’ gerçekleştirildiğini nasıl bilebiliriz? Belirli bir alanın çerçevesini belirlemeye yönelik bu problemin, oldukça bilinen de bir geçmişi vardır (Konu hakkındaki yakın dönemde yazılan bir makale için Massimo Pigliucci’nin Aeon’daki ‘Bilim sınanabilir olmak zorunda mı?’ başlıklı makalesine bakınız.)[1].
Filozof Karl Popper bilimsel bir teoriyi sahte bilim ya da salt metafizikten ayıran şeyin, deneylerden elde edilen veriler tarafından yanlışlanabilirliği olduğunu öne sürmüştür. Başka bir şekilde ifade edersek, teori yanlışlığı kanıtlanabildiği sürece bilimsel bir teoridir.
Astroloji tahminlerde bulunur ancak bilinçli bir şekilde genel bir çerçeve etrafında dolaştırılan bu tahminler yorumlanmaya sonuna kadar açıktır. Popper 1963 yılında, bu konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır: “Bir şeyler hakkında belirsiz tahminlerde bulunmak kahinlerin tipik hilesidir. Öngörülerinin genellikle doğru çıkmasının nedeniyse bu öngörülerin çürütülememesidir.” Diğer yandan homeopatinin vaatlerini çeşitli açılardan eleştirebilir ve homeopatiyi, kanıta dayalı Batı tıbbına yönelik görüşlerimizle bağdaşmadığı için sahte bilim olarak görüp yok sayabiliriz. Yine de bilinirliğinden dolayı değerlendirmeye almamız durumundaysa tabii tutulduğu bütün deneylerden başarısızlıkla ayrılacağını kabul etmemiz gerekir. Çünkü klinik deneylerde homeopatik tedavilerin plasebo dışında hastaya faydalı olduğunu gösteren hiçbir kanıt bulunamamıştır. Prens Charles gibi homeopatinin işe yaradığını öne süren kimselerin yaptığı şeyse bilim değildir; ya kuruntulara inanıyor ya da yılan yağı satan birisi gibi kasıtlı bir şekilde insanları aldatıyorlardır.
Ayrıca dünya üzerindeki yaşamı Tanrı’nın yarattığına ne kadar inanmak istersek isteyelim, akıllı tasarım teorisinin kendi içinde test edilebilir öngörülerde bulunmadığını da kabul etmemiz gerekir. Söz konusu teori yalnızca, yaşamın inanılmaz karmaşıklığına açıklama getirmek için evrim teorisine getirilen kavramsal bir alternatiftir. Akıllı tasarım yanlışlanamayacağı gibi filozofların metafizik Tanrı’sını ya da ‘gizemli şekilde çalışan’ bir Tanrı’nın dininin varlığı ya da yokluğunu da hiç kimse kanıtlayamaz. Akıllı tasarım bilimsel değildir; bir teori olarak da metafizik içeriğinin altından kalkamamıştır.
Zaten bunu başarabilmek o kadar da kolay değildir. Bir teoriyi – en azından kağıt üzerinde – uygulayabilmek için problem, söz konusu yapı soyutlanarak ve böylece Evren’deki herhangi bir oluşun yapı üzerindeki müdahaleleri yoksayılarak ele alınır. Teorik fizikçi Lee Smolin de Zamanın Yeniden Doğuşu[2] isimli kitabında teorilerin bu şekilde uygulanıyor olmasından ‘kutuda fizik yapmak’ olarak bahseder. Söz konusu uygulama için bir ya da daha fazla ‘destekleyici varsayım’ın (auxiliary assumption) öne sürülmesi gerekmektedir. Deneye dayalı verilerin bu öngörüleri yanlışlamasıysa teorinin hatalı olabileceği ya da sadece destekleyici varsayımlardan birisinin geçersiz olduğu anlamına gelir. Yine de söz konusu somut veriler bize tam olarak neyin yanlış olduğunu göstermez.
Yapılan tahminler yanlış olmasına rağmen Newton’un yasalarının yanlış olduğu düşünülmedi; yanlışlık yalnızca destekleyici varsayımların gözden geçirilmesiyle, ‘kutunun’ verdiğimiz bu örnek için büyütülmesiyle çözüldü.
Bu konuyla ilgili olarak gezegen biliminden alabileceğimiz oldukça güzel bir örnek söz konusudur. 1781 yılında Isaac Newton’un devinim ve yer çekimi yasaları, yeni keşfedilmiş bir gezegen olan Uranüs’ün yörünge hareketleri üzerine tahminlerde bulunmak için kullanılıyordu. Yapılan tahminler yanlış olmasına rağmen Newton’un yasalarının yanlış olduğu düşünülmedi; yanlışlık yalnızca destekleyici varsayımların gözden geçirilmesiyle, ‘kutunun’ verdiğimiz bu örnek için büyütülmesiyle çözüldü. John Adams ve Urabin Le Verrier bağımsız olarak yürüttükleri çalışmalarında Uranüs’ün yörüngesini bozan henüz keşfedilmemiş bir gezegen olabileceğini öne sürdüler; öngördükleri gibi de 1846 yılında Neptün keşfedildi, hem de Le Verrier’in tahmin ettiği konuma oldukça yakın bir yerde. Newton’un yasalarının yanlışlanması bir yana, hatalı tahminler yürütülmesi ve bu hataları takiben yapılan çalışmalar sayesinde Neptün’ün keşfedilmesi, Newton’un yasalarının görkemli bir şekilde doğrulanması olarak görüldü.
Birkaç yıl sonra Le Verrier benzer bir mantığı farklı bir astronomi problemine uygulamayı denedi. Gezegenler tam bir eliptik yörüngeyi takip etmiyorlardı. Gezegenler yörüngelerini bir kere tamamladıklarında periapsisleri de (perihelion) biraz değişiyordu. Bunun nedenininse güneş sistemindeki gezegenlerin birbirlerine uyguladıkları çekim kuvveti olduğu düşünüldü. Güneşe en yakın gezegen Merkür için Newton’un yasaları yüzyılda 575 yay saniyelik (arc-second) bir değişim öngörüyordu. Ancak günümüzde bu değişimin 43 yay saniyelik bir farkla yaklaşık 575 yay saniyelik bir farka denk geldiği gözlemlendi. Söz konusu farklılık çok büyük görünmese de 3 milyon yıl içinde fazladan bir yörünge anlamına geliyordu.
Le Verrier’se bu farklılığa yine henüz keşfedilmemiş ve Güneş’e Merkür’den daha yakın bir gezegenin neden olduğunu düşündü. Bu bulunmamış gezegene Vulcan denilecekti. Ancak astronomlar bu gezegeni boşuna arıyorlardı. Bu örnekte Newton’un yasaları açıkça hatalıydı. Sonrasındaysa Einstein söz konusu 43 yay saniyelik farklılığı genel görelilik teorisi çerçevesinde ele alacak ve buna, Merkür’ün güneşe yakınlaştığı alanlardaki uzay-zamanın eğiminin yol açtığını öne sürecekti.
Bu kısa anlatı bize, bilim insanlarının daha iyi bir teorileri olması durumunda o zamana kadar geçerli olan teorileri ‘kurcalamayı’ bıraktıklarını ve yenilerini uygulamaya koyduklarını gösterir. Dolayısıyla teorilerin aslında hiç çürütülmediği çıkarımını da yapabiliriz. Newton’un devinim yasalarının kuantum mekaniği çerçevesinde moleküllerin, atomların ve atom altı parçacıklarının mikroskopik evrenine içkin olduğunu biliyoruz; öyle ki, boyutu fark etmeksizin herhangi bir cisim ışık hızına yakın ya da eşit bir hızda hareket edecek olurlarsa parçalanacaktır. Yine Newton’un yerçekimi yasalarının da Einstein’in genel görelilik teorisine içkin olduğunu biliyoruz. Gelgelelim Newton’un yasaları ‘gündelik’ nesne ve durumlara uygulandığında tatmin edici sonuçlar verdiği gibi fizikçiler ve mühendisler de söz konusu yasalardan faydalanmaktadırlar. İşin ilginci bu yasalar her alanda ‘doğru olmamalarına’ rağmen, belirli pratik koşullar altında yanlış da değildirler; sadece ‘yeterlidir’ler.
Filozoflar bilimle ilgili benzer sorunları, üstesinden gelinemeyecek problemler olarak görmüşlerdir. Ayrıca Popper’in bilimsel düşüncenin yanlışlanabilir olması kriteri zamanla terk edilmiş olsa da, çalışmalarını sürdüren pek çok bilim insanının zihninde yer edinmiştir. 1983 yılına gelindiğindeyse felsefeci Larry Laudan, bu kriterin yerini alacak başka bir ölçüt bulmaya çalışmaktansa bilim, sahte bilim ve metafiziği birbirinden ayırma sorunsalının çözümsüz olduğunu; dolayısıyla da sahte bir problem olduğunu bildirmiştir. Ona göre asıl ayrım, kaynağı ne olursa olsun bilginin güvenilir ya da güvenilemez olmasındadır; ‘sahte bilim’ ya da ‘bilimsel olmayan’ gibi kalıplar bir anlam ifade etmemektedir.
Gelgelelim, en azından benim için bilim ve sahte bilim arasında; bilim, salt metafizik ya da düpedüz, sıradan saçmalıklar arasıında bir farklılık bulunmak zorundadır.
Peki yanlışlanabilirlikten faydalanamayacağımız bir durumun içindeysek hangi kıstası gözetebiliriz? Açıkçası deney kriteri olarak söz edebileceğim ölçüt dışında benimseyebileceğimiz gerçek bir alternatifimizin olduğunu düşünmüyorum. Söz konusu alanları birbirlerinden ayırmak evet-hayır, doğru-yanlış ya da siyah-beyaz gibi iki uçlu bir yargılamanın konusu olmaktan uzaktır; gri alanların da göz önünde bulundurulması gerekir. Öyle ki Popper’ın kendisinin de bu gri alanların varlığını kabul etmeye hazır olduğunu görürüz: “Sınırlandırmanın ölçütleri kesin bir şekilde belirlenemeyeceği gibi kendi içinde de seviyeleri olacaktır. Teoriler ya sınanabiliyordur, ya sınanmaları güçtür ya da deneye tabii tutulamazlar. Deneye tabii tutulamayan teoriler empirik bilim insanlarının ilgi alanlarının dışındadır.”
Popper’in bu ifadesinden yola çıkarak sınayamadığımız teorilerin metafizik teoriler olduğunu söyleyebiliriz.
Burada sınanabilirlik sadece teorinin empirik kanıtlarla, tamamen veya kısmen ilişkilendirilebilmesi anlamına geldiği gibi söz konusu kanıtların meydana getirdiği olanaklar üzerine bir öngörüde bulunmaz. Kanıtların teoriyi doğrulaması güzel bir şeydir; bu küçük zaferimizi kutlar ve yeni bir deney arayışına gireriz. Kanıtlar teoriyi desteklemiyorsa ya bunun üzerine kafa patlatır ya da destekleyici varsayımlarla uğraşırız. Her iki durum için de teorinin metafizik içeriği ve empirik veriler arasında; düşünceler ve gerçekler arasında bir ikilik söz konusudur. Bu ikilik, metafiziğin tamamen kontrolden çıkmasının önüne geçer. Böylece, metafizik içeriği ehlileştirilmiş ya da ‘tabiileştirilmiş’ olan teorinin üzerinde çalışılabilir. Bilim, zaten budur.
Bu söyleyeceğim basit gelebilir ancak fizik tarihi için oldukça ilgi çekici bir zaman dilimindeyiz. En başta, elimizde sıra dışı iki tane teori var. Parçacık fiziğinin standart modelinin temelini oluşturan ve bilinen temel parçacıkların nasıl çalıştığını açıklayan kuantum mekaniği, madde hakkındaki en iyi teorimizdir. Diğer sıradışı teoriyse Einstein’in, yer çekiminin nasıl çalıştığını açıklayan ve Big Bang etrafında şekillendirilen kozmoloji modelinin temelini oluşturan genel görelilik teorisidir. Bu teori de uzay, zaman ve Evren üzerine sahip olduğumuz en iyi teoridir.
Bu iki standart modeli kullanarak Evren’de görebildiğimiz her şeyi açıklayabilsek de söz konusu teoriler aslında yetersizdir. Fizikçi Richard Feynman, her ne kadar kendisi çok iyi bir düşünür olmasa da 1965 yılında şunları yazarken şaka yapmıyordu: “Rahatlıkla söyleyebilirim ki, aslında kimse kuantum mekaniğini anlamıyor.” Big Bang modeli, evrenin gözlemleyebildiğimizi düşündüğümüz ‘can sıkıcı’ ölçüde kısıtlı bir alanı, yani yüzde 5’lik bir bölümü hakkında açıklama yapabilmek için dahi oldukça fazla miktarda ‘karanlık madde’ ve ‘karanlık enerjiye’ ihtiyaç duyar. Eğer karanlık madde gerçekten bir çeşit maddeyse madde üzerine sahip olduğumuz en iyi teorimizde karşımıza çıkması gerekirdi. Evrenimizin fizik kanunlarını meydana getiren bir ya da daha fazla sabit üzerinde yapacağımız en ufak değişiklik, Evren’i hayat için uygun olmayan; hatta yaşamın fiziksel olarak imkansız olduğu bir yer haline getirir. Fizik kanunları ve sabitlerininse, yaşam barındırmaya uygun bir Goldilock[3] evreni meydana getirebilecek kadar nasıl ‘uyumlu’ olduklarına yönelik bir açıklamamız bulunmamaktadır.
Bahsettiklerim gerçekten inatçı sorunsallar olmakla beraber en iyi teorilerimizin getirdiği açıklamalarda dahi boşluklar bulunmaktadır. Bu teorileri her şeyin varsayımsal teorisi altında bir araya getirmekse hayli zordur. Geçtiğimiz 50 yıl içinde sarf edilen emeğe rağmen söz konusu teorilerin birlikte nasıl ele alınacağına yönelik tam bir fikir birliği de sağlanmış değildir. Ayrıca, bunu söyleyerek şartlarımızı daha da kötüleştirmiş olacağım ancak elimizdeki empirik kanıtlar da tükenmiş durumda. Bilim insanları becerikli ve yaratıcı insanlardır. Ancak pek çok metafizik fikre sahip olmalarına karşın, hangi düşünceyi takip etmeleri gerektiğini gösteren empirik bir kılavuzları yoktur. Fikirsel dünyaları zengindir; gelgelelim oldukça az veriye sahiplerdir.
Dolayısıyla da bir seçim yapmak zorundadırlar.
Öylece geriye çekilip, varsayımlarını sınayabilecekleri empirik bir veriye sahip olmaksızın bilim adına hemen hemen hiçbir şey yapamayacaklarını; ellerini bıkkın bir şekilde havaya kaldırıp bilimin şu an için açıklayamacağı şeylerin var olduğunu mu kabullenmeleri gerekir?
Ellerinde veri olmaksızın yapabilecekleri ‘en iyi açıklamayı’ meydana getiren şey nedir?
Ya da çoklu evren teorisinde olduğu gibi, ellerinde veri olmamasına rağmen herhangi bir şeye aldırış etmeyip konunun üzerine giderek, fiziğe yönelik açıklama olarak yorumlanabilecek soyut matematikle dolu bildiriler mi yayınlamalıdırlar? Böyle yaparak yalnızca metafiziği kabullenmeyip, üstüne teorilerinin metafiziki düşüncelerle dolmasına müsaade etmiş olmazlar mı? Einstein’in aşağıya alıntıladığım uyarısını göz ardı ederek gerçek fiziğe ulaşabilecekleri yolun bu yaklaşım olduğunu mu düşünürler?
Anlama tutkusu çoğunlukla, insanların dünyayı empirik bir temel olmaksızın yalın bir şekilde düşüncelerle, kısacası metafizik yoluyla mantıksal olarak kavrayabilecekleri illüzyonunun oluşmasına neden olmuştur.
Sanıyorum ki yukarıdaki sorularımın cevabını biliyorsunuz. Yine de bilim fazlaca zihin egzersizi gerektirdiğinden dolayı tekrar bunların üzerinden geçelim. Teorik fizikçi David Deutsch, çoklu evrenlerin bir zamanlar dinazorların var olduğunu bildiğimiz gibi gerçek olduklarını ‘duyurmuş’; üstüne artık bunu ‘kabullenmemiz gerektiğini’ söylemişti. İngiltere Kraliyet Astronomu Martin Rees ise çoklu evrenlerin metafiziki olmadıkları gibi bilimin heyecan verici bir alanı haline geldiğini ilan etti; üstüne, çoklu evrenlerin ‘gerçek olma’ ihtimaline köpeğinin hayatının üzerine bahse girebileceğini söyledi. Kimi fizikçilerse bahsettiğimiz alanları birbirlerinden ayırmaya yönelik ölçütsel kavramları, söz konusu alanların söylemlerini çarpıtarak değiştirme yolunu izledi. Bunu yapmanın bir yolu da, bütün sorunsalları Popper’ın yanlışlanabilirliğiyle karşı karşıya getirmekti ancak bilim felsefecilerinin de yaptığı zaten yıllardır buydu. Böylece söz konusu fizikçiler kendi kurallarını belirledikleri gibi asıl konudan; dolayısıyla da düşünceler ve veriler arasındaki zorunlu gerilimden kaçınmış oluyorlardı.
Çoklu dünyalar yorumu savunucusu Sean Carroll da, kendi deyişiyle mevcut olan en iyi açıklamaya yönelik mantıksal çıkarımlarda bulunmayı tercih ettiğini belirtmektedir. Ancak böyle bir yaklaşım bizi açıklaması oldukça güç; kişisel yargılara bağlı ve ‘yine de makul ölçüde doğru’ teorilerle baş başa bırakır. Diğer bir soru da yargıda bulunacak kişinin kim olduğudur. Ayrıca veri olmaksızın ‘mevcut olan en iyi açıklamayı’ oluşturan şey nedir?
Carroll çıkarım yapma olgusunu, Bayesçi olasılık teorisi yoluyla görüşlerine kazandırdığı bir itibara sahipmiş gibi göstermeye çalışırken söz konusu teorinin tamamıyla öznel olan doğasını da rahat bir şekilde görmezden gelir. Önceden teorisyen olan düşünür Richard Dawis’in, ‘zaten teorik olarak doğrulanmış’ ya da ‘empirik olmayan bir teori’ olarak sicim teorisini haklı çıkarma girişimleri de Carroll’un yaptığından farklı değildir. Dolayısıyla ‘mevcut olan en iyi açıklama’ ya empirik kanıtlara herhangi bir atıfta bulunmayan salt metafizik bir içeriğe ya da kolaylıkla kişisel ön yargılara uyarlanabilen olasılık teorisinin uygulamalarına dayandırılacaktır.
Neticede önümüzdeki olgu, deney sonrası bilimin tezatıdır.
Peki bunda büyütülecek ne var? Diyelim ki bazı teorik fizikçiler içlerindeki metafizikçiyi şımartmak için bildiriler kaleme aldılar. Kendi küçük akademik çevreleri dışında bu yazıları kim okur ki? Ancak şu an okuyor olduğunuz makalenin ilk sayfalarına bakın. Halka açık bir yerde yayınlanma amacı olsun ya da olmasın (ki her zaman için böyle bir amaç vardır), yazılan şeyler her zaman okuyucuyu bulur ve bilimin en temel yapı taşlarına asit gibi damlamaya başlar. Carroll’un çoklu dünya yorumu üzerine yazdığı Something Deeply Hidden başlıklı kitabının yayınlanma sürecinde, geçtiğimiz ay Aeon’da yayınlanan bir makale de dahil olmak üzere yoğun bir tanıtım faaliyeti de yapıldı. Hatta PBS haber kuşağının bir bölümünde şu ifadelere yer verildi: “Kuantum mekaniği bağlamında ele alınan ’çoklu-dünya’ teorisi, yaptığınız her seçimle sizin yeni versiyonunuz anlamına da gelen yeni bir evrenin var olmaya başladığını öne sürer.”
Bir de fizikten ‘zor bilimlerin’ en zoru olarak bahsedilir. Gel gelelim söz konusu ölçütler, bilim için harcanan her çabayı değerlendirmeye tabii tutmaya yönelik eğilimlerimiz tarafından belirlenir.
Bilim tarihçisi Helge Kragh, temel fiziğe de bulaşan ‘büyük spekülasyonları’ incelemeye oldukça fazla zaman ayırmış birisi olarak Higher Speculations kitabında çoklu evren teorisi üzerine şunları söyler (italikler bana aittir):
Şunu da söyleyebiliriz ki, çoklu evren teorilerinin büyük bir kısmı ancak akıllı tasarım teorisi kadar sınanabilirdir. Gözlemlenemeyeceği bir ortamda akıllı tasarım teorisini reddedip çoklu evren teorilerini ilginç bir bilimsel hipotez olarak görmek, kuşku uyandırıcı bir çifte standart olarak görülebilir. Diğer yandan kimi yaradılışçı, hatta yaradılışçı olmayan düşünürlerin çoklu evren fiziğinden istemsiz bir şekilde yöntem desteği aldığı da görülür.
Seattle’da yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar tarafından kurulmuş olan Discovery Enstitüsü’ndeki kimseler tam da kendilerinden beklenebileceği gibi teorik fizik alanında yaşanan gelişmeleri büyük bir ilgiyle takip etmekteler. Enstitünün yayın organı olan Evolution News başlıklı blogda yazılar yazan katolik evanjelist Denyse O’Leary 2017 yılında şöyle bir önermede bulunmuştu: “Çoklu evren teorisi savunucularının talep ettiği tek şey hatalı verileri kabul etmemiz değildir. Asıl önerileri, teorilerini kabul etmemiz için somut bir kanıtı anahtar ölçüt olarak görmeyi bırakmamızdır.” Dolayısıyla yaratılışçılar, çeşitli gerekçeler göstererek ‘Bakın, bizi sahte bilim yapmakla suçluyorsunuz ancak sizin bilim adına yaptığınız şeyin farkı tam olarak ne ki?’ derken; gerçeğe yönelik mantıksal bir arayışta bilimin son sözü söylemesini sağlayan otoritesini yıkmaya çabalamış oluyorlar.
Don Ross, James Ladyman ve David Spurrett gibi düşünürlerse alanları belirleme ölçütlerinin kurumları bağladığını, kişilerle ilgisi olmadığını söylemektedir. Dolayısıyla bilim kuruluşları belirli standartlar dayatarak anlatım biçimini belirlediği gibi nesnel olduğu öne sürülen ancak salt metafizikten türetilmiş olan verilerin de süzülmesinin sağlar. Gel gelelim kozmolog George Ellis ve astrofizikçi Joe Silk’in 2014’teki uyarıları ve kurumlara ‘fiziğin birliğini korumaya yönelik’ çağrıda bulunmalarına rağmen değişen bir şey olmadı. James Ladyman dahi durumu kabullenmiş gibi duruyordu. Öyle ki, bir konuşmamızda bana “Temel fizikle ilgili yaygın hataları uzmanlar da yapabilir; zaten yapıyorlar da.” demişti. Ladyman bu şartların uzun vadede, hatta çığır açacak bir buluş yapıldığı zaman düzeleceğine inanıyordu. Peki biz hiç gerçekleşmeme ihtimali olan bu büyük buluşu beklerken bilimsel düşünce daha ne kadar zarar görecek?
Belki de ilk olarak küçük adımlarla başlamamız gerek. İlk olarak teorik fizikçilerin istedikleri şeye inanma, istedikleri şeyi yazma ve söylemeye hakları olduğunu kabul edelim; ancak tabii ki mantıklı olduğu sürece. Yine de belirli savlar öne sürerken biraz dürüst olmalarını bekleyerek çok mu şey istemiş oluyoruz? ‘Çoklu evrenler vardır’ ya da ‘var olma ihtimalleri söz konusudur’ demek yerine, ‘çoklu evrenler felsefi olarak ilgi çekici bir konu olmasına rağmen oldukça spekülatif ve tartışmalı bir teori; ayrıca var olduklarını gösteren hiçbir kanıt yok’ gibi bir şey söylemeleri gerçekten o kadar zor mu? Teorik fizikçilere yönelik böyle uyarılar tabii ki unutulabilir ya da sansasyon takıntılı popüler yayınlar tarafından değiştirilerek sunulabilir. Ancak bu bilimsel bir bütünlükten ziyade, gazeteciliğin ya da bilim haberciliğinin başarısızlığıdır.
Notlar
- [1] Söz konusu makale çeviri havuzumuzda bulunup, çevirisi tamamlandığında bağlantı verilecektir. (ç.n.)
- [2] Zamanın Yeniden Doğuşu, Lee Smolin, Tübitak Yayınları, 2017, Ankara, Çev.: Bilge Tanrıseven. (ç.n.)
- [3] Astrobiyolojide bir yıldızın etrafında yaşamın bulunabileceği bölgeler anlamına gelir. Goldilock ve Üç Ayı masalından esinlenilerek belirlenen bu isim, ekonomi, politika, biyoloji ve astronomi gibi farklı alanlarda ‘olması gereken’ değerleri ifade eder. (ç.n.)
Jim Baggott- “But is it science?”, Erişim Tarihi: 14.08.2020), (Erişim Kaynağı: https://aeon.co/essays/post-empirical-science-is-an-oxymoron-and-it-is-dangerous
Çevirmen: Semih Gözen Esmer
Çeviri Editörü: Can Kalender