Büyük Mitler 5: Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin Yıkılışı – Tim O’Neill

/
2035 Okunma
Okunma süresi: 52 Dakika

Kötü Yeni Ateist tarihçiliğinin kalbini oluşturan bir hikâye varsa o da Büyük İskenderiye Kütüphanesi ve onun kalabalık bir Hristiyan güruhça yıkılması masalıdır. Bilge ve akılcı Yunanlar ve Romalıların Hristiyanlık öncesi antik dünyanın tüm bilgeliğini tek bir kütüphanede toplayıp bilimin ve aklın üzerine titreyerek Batı medeniyetini teknolojik ve endüstriyel devrimin eşiğine getirdiği bu masal, Draper-White Tezinin merkezindeki kıssadan hissedir. Amma velakin sonradan irrasyonel Hristiyan yobazların oluşturduğu çığırtkan bir güruh üzerine titrenilen bilim ve öğrenimi ateşe vermiş; böylece Karanlık Çağın fitilini de ateşleyerek teknolojiye bin yıl boyunca ket vurmuş. Carl Sagan’ın ufuk açıcı Cosmos dizisinde (1980) ve Alejandro Amenabar’ın Agora (2009) filminde tekrar ve tekrar anlatılan güzel bir hikâye şüphesiz. Tek sorun… böyle bir şeyin hiçbir zaman gerçekleşmemiş olması.

“…dediğinde kötü bir Yeni Ateist tarihçisi olduğunu fark edersin”

Ocak 2014’te birisi Facebook’taki Richard Dawkins Foundation for Reason and Science sayfasında yukarıdaki miğmi paylaştı. Bu miğm sık sık tarih sitelerinde veya başka bir şekilde (“tarihseverler” değil de ”kitapseverler” olarak) kütüphane ve kitabevi sitelerinde beliriyor; ama Dawkins grubunda paylaşıldığında grubun üyeleri, habis Hristiyanları İskenderiye Kütüphanesi’ni yıktıkları için yerden yere vurdukları yorumlarıyla ne tür bir “tarihsever”  olduklarını gösterdiler:[i]

Kiliseden HALA nefret ediyorum bunun için! Yani başka nerede ana yoldan atlayıp ‘üniversiteye’ gidebilirdin ki? O yer bir entelektüelin cennetiydi.

Tüm bu bilgi birikiminin ve irfanın yitirilişinin bir tür kaza sebebiyle değil de insan eliyle gerçekleşmiş olduğu gerçeği beni üzüyor.

Cahiliyet sırf kendi aptallığından dolayı aydınlanmayı yok ediyor.

 Dindar yobazlara olan nefretimi ve genel olarak dine karşı tiksintimi güçlendiriyor. Böylesi saçma eylemler ve olaylar yaşanmasa şu anda ne kadar ilerlemiş olurduk kim bilir.

Son örnek diğer birçok yorumda da görülen bir mevzuyu içeriyor: Hristiyanların sözde yıkımının bilgisel ve teknolojik ilerleyişin doğal seyrine ket vurduğu.

O zamandan beri insan dünyası nasıl farklı olurdu düşünsenize. Tüm insani uğraş alanları diğer yolları izlerdi —tıp, tarım, ulaşım, mimarlık ve hakeza eğitim! Sanal alternatif bir evren.

Dindar barbarlar İskenderiye Kütüphanesi’ni yok etmeselerdi şimdiye Mars’ta ve Jüpiter uydularında koloniler kurmuş olurduk muhtemelen.

Genel kültürün, bilim mühendisliğinin vs. tarihteki en büyük kaybı herhalde, hitlerin yaktığı kitaplar bile sönük kalıyor.

Bilim en az iki yüz yıllık bir hasar aldı, örneğin Romalıların iki bin yıl önceki kompleks merkezi ısıtma sistemi 20’nci yüzyıla kadar tekrar yaygınlaşamadı hatırlarsanız.

Başka bir yorum ise Romalılara ait “kompleks merkezi ısıtma” (yani zemininizin altında bir köle şebekesiyle desteklenen bir ateş) sisteminin kaybı gibi çok daha büyük bir etkiden söz ediyor:

Eğer İskenderiye Kütüphanesi ve Klasik Dünyanın diğer öğrenim merkezleri hayatta kalsaydı Roma İmparatorluğu parçalanmaz ve güçlü kalırdı, dördüncü ve beşinci yüzyıldaki göçlerin önü kesilir ve göçler Ren ve Tuna sınırında kontrol altına alınırdı, dahası oldukça muhtemeldir ki yörüngeye 500 yıl daha erken otururduk diye düşünüyorum uzun bir süredir. Tabii ki bunun olması için Roma İmparatorluğunun filizlenip duran dindar histerikleri bastırma ve İmparatorluğun bakiliğini sağlama alma konusunda çok daha iyi bir iş çıkarması gerekecekti. Sözüm ona imparatorların bitmek bilmez ağız dalaşları İmparatorluğun gücünü tüketti. Yeni palazlanan hristiyan kilisesinin rakip hurafelere karşı yürüttüğü ardı arkası kesilmeyen gerilla savaşlarının verdiği zarardan bahsetmeye gerek bile yok. Eğer Roma bunu başarsaydı geri kalanı için gerekli olan ekonomik kalkınma geç olmadan yetişirdi.

Karışık bir fanteziden ibaret bu arapsaçı yetmiyorsa İskenderiye Kütüphanesi ile alakalı hararetli, kötü tarih anlatıları işin içine başka bir Yeni Ateist masalı katmadan tamamlanmayacaktır. Örneğin, İskenderiyeli Hypatia’nın öğrenimi ve akılcılığından dolayı öldürülmesi:

Bu güruh Kütüphane’yi yakmasa ve döneminde kütüphanenin başı olan şanlı kadın Hypatia’nın etini kemiklerinden ayırmasa şu anda Mars’ta kolonimiz olurdu ve tüm hastalıkları iyileştirirdik.

Peki bu insanlar sinirlerini bu kadar bozan tüm bu şeyleri nereden öğreniyorlar? Ne yazık ki bu, ortalama bir Yeni Ateistin tarihi kavrayışının bir tarihçi tarafından değil, bir bilim insanı tarafından oluşturulduğu ve bilim insanının yine her şeyi yanlış anladığı bir başka durumdur. Buradaki asıl suçlu ise maalesef, merhum Carl Sagan.

Akranlarımın çoğu gibi benim de Sagan’a karşı zaafımın olduğunu itiraf etmeliyim. Kendisi harika bir halk eğitimcisiydi ve bilimin harikalarını çoğu meslektaşının beceremediği bir şekilde geniş kitlelere ulaştırabilen bir nevi şovmendi. Bilimsel katkısı kapsamı ve etkisi bakımından önemsiz değildi ama roman —aynı adla Jodie Foster başrolüyle 1997’de sinemaya uyarlanan Contact (1985)— ve dilin kökenlerinden skeptisizme, dünya dışı akıllı yaşama ve nükleer silahsızlanma için acil çağrılarına kadar kitlesel medya vasıtasıyla bilimi genel kitleye yayan popüler yazıları ve işleriyle tanındı daha çok. Fakat onu akıllara kazıyan şey 1980 çıkışlı TV serisi Cosmos: A Personal Voyage oldu. 80’lerin en geniş çapta izlenen parasız kanal serisi oldu ve halk için neredeyse tek başına yeni bir tür bilim eğitiminin temelini attı. Sagan kozmos tarihinin geniş çaplı bir içeriğini ve biz insanların bilimi ve aklı kullanarak onu nasıl anlayageldiğimizi ele alıyordu. Onun bilim tarihini bilimsel kavramları açıklamak için kullanış şekli, bir ergen olarak benim ilgimi çeken şeydi; fakat sonradan Sagan’ın bilim insanlığının ve sunuculuğunun tarihçiliğinden daha iyi olduğunu öğrenecektim.

Sagan hem seriyi ve hem de beraberinde gelen 1978-79’un çok satan kitabını Soğuk Savaş’ın gölgesinde, Aparteid döneminde ve İran devrimi ile yıllar süren radikal terörizmin akabinde yazmıştı. Serinin son bölümü “Who Speaks for Earth?” insanlığın geleceğini yansıtıyordu ve medeniyetimize karşı artan tehditler karşısında aklıselim olmaya davet ediyordu. Sagan da Büyük İskenderiye Kütüphanesi ve onun irrasyonalite ve hurafe güçlerine karşı yıkılışını bu bağlam içerisinde anlatıyordu:

Sagan’ın anlattığı hikâye güzel bir hikâye ve hikâyeden çıkardığı dersler de takdire değer ama tarihsel yönden bayağı rezil. Birtakım şaibeli iddialarda bulunuyor, spekülasyonları gerçekmiş gibi sunuyor ve birkaç tane ciddi olgusal hata yapıyor — gerçek tarih manyakları Reddit’teki /r/badhistory grubunun bu paylaşımında kendisinin yanlış veya abartılı söylediği her şeyin detaylı bir analizini bulabilir. Greko-Romen medeniyetinin kölelik yüzünden çöktüğü gibi tuhaf iddialarda da bulunuyor ama kendisinin Batı düşünce tarihine dair tasvirinin temelini oluşturan şey, sonrasında şanlı “Rönesans” ile ferahlayan “Karanlık Çağ” ile alakalı on dokuzuncu yüzyıl klişeleri. Sagan hakiki kronolojiyi garip bir şekilde altüst ederek İskenderiyeli Hypatia’nın öldürülmesini, “[İskenderiye Kütüphanesi’ni] yakıp yıkan güruhun” oluşmasına yol açan “mistisizme sefilce teslim oluş”dan öncesine yerleştiriyor. Hypatia’nın öldürülmesine dair anlatısının yarattığı etki başka bir yazının konusu ama kendisinin İskenderiye Kütüphanesi’ne içten naati, Kütüphane eğer yakılmasaydı vesile olacağı gelişmelerden bahsetmesi, ardından da bu mücevherin yakılmasına sebep olan “cansızlığın … pesimizmin … [ve] mistisizmin” güçlerini suçlaması birçok insan arasında öfkenin yayılmasını sağlayan şey. Yukarıdaki alıntılarda “dindar barbarlara” karşı öfke ve nefret ifadelerinin çoğu, dolaylı ya da dolaysız, Sagan’ın anlatısından türüyor.

İskenderiye Kütüphanesi’nin Hristiyanlarca ateşe verildiği bu masalı Sagan uydurmadı elbette; aksine, hakkını vermek gerekirse, kendisi aslında sadece dolaylı olarak ima ediyor bunu. Birçok pozitivist masal gibi bu hikâyenin de kökeni on sekizinci yüzyılın polemiklerinde yatıyor. Bu vakada ana failimiz eski dostumuz Edward Gibbon:

Değerli İskenderiye Kütüphanesi yağmalanmıştı ya da yıkılmıştı ve hemen hemen yirmi yıl sonrasında boş rafları gören, dini tarafgirlikten zihinleri tamamıyla kararmamış gözler; pişmanlık ve içerleme hissine bürüdü. Antik dehaların çoğu telafi edilemez bir şekilde mahvolmuş derlemeleri ardıl nesillerin gönlü ve öğretimi uğruna putperestliğin enkazından hariç tutulmuş olabilir. (Gibbon, The History of the Decline and Fall of the Roman Empire [Roma İmparatorluğunun Düşüşü ve Çöküşünün Tarihi], Cilt 5, Bölüm 28)

Gibbon, sonraki zamanlara ait tarihçilerle alakalı sağgörülü ve objektif olma fikirlerinden çok daha önce, 1776 ila 1178 yılları arasında yazıyordu. Voltaire ve etkilendiği Fransız filozoflar gibi Gibbon’ın da ajandasında günlüğünü tuttuğu birkaç ideolojik kalemi vardı ve bunlardan birisi Hristiyanlık karşıtlığıydı. Kitabı, öğrenciyken kısa süre beraber takıldığı Katolikliğe güçlü bir tepki gösteriyordu. Hristiyanlık karşıtı polemiği kendisine düşmanlar kazandırmış ve kitabın yayımlanmasıyla İngiliz kilise adamlarından öfkeli kınamalar almıştı ama iğneleyici eleştirisinin büyük bir kısmının “Roma Kilisesini” hedef almış olarak görülmesi, eleştiriyi kitlesinin nezdinde büyük oranda kabul edilebilir kılmıştı. Decline and Fall kitabı çok satanlar arasına girmişti ve tarih yazımıyla ilgili birçok hatasına rağmen bu kitap, halen haklı olarak bir İngiliz edebiyatı başyapıtı olarak görülüyor. Birkaç yüzyıl boyunca Roma’nın yıkılışıyla alakalı en çok okunan kitaplardan olunca mevzubahis konunun popüler algısındaki nüfuzunu da bir hayli sürdürüyor ne yazık ki. Sagan, İskenderiye Kütüphanesi’ne methiyeler düzerken Gibbon’ın rivayetinden yararlanıyordu. Yani Yeni Ateistler konu hakkındaki görüşlerini üçüncü veya dördüncü elden ve şaibeli, tarafgirliği aşikâr ve tamamıyla miadını doldurmuş kaynaklardan alıyorlar.

İskenderiye Kütüphanesi Neydi?

Modern görüşlerin çoğuna göre Büyük İskenderiye Kütüphanesi, Aristoteles’in öğrencisi ve halefi olan Theophrastos’un eski öğrencisi Phaleronlu Demetrios’un yeni yeni filizlenmeye başlayan İskenderiye şehrine sürülmesi ve orada I. Ptolemaios Soter’e kütüphane bir planını sunmasıyla M.Ö. üçüncü yüzyılın başında kuruluyor. Bu hikâye yerinde; zira Aristoteles’in Peripatetik ekolü ile kütüphanenin kuruluşu arasında direkt bir bağlantı kuruyor ve Aristoteles’in Atina’daki Lyceum’unun model alınışını temel ediniyor. Ne yazık ki hikâye biraz fazla yerinde ve aslında kolaylıkla başka şekillerde de okunabilecek bazı bilgi kırıntılarından toplanmış. Bir yüzyıl sonrasından kütüphanenin kuruluşunu I. Ptolemaios’un saltanatındaki Demetrios’a atfeden bir rivayetin olduğu şüphesiz ama doğruluğundan şüphe etmek için iyi sebeplerimiz var. Diğer kaynaklar da kütüphanenin kuruluşu hususunda Demetrios’tan bahsediyorlar ama Ptolemaios’un halefi II. Ptolemaios Philadelphios nazarında adı geçiyor ve Demetrios’u, ikinci Ptolemaios’un kitapları kendileri vasıtasıyla topladığı en az dört bilginden—diğerleri Aitolialı Aleksandros, Halkisli Lykophron ve Efesli Zenodotos olmak üzere— birisi olarak gösteriyor. Fakat bu bile kesin değil. Zira Demetrios, Philadelphios’un rakiplerinden birisini selef krala halef olması için desteklemişti ve çok geçmeden gönderildiği bölge içi sürgünde ölmüştü. Bu da Demetrios’u kütüphanenin kuruluşuna yardım edenlerden birisi olarak gösteren bu geç dönem hikâyesini de şaibeli kılıyor.

Sonuç olarak kütüphaneyi tam olarak kimin kurduğunu bilmiyoruz ve ne zaman kurulduğu konusunda da net bir bilgimiz yok. Kesin olan şey ise ileride büyük bir şehir olacak İskenderiye’nin oldukça erken bir tarihinde kurulduğu ve kuruluşunun şehri gelecek yüzyıllarda bir öğrenme merkezi haline getirdiği. Lakin netleştirilmesi gereken bir başka nokta da orada kurulanın aslında hiç de “kütüphane” olmadığı. “İskenderiye Kütüphanesi” dediğimiz yer dini bir mabede bağlı kitaplar koleksiyonuydu — Museaum ya da Mouseion. Adından da anlaşılacağı üzere bu kurum Dokuz Müz’e adanmıştı: Kleio (tarih), Urania (astronomi), Kalliope (epik şiir ve şarkı), Euterpe (lirik şarkı), Polymnia (kutsal şiirler), Erato (erotik şarkı), Melpomene (tragedya), Thalia (komedya), Terpsikhore (dans). Müzler tapınağının Ptolemaios hanedanı tarafından atanan özel bir rahibi olurdu ve bu tapınak dinlenme yerlerinin ve dersler, özel çalışmalar için ayrılmış oturakların olduğu exhedra’ya veya büyük bir salona sahip bir kompleksin merkezindeydi. M.S. birinci yüzyılın başında Strabo tarafından verilen elimizdeki tek ve oldukça kısa bir tasvire göre ayrıca mutfakların olduğu müşterek bir yemek salonu, bir yurt ve diğer meskûn daireler, heykeller ve gölgeli bir yolla süslenmiş geniş bahçeler varmış. “İskenderiye Kütüphanesi” dediğimiz yer Mouseion’da ağırlanan ve orada çalışan bilginlere amade toplanmış kitaplar koleksiyonuydu ve kısmen kompleksin kendisinde ve daha sonra en az üç “yardımcı kitaplık” içeren diğer sitelerde depolandı. Tomar raflarıyla ve bilginler için ayrılmış çalışma masalarıyla dolu, seslerin yankılandığı salon şeklinde sunulan o meşhur İskenderiye Kütüphanesi imajı neredeyse tamamıyla yanlış. Bugün bile birçok geleneksel tasarımlı kütüphaneye model olan o tarz bir kütüphane çok daha sonra Romalılar tarafından geliştirildi. Oysa Mouseion’un “arkasında bir dizi oda olan sıra sütunları vardı … odalar, mevcutları raflarında barındırma işlevi görürdü ve sıra sütunlar da okuyucular için alan sağlardı.” (Lionel Casson, Libraries of the Ancient World [Antik Dünyanın Kütüphaneleri], Yale University Press, 2001, s. 34)

İskenderiye’deki Mouseion ne antik dünyada Müzlere adanmış tek mabetti ne de içinde çalışma merkezi olan tek yerdi. Örneğin Pisagor, Crotone’ye ilk gelişinde öğrenime teşvik amacıyla Müzler için bir mabedin kurulmasını önermişti veya  Seleukos kralları da MÖ 2. yüzyılın sonlarında Antakya’da bir eğitim merkezi ve bir kütüphane inşa etti. İskenderiye Kütüphanesi’nin esasında bir dini mabede bağlı olduğu gerçeği birçok modern anlatımda ya görmezden gelinen ya da örtbas edilen bir konu. Yukarıdaki videoda Sagan, “yardımcı kütüphanelerden” birinin Serapis’in tapınağı Serapeum olduğundan bahsediyor ama itinayla konuyu geçiştiriyor. Serapeum, “bir zamanlar tapınaktı ama sonrasında ilme adandı” diyor. Zırva bu. Serapeum her zaman bir tapınaktı ve sonradan herhangi bir şeye “adanmadı”. Kütüphaneler genelde tapınaklara ilave olarak yapılırdı; fakat görünüşe bakılırsa Sagan, İskenderiye Kütüphanesi’nin “ek binasını”, içinde bulunduğu tapınaktan uzak tutmaya çalışıyordu; çünkü bu malumat Sagan’ın seküler ilmin “mistisizm”e olan üstünlüğü konseptine pek uymuyordu. Serapeum gibi Mouseion da beraberinde bir araştırma kurumunun ve kitap koleksiyonunun bulunduğu bir tapınaktı.

Bu bir yana, Mouseion gerçekten de her şeyden önce bir araştırma enstitüsüydü ve beraberindeki kitap koleksiyonu — kolaylık adına İskenderiye Kütüphanesi diye bahsetmeye devam edeceğiz — net bir şekilde antik dünyanın, en kapsamlısı olmasa bile, en kapsamlılarındandı (aşağıda daha çok değineceğiz buna). Birçok meşhur antik dönem bilgini Mouseion’da çalışmıştı. Buna Eratosthenes ve muhtemelen Batlamyus dâhil. Ne var ki sık sık orada çalıştıkları (hatta ibretlik bir şekilde İskenderiye Kütüphanesi’nin kütüphanecileri oldukları) iddia edilenlerden birkaçı orada aslında çalışmamış. Sagan methiyesinde Hipparkos’un orada çalıştığını söylüyor ama Hipparkos yalnızca koleksiyondan bazı kitapları kullanmış görünüyor ve evi Rodos’tan kalkıp orayı ziyaret ettiğine dair bir kanıt yok. Sagan benzer şekilde Arşimet’in de orada çalıştığını söylüyor ama bu hususta da net bir kanıt yok ve Arşimet’in hayatına dair kısıtlı bilgimiz, yaşamını Siraküza’da geçirdiğine işaret ediyor. Sagan’ın diğer bahislerine bakarsak Öklid ve Herophilos, Mouseion’un ne zaman inşa edildiğine bağlı olarak orada çalışmış olabilir, Trakyalı Dionysos ise olasılığı daha yüksek olan başka bir ihtimal. En nihayetinde Sagan’ın büyük bilginler yoklaması; tarihsel gerçeklere değil, ağırlıklı olarak abartıya ve spekülasyonlara dayanıyor. Devamlı İskenderiye Kütüphanesi’yle beraber anılan ve hatta oranın “son kütüphanecisi” olarak takdim edilen bir başka kişi de (yeniden) Hypatia. Kendisinin zamanına kadar hem İskenderiye Kütüphanesi hem de Serapeum’daki yardımcı kütüphanesi varlık sahasından silinmiş olmasına rağmen diyorlar bunu.

Sadede gelirsek, İskenderiye Kütüphanesi’nin İskenderiye’deki Müzler mabedinin ünlü öğrenim ve araştırma enstitüsüyle bağlantılı, kapsamlı bir kitaplar koleksiyonu olduğunu söyleyebiliriz. Bu kadarı net; fakat hakkında sık sık iddia edilen diğer birçok şey, çok daha az net ve bazıları saf fantezi. O halde “İskenderiye Kütüphanesi” ne değildi listesine geçelim.

İskenderiye Kütüphanesi Ne Değildi?

“700.000’den fazla kitapla antik dünyanın en büyük kütüphanesiydi.”

Antik dünyanın en büyük kütüphanesi olması gayet muhtemelken bizim bunu teyit etme imkânımız yok. Zira koleksiyonunun boyutu konusunda elimizdeki sağlıklı bilgi az. Buna rağmen birkaç antik kaynakta kütüphanedeki kitapların sayısı için verilmiş büyük sayılar popüler kaynaklarca devamla tekrar ediliyor ve genelde en yüksek olanı tercih ediliyor. Shakespeare araştırmacısı Stephen Greenblatt’ın The Swerve: How the Renaissance Began [Sapma: Rönesans Nasıl Başladı?], (Vintage, 2012) isimli meşhur tarih kitabı eleştirmenlerce beğenilmişti, hatta kendisine bir Pulitzer ödülü getirmişti. Oysa kitaba gülünç hataları ve tuhaf şekilde çağdışı tarih yazımı için gerçek tarihçilerce sert eleştiriler getirilmişti (buradan hem benim detaylı eleştirel incelememi görebilir hem de tarihçilerin diğer ağır eleştirilerine ulaşabilirsiniz). Greenblatt’ın aktarımı, on dokuzuncu yüzyılın Yeni Ateistlerce sevilen “karanlık çağ” anlatısına oldukça yakın. İskenderiye Kütüphanesi’yle alakalı mitlerin kendi aktarımında büyük bir yer edinmesi pek de şaşırtıcı değil yani. Buna dayanarak da okuyucularını büyük bir güvenceyle şöyle bilgilendiriyor:

Müze [Mouseion] zirve döneminde yeni ve dahice bir sisteme… alfabetik sıraya göre sistematik bir şekilde düzenlenmiş, etiketlenmiş ve raflanmış en az yarım milyon papirüs tomarı içeriyordu. (Greenblatt, s. 88)

“Yarım milyon tomar” (hatta “yarım milyon kitap) rakamı sık sık ortaya atılan bir rakam ama böylesi muazzam bir sayı bile bazı polemikçiler için yeterli olmaktan uzak. Avukat ve köşe yazarı Jonathan Kirsch, God Against the Gods: The History of War Between Monotheism and Polytheism [Tanrı, Tanrılara Karşı: Monoteizm ve Politeizm Arasındaki Savaşın Tarihi], (Viking, 2004) adlı kitabında çok daha yüksek bir sayıda karar kılıyor:

M.S. 390’da … yobaz bir Hristiyan güruh, en nadide ve kadim eserlerin toplandığı … hepsini toplasan yaklaşık 700.000 cilt ve tomarın bulunduğu antik İskenderiye kütüphanesine saldırdı. (Kirsch, s. 278)

Belli ki İskenderiye Kütüphanesi’ndeki koleksiyon ne kadar büyük olursa kaybı da o kadar o kadar korkunç bir trajedi oluyor. Buna binaen de kütüphanenin sözüm ona yıkımı için töhmet altında bırakacak güruh arayanlar genelde böylesi yüksek sayılara yöneliyorlar (Kirsch’in çizgi filmsi kitabındaki “kötü adamlar”ın monoteistler olduğunu söylememe gerek yok herhalde). Peki bu sayıların bugün bile büyük bir kütüphane koleksiyonu oluşturacağını düşünürsek İskenderiye Kütüphanesi’nde gerçekten de bu kadar çok sayıda kitap var mıydı?

Konu hakkındaki diğer çoğu şey gibi bu da yanlış gözüküyor. Karşımıza çıkan ilk problem, kütüphanedeki tomarların sayısı için verilen rakamların kaynaktan kaynağa fazla değişkenlik gösteriyor olması. James Hannam’ın kanıtlarla alakalı özeti (“The Foundation and Loss of the Royal and Serapeum Libraries of Alexandria”, 2003) işe yarar, özet bir tablo sunuyor:

YazarTomar sayısıAktarım tarihiKaynağa atıf
Aristeas200.000’den 500.000’e kadarM.Ö. 100Letter of Aristeas [Aristeas’ın Mektubu]
Genç Seneca40.000M.S. 50Tranquility of the Mind 5 [Zihin Dinginliği 5]
Orosius400.000M.S. 400History against the Pagans 6 [Paganlık Karşıtı Tarih 6]
Aulus Gellius700.000M.S. 150Attic Nights 7:17 [Attika Geceleri 7:17]
Ammianus Marcellinus700.000M.S. 390Roman History 22:16:15 [Roma Tarihi 22:16:15]
Epifanios54.800M.S. 380Weights and Measures 9 [Ağırlıklar ve Ölçüler 9]
Sevillalı İsidor70.000M.S. 600Etymologies 6:3:3 [Etimolojiler 6:3:3]
John Tzetezes490.000M.S. 1100Prolegomena to Aristophanes [Aristofanes’e Mukaddime]

Bu rakamların bazıları birbiriyle bağlantılı. Örneğin Ammianus, “700.000” rakamında, direkt ya da dolaylı olarak, muhtemelen Aulus Gellius’a dayanıyor. Sonrasında da Kirsch yukarıdaki alıntıda aynı sayıya ulaşıyor. Diğerleri ise şüphe uyandıracak şekilde kesin gözüküyor. Mesela Epifanios’un “54.800” demesi. Eleştirel araştırmacıların tartışmalarından hareketle söylenebilecek en iyi şey, bu rakamların hiçbirinin güvenilir olmadığı. Diana Delia, meselenin tarih yazımı üzerine yaptığı araştırmasında “antik kütüphaneciler, modern sayım sisteminden mahrum oldukları için isteseler bile koleksiyonlarını saymaya zamanı veya imkânı güç bela buluyorlardı” diyor (Delia, “From Romance to Rhetoric: The Alexandrian Library in Classical and Islamic Traditions” [Martavaldan Retoriğe: Klasik ve İslami Gelenekte İskenderiye Kütüphanesi], The American Historical Review, Cilt: 97, Sayı: 5, Aralık 1992, s. 1449-67, s. 4759). Veyahut başka bir tarihçinin de alaycı bir şekilde belirttiği gibi: “Antik kaynaklarda istatistik yoktur, sadece sayılarla tumturaklı sallamalar vardır.”

Antik kütüphanelerin kapasitelerine dair tarihçilerin izledikleri bir yol, kalıntıların kat planlarını inceleyip kitap oyuklarının duvarlar boyunca ne kadar yer kaplamış olabileceğini ve her bir oyuğa kaç tane tomar sığabileceğini hesaplamaktan geçiyor. Bu yöntem, elimizde incelenebilir kalıntıları olan bazı diğer antik kütüphanelerde işliyor ama Mouseion için bu durum geçerli değil ne yazık ki. Zira arkeologlar kütüphanenin tam olarak nerede bulunduğunu bile halen kestirmeye çalışıyorlar. Columbia Üniversitesinden Roger S. Bagnall ise farklı bir yol izliyor. İskenderiye Kütüphanesi’yle alakalı birkaç miti çürüttüğü 2002 tarihli makalesine erken Helenistik dönemde yazmış kaç yazarı bildiğimiz konusuyla başlıyor (Bagnall, “Alexandria: Library of Dreams” [İskenderiye: Rüyaların Kütüphanesi], Proceedings of the American Philosophical Society, Cilt: 146, Sayı: 4, 2002 Aralık, s. 348-362). O, 4. Yüzyılda yazmalarının en azından bir kısmına sahip olduğumuz yaklaşık 450 yazarı ve 3. Yüzyıla ait 175 yazarı bildiğimizi belirtmektedir. Bagnall, bu yazarların birçoğunun muhtemelen yalnızca en fazla birkaç tomar dolduracak kadar eser yazdığına dikkat çekiyor. Tabii, küçük bir kısmının —oyun yazarları gibi— bundan çok daha fazlasını, 100 tomara kadar, dolduracak tam bir külliyat yazmış olacaklarını da ekliyor. Sonuç olarak Bagnall, her yazarın çalışmaları için doğru olamayacak kadar yüksek olduğu kesin olan 50 sayısını baz alıyor ve üçüncü yüzyılın sonuna kadarki tüm yazarların eserlerini içerecek katıksız 31.250 tomar olduğu sonucuna ulaşıyor.  Şöyle de ekliyor:

O halde kütüphanenin içeriğine dair antik hesaplamalara ulaşabilmek için ya klasik yazarların yüzde doksanından fazlasının elimizdekilerde hiçbir şekilde bahsedilmediğini veya alıntılanmadığını ya Ptolemaios’un her şeyden bir düzine kopya bulundurduğunu ya da bu mümkün görünmeyen hipotezlerin bir tür kombinasyonunu varsaymamız gerekecek. Yazar başına daha düşük bir ortalama çıktısını hesaba katsaydık (daha makul şekilde) arayı kapatacak sayılar için üretilecek hipotezler buna oranla daha uçuk olacaktır. (Bagnall, s. 353)

Bagnall, tamamen kayıplara karışmış yazarların sayısını da tahmin edip başka hesaplamalar da yapıyor ancak yine de kaynaklarımızda verilen rakamların çoğuna yaklaşamıyor. Bagnall’ın analizi, popüler yazarlarca retorik tesir için tahkiksiz bir şekilde sunulan bu sayıların olası fantezilerden ibaret olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yukarıda da belirtildiği üzere antik bir kütüphanenin kalıntılarını arkeoloji vasıtasıyla araştırabildiğimizde mevcuduna dair bazı tahminler yapılabiliyor. Roma’daki Trajan Forumu’nda bulunan kütüphane 27×20 metre gibi büyük bir alanı kaplıyordu ve Lionel Casson “yaklaşık 20.000 tomarı” (Casson, s. 88) barındırdığını kestiriyor. Büyük Bergama Kütüphanesi’nin kalıntılarından hareketle yapılan benzer bir araştırma da 30.000 tomar gibi bir hesaba ulaşıyor. Zamanında bu kütüphanenin Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ne ciddi bir rakip olarak görüldüğünü düşünürsek İskenderiye Kütüphanesi’nin zirve döneminde 40-50.000 civarında tomar barındırmış olması oldukça muhtemel. Tabii antik eserler genelde tek bir tomardan fazlasını kapladığı için toplamda daha az sayıda eser vardı. Görünüşe bakılırsa bu hesap bile onu antik dünyanın en büyük kütüphane koleksiyonu kılıyor. Şanı ve sonraki mitler de buradan geliyor zaten ama bu sayıyla, eleştirel olmayan popüler kaynakların ve ajanda sahibi insanların iddia ettiği “500.000” veya “700.000” gibi sayılar arasında dağlar kadar fark var.

“Eşsiz bir kütüphaneydi ve antik dünyanın bütün irfanına sahipti.”

İskenderiye Kütüphanesi’yle alakalı Yeni Ateist mitlerinin daha tuhaf bir unsuru da kütüphanenin (sözde) yıkımının her nasılsa, bir başına antik dünyanın (iddiaya göre) gelişmiş bilimsel bilgi birikimini tek bir felaketle yok ettiği inancı. Gelin görün ki bu görüşün tamamen mantıksız olduğunu fark etmek için çok da düşünmeye gerek yok. Tüm antik dünyada sadece tek bir kütüphanenin olduğu fikri açıkça absürt ve dahası, yukarıda bahsi geçen diğer rakip kütüphanelerden de anlaşılacağı üzere, tüm antik dünya boyunca büyüğünden küçüğüne yüzlerce kütüphane vardı elbette. Kütüphaneler, bilgin toplulukları ve elleri altında bulunan katipler; hükümdarlar ve antik toplumlarda rollerinin bir parçası olarak görülen bir tür prestij işi dahilinde harekete geçen saygın kentliler tarafından tesis ediliyordu ve tüm bunlar şehirlerini ya da bölgelerini kültürlü ve medeni gösteriyordu.

Ptolemaios hanedanından sonra gelip de kütüphaneli bir Mouseion inşa eden tek kişi İskender değildi. Suriye’deki hasım Seleukoslar da ya IX. Antiokus Eusebes (M.Ö. 114-95) ya da X. Antiokus Philopater (M.Ö. 95-92) saltanatında Antakya’da bunlardan bir tane inşa ettirmişti. Romalı aristokratlar ve hükümdarlar da elle tutulur kütüphanelerin inşasını yurttaşlık hizmetinin bir parçası olarak görüyordu. Jül Sezar, Roma’daki Forum’un yanına bir kütüphane inşa ettirmeye niyetliydi ancak en nihayetinde Sezar’ın ölümünden sonra bunu gerçekleştirmek; asker, politikacı ve iç savaşların kargaşasından sonra hayatını ilme adamak için emekli olan Gaius Asinius Pollio’ya (M.Ö. 75 – M.S. 4) kaldı. Apollo Tapınağı’na Palatin Kütüphanesi’ni inşa eden Augustus, Mars Alanı’nın güney ucundaki Marcellus Tiyatrosu’nun yanındaki Octavia Portikosu’nda da başka bir tane inşa etmişti. Vespasianus da M.S. 70’te Barış Tapınağı’nı kurmuştu; lakin Roma kütüphaneleri içinde en büyüğü muhtemelen Trajan’ın bizzat kendi Daçya savaşlarını öven meşhur sütunların yanındaki yeni foruma inşa ettirdiği kütüphaneydi. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu büyük bina muhtemelen 20.000 civarında tomara sahipti ve binada biri Yunan biri de Latin yazarlar için olmak üzere iki ana oda vardı. Ayrıca Trajan’ın kütüphanesi yüzyıllarca diğer kütüphanelere emsal olacak bir tasarım ve düzen tertip etmiş gözüküyor: okuyucular için oyuklarda kitapların olduğu, sıra ve masaların bulunduğu bir salon veya duvarlar boyunca ve asma katta dizili raflar. Kütüphaneler ayrıca Roma hamamlarına da kurulabiliyordu. Örneğin Caracalla Hamamlarındaki oldukça büyüktür veya Diocletianus Hamamları da başka bir örnek.

Bu kütüphanelerden birkaçı değerliydi. Efes’teki Celsus Kütüphanesi, M.S. 117 yılları civarında Tiberius Jül Celsus Polemaenaus’un oğlu tarafından Roma’da senatörlük ve konsüllük yapmış olan babasını onurlandırmak adına inşa edilmişti. Bu kütüphanenin yeniden inşa edilmiş ön cephesi, bugün o sitin en mühim arkeolojik yerlerinden birisidir. Büyük Bergama ve İskenderiye kütüphanelerinden sonra antik dünyanın en büyük üçüncü kütüphanesinin Celsus Kütüphanesi olduğu söylenmiştir.  Büyük Bergama Kütüphanesi ise aynı şehir devletinin Attalid hükümdarları tarafından inşa edilmişti ve İskenderiye’deki Mouseion’un kütüphanesine karşı gerçek bir rakipti. Söylenene göre Ptolemaioslar kütüphanenin boyutundan ve bilginlerinin namından o kadar korkmuş ki Bergama’ya papirüs ihracatını yasaklamışlar ve Attalosları alternatif olarak parşömenin icadına sevk etmişler; fakat bu hikâye büyük bir ihtimalle efsaneden ibaret. Lakin gerçek şu ki Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nin, ister niteliksel ister boyutsal olsun, eşsiz olduğu düşüncesi saçmalıktan başka bir şey değil.

İskenderiye Kütüphanesi’nin yitirilmesinin bir tür münferit felaket olduğuna dair garip inanç, biraz da sıradan okuyucuların antik dünyanın diğer büyük kütüphanelerinden bihaber olmasından kaynaklanıyor. Bu nedenle okuyucular, mezkûr kütüphanenin bir nevi eşsiz olduğu sonucuna rahatlıkla varabiliyorlar. Öte yandan bunun başka bir sebebi de popüler kaynaklarda koleksiyonunun mitleştirilmiş devasa boyutuna yapılan vurgu. Bu da, yukarıda bahsi geçtiği üzere, değişkenlik gösteren ve hunharca abartılı kaynakları safça benimsemeye dayanıyor. En nihayetindeyse bu yanılgı, büyük oranda (yine) Sagan’ın etkileyici ama hayalperest bir şekilde kütüphaneyi bilimsel araştırma ve dolaylı olarak teknolojik inovasyon için ayrılmış seküler bir merkez olarak resmetmesinden kaynaklanıyor.

“Bilim yapma merkeziydi ve yitirilmesi teknolojiye bin yıl kadar ket vurdu.”

Sagan’ın İskenderiye Kütüphanesi’nde çalıştığını iddia ettiği Yunan bilim insanları yoklaması kütüphaneyi sanki antik Akdeniz MTE’siymiş[ii] gibi gösteriyor: Eratosthenes, Hipparkos, Öklid, Trakyalı Dionysos, Herophilos, Arşimet, Batlamyus vs. Ne yazık ki bu insanlardan sadece birisinin (Eratosthenes) İskenderiye Kütüphanesi’yle alakalı olduğunu kesin olarak söyleyebiliriz. Sagan’ın listesinden diğer ikisi (Dionysos ve Batlamyus) de bağlantılı olabilir. Diğerlerinin tümünü çıkardığınızdaysa İskenderiye Kütüphanesi’nde bizim “bilim” diyeceğimiz şeyle uğraşmış bilginlerden geriye sadece Eratosthenes ve (belki) Sisamlı Conon kalıyor. Bir de çok daha sonradan gelen Batlamyus. Bir ihtimal Mouseion’un kurulduğu tarihe bağlı olarak Öklid’i, fizikçi ve anatomici Herophilos ve Erasistratos’u da sığdırabiliriz ama genele baktığımızda söz konusu kurumun bilimsel araştırma için büyük bir merkez olduğuna dair kanıtlarımız oldukça zayıf doğrusu.

Bunu öğrendikten sonra, kaynakları incelerken İskenderiye Kütüphanesi’nin aslında modern bilimden olabildiğince uzak olan tek bir alana yoğunlaşmasıyla nam saldığını öğrendiğinizde daha az şaşıracaksınız. Bu alan, şiir araştırmaları. Mouseion’un dördünün nazım türlerini temsil eden Müzlere adandığını düşünürsek olayı bir noktaya kadar anlayabiliriz. Özellikle Homeros’un eserleri tüm Yunan medeniyetince temel çalışma odağıydı ve tıpkı Shakespeare’in eserlerinin ve İncil metinlerinin bugüne tesir etmesi gibi Homeros’un şiirleri de düşünceye, yazıya ve günlük konuşmaya nüfuz etmişti. Yunanca konuşan dünyanın her tarafından İlyada ve Odysseia’nın kopyalarını toplayıp karşılaştırdıktan sonra, el yazması varyantlarından olası en iyi metni çıkarmaya çalışmak için büyük ya da küçük metin bazlı farklılıkları tespit edip günümüz editörlerince bile halen kullanılan metin çözümlemesinin bir türünün temelini atanlar Mouseion’daki bilginlerdi. Pindar’ın lirikleri gibi diğer Yunan şiiri eserleri de benzer bir yolla analiz edilip tetkik edilmişti. Büyük Atinalı oyun yazarlarının eserleri de aynı yoldan geçmişti.

Mouseion’daki edebi çalışmaların önemi, enstitüde idarecilik yaptıklarını ve dolayısıyla İskenderiye Kütüphanesi’nin “kütüphanecileri” olduklarını bildiğimiz insanların uzmanlık alanları incelenerek görülebilir. James Hannam burada da faydalı bir tablo sunuyor (yine de ben birkaç tane ekleme yaptım):

KütüphaneciYaklaşık İdare Süresi (Hepsi M.Ö.)Entelektüel alanı (diğerleriyle beraber)
 PM Fraser’a göreEA Parsons’a göre 
Demetrios (muhtemelen)Yok282’ye kadarFelsefe
Zenodot285 – 270282 – 260Homerik metin tetkiki
KallimakhosYok260 – 240Bibliyografi ve şiir
Rodoslu Apollonios270 – 245240 – 230Epik şiir
Eratosthenes245 – 204/1230 – 195Coğrafya
Bizanslı Aristofanes204/1 –189/6195 – 180Metin tetkiki
Apollonios Eidographos189/6 – 175180 – 160Metin tetkiki ve gramer
Semadirekli Aristarchus175 – 145160 – 131Gramer

Bu bilginler arasından sadece Eratosthenes’in bizim “bilim” olarak göreceğimiz şeyle tanındığını belirteyim tekrardan. Diğerleriyse edebi ve metin bazlı analize, şiire ve gramere yoğunlaşmıştı. Bu bilginler elbette ki hezarfenlerdi ve birçoğu muhtemelen matematik, doğa felsefesi gibi çeşitli alanlara yayılmışlardı. Her telden çalıp hiçbirinde uzman olmadığı için Eratosthenes’in ta kendisine lakap olarak “Beta” deniyordu. Muadilleri onunla her konuda “2 Numara” olmasıyla dalga geçiyordu. Velhasıl, Mouseion’un büyük bir bilimsel nazariye merkezi olduğu görüşü en iyi ihtimalle bir abartıdan ibaret ve büyük ölçüde bir başka fantezi daha.

Teknolojik inovasyon merkezi olduğu görüşüyse daha da bir fantezi. İskenderiye Kütüphanesi (iddiaya göre) Hristiyanların elinden gelecek sonundan bir şekilde paçasını kurtarsaydı yapılabilecek büyük teknik keşifler, Facebook’tan yukarıda alıntıladığımız Dawkins grubundaki dövünmelerin birçoğunda heyecanla anlatılıyor. Bu tema, İskenderiye Kütüphanesi’nden ve/veya Hristiyanlığın “ilerlemeye” olan sözde darbesinden söz eden Yeni Ateist tartışmalarında sıklıkla yer alır. Buna göre, Bilimsel ve Endüstriyel Devrimler her nasılsa değişmez, deterministik olan tarihsel bir zaman çizelgesinde vadesi gelmiş olaylardı fakat İskenderiye Kütüphanesi’nin imhasıyla “bin yıllığına” habisçe rotasından saptırıldılar. Söylenene göre şu anda Jüpiter’in uydularında yaşamayışımızın nedeni de buymuş.

Buradaki tek sorun Mouseion’daki bilginlerin fizik çalışmaktansa Pindar’ın zafer şarkılarının metin bazlı varyantlarıyla ilgilenmiş olmaları değil. Yunan “biliminin” doğası hakkındaki yaygın, modern yanlış anlaşılma da başka bir sorun. Modern bilim insanları da dâhil olmak üzere modern insanların çoğu, Yunanların devinimle, “atomlarla”, Dünya’nın çevresini veya Güneş’e olan uzaklığı ölçmek için geometriyle uğraşmalarını duyunca kelimenin modern anlamıyla “bilim” yaptıklarını zannediyorlar. Tarihçiler de zaman zaman Yunan doğa felsefesinden “bilim” diye bahsediyorlar ve bilim tarihi popülerleştirmelerinde Yunanların “atom” bahsiyle modern atom teorisi gibi şeyler arasında basite indirgenmiş direkt bağlantılar kuruluyor. Fakat bu anlayış, Yunan proto-biliminin modern bilimlerin ilk uzak atası olmasına rağmen birçok önemli açıdan onlardan oldukça farklı olduğu gerçeğini örtbas ediyor. Taş çatlasa fiziksel ve tabii dünyanın temel kaidelerini anlamaya yönelik hayli rasyonel bir teşebbüs olduğu söylenebilir. Zira ölçüm ve deneyden çok tümevarım ve sağduyu kullanılıyordu. İstisnalar vardı (özellikle geometri ve yan alanı astronomide) ama Yunanlar genelde ampirik ölçümlere ilgi duymazdı, hatta gerçek deneylere çok daha az ilgi duyardı. Yunan proto-biliminin büyük bir kısmı bazı gözlemlere dayanan ağırlıkla soyut ve felsefi bir uğraştı. Kalibre edilmiş ölçüm ve matematiğin eşlik ettiği, dikkatlice planlanmış, yinelenebilir deneylere dayalı modern şeyler yoktu. “Bilimlerinin” çoğu gidip kulelerin tepesinden ağırlık bırakmakla değil; öylece oturup, düşünüp, kavramlar hakkında konuşmakla yapılıyordu. Tabii yine de bazen doğru sonuçlara götüren bazen de götürmeyen düşünce deneyleri yapıyorlardı fakat onların “bilimi” bizim bilimimiz değildi.

Yani “atomlarla” alakalı bir Yunan münakaşası; bir şeyin felsefi doğası, kavramsal açıdan kaç kere bölünebileceği ve bunun imaları üzerine yapılan büyük ölçüde soyut ve metafiziksel bir etkinlikti. Nitekim kelimenin Yunancadaki anlamı da “biçilmez, kesilmez, bölünmez” idi. Hiçbir Yunan filozof böylesi bir münakaşadan çekilip atomsal yapının fiziksel doğasını keşfetmek için araç gereç yapmaya karar kılmamıştır ve onlar böylesi bir fikri muhtemelen absürt bulurlardı. Hakeza katı, sıvı, gazın farklı formlarının atomların farklı atom kombinasyonlarından oluştuğunu ele almaya teşebbüs edip konuyu daha iyi kavramak için bu elementlerle/unsurlarla deney yapmaya kalkışmazlardı; çünkü bu durum (hatalı) Toprak, Hava, Su ve Ateşten oluşan “Dört Element” konseptine tamamıyla aykırıydı. Yunan düşüncesinin doğası, onları fiziksel evren hakkında yararlı ve sıklıkla doğru sonuçlara sevk ediyordu ama aynı zamanda hakiki bilimsel metotla aralarına geçmedikleri ve geçemedikleri bir bariyer kuruyordu.

Proto-bilimsel “bilimleriyle” teknolojileri arasında direkt bir bağlantı olmamasının nedenlerinden birisi buydu. İsimlendirmeden de anlaşılacağı üzere doğa felsefesi filozofların özel alanıydı. Nüfusun çoğunluğunun tarımsal üretime yoğunlaşmak zorunda olduğu ve geri kalanların da büyük bir kısmının anca geçindiği bir dünyada öylece oturup “atomlar” gibi soyut kavramlar hakkında konuşmak zengin adamlara has bir lükstü. Filozofların ekseriyeti ya kaymak tabakadan (gerçi kaymak tabakanın alt kademelerinden oluyordu çoğu durumda) geliyordu ya zengin himayesindeydi ya da ikisi birden. Buna binaen de çoğu filozof bir şeyler yapma veya icat etmeye çok az ilgi duyuyordu. Düşük seviyeli tamirci ve kölelerin özel alanıydı bu genelde. Her zamanki gibi bunun da istisnaları vardı tabii ki. Örneğin kendisine atfedilen icatların büyük bir kısmı muhtemelen efsaneden ibaret olsalar da Arşimet, fikirlerinin mühendislik uygulamalarına az buçuk ilgi duyuyormuş. Lakin olaya bütünüyle bakarsak mağrur Yunan filozoflarının bir şeyleri icat etmek ve yapmak gibi aşağı bir uğraşla ellerini kirletmeye yanaşmadıklarını görüyoruz.

Sonuç olarak Yunan doğa felsefesinin büyük oranda deneye dayanmaması, soyut özü ve genelde mühendislik ve mimarlığın pratik sanatından kopuk olduğu gerçeği çoğu Yunan ve Romalı bilim insanının teknolojinin ilerlemesine çok az katkıda bulunmasına yol açıyordu ve yinelemek gerekirse, İskenderiye Kütüphanesi’nin uçan makineler veya denizaltı taslağı çizen insanlarla dolu olacağı inancı da fanteziden ibaret. Tüm bunlara işaret edildiğinde bazı Yeni Ateistler karşı-kanıt sunmaya yelteniyorlar. Mesela, İskenderiyeli Heron’un İskenderiye Kütüphanesi’nde çalıştığını ve buhar makinesini icat ettiğini öne sürüyorlar genelde. Liseden sonra tarih çalışmamış bir bilim insanı bile (çoğu yani) Endüstriyel Devrimin tarihine dair belli belirsiz bir şeyler hatırlayacaktır ve dolayısıyla devrimin buhar makinesinin icadıyla bir alakası olduğunu da bilecektir. O halde Heron, antik dünyayı endüstriyel dönüşümün eşiğine getirmiştir. Şey… aslına bakarsanız hayır.

Aletlerle haşır neşir olan filozoflardan Heron, başka bir istisna olarak gözüküyor. Mouseion’da da çalışmış olması (kesin olmaktan uzak olsa da) muhtemel ama pnömatik ve dinamik çalışmalarının pratik uygulamaları teknolojide ileriye dönük büyük bir sıçrayış olmaktansa hobiden ve meraktan ibaretti. Bilindiği üzere kendisi bir aeolipil yapmıştı fakat mucidi o değildi; zira Romalı mühendis ve mimar Vitruvius tarafından halihazırda tanımlanmıştı. Dahası, bu icada “buhar makinesi” denebilmesi için terimin kapsamını epey bir genişletmeliyiz. Heron’un bu küçük cihazı kendi yerinde dönmekten fazlasını yapamıyordu ve Roma teknolojisi, hakiki bir buhar makinesi yapmak için gereken yüksek dayanıklı metalürjiye, matematiğe veya hassas teçhizata sahip değildi. Sıklıkla öne sürülen bir diğer teknolojik harika ise Antikythera düzeneği. Dünya merkezli bir modeli temel alan bu karmaşık, mekanik güneş sistemi numunesinin tam olarak nasıl olgunlaşmamış bir Endüstriyel veya Bilimsel Devrime işaret ettiği ise belli değil. Üstelik bu icadın hem İskenderiye Kütüphanesi’yle bir bağlantısı yok hem de M.Ö. üçüncü yüzyıldan beri bilinen bir aygıt bu. Eğer bu, Greko-Romen dünyanın o zamanlar teknolojik bir devrimin eşiğinde olduğuna ve bu halin Hristiyanlığın yükselişiyle kesildiğine bir kanıtsa o halde aygıtın icadıyla Konstantin’in din değiştirmesi arasındaki 600 yılda aynı medeniyeti bu muntazam şeye ulaşmaktan alıkoyan neydi merak konusu.

Yeni Ateistlerin “Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ne” dair mitsel algılarıyla herhangi bir tarihsel mevcudiyet arasında çok az benzerlik var. Seküler bir üniversite değil, bilginlerin bağlı olduğu bir mabetti. Bilginleri bizim “bilim” olarak göreceğimiz herhangi bir şeyden daha çok şiir, metin çözümlemesi, gramer, leksikografi ve retorikle alakalıydı. Yaptıkları proto-bilim hayli soyuttu ve genelde modern bilim benzeri bir şeyden çok metafiziksel bir öze sahipti. Çoğunlukla teknik inovasyondan kopuktu ve sunduğu az sayıdaki pratik uygulama, teknolojinin ilerlemesi için pek de bir katkıda bulunmadı. Dolayısıyla; habis Hristiyanlar, İskenderiye Kütüphanesi’ni yakıp yıkmasaydı şu anda Europa veya Callisto’nun parıltılı uzay şehirlerinde yaşıyor olacağımız inancı salakça bir fanteziden ibaret. Tabii konu burada bitmiyor; çünkü İskenderiye Kütüphanesi habis Hristiyanlar tarafından yakılmadı.

Büyük İskenderiye Kütüphanesi’ni Kim Ortadan Kaldırdı?

Yeni Ateistlerin Büyük İskenderiye Kütüphanesi’nden çıkardıkları kıssadan hissenin dokunaklı tesirinin tek dayanağı kütüphanenin sözde boyutu ve eşsiz mahiyeti değil. Sözde dehşetli ve ateşli sonu da başka bir dayanak noktası. Eğer İskenderiye Kütüphanesi şiddetli bir yıkımla ortadan kalkıyorsa hikâyeden alınacak ders de artıyor. O yüzden bu hikâye genelde Hristiyanlığı şamarlamak için masalları sopa olarak kullananlarca anlatılır; fakat gerçek şu ki kütüphaneler kırılgan enstitülerdir ve çoğu ani bir felaketle değil, kademe kademe batar veya — İskenderiye Kütüphanesi’nde olduğu gibi— bir dizi felaketten muzdarip olurken yavaşça batar. Kütüphane hizmetlerinde çalışan herhangi birisi, size bir kütüphanenin idamesi karşısındaki en büyük düşmanın sermaye eksikliği olduğunu söyleyecektir. Özellikle antik kütüphaneler hayatta kalabilmek adına kurucularından ve destekçilerinden daimî finansal patronaja ihtiyaç duyuyorlardı. Papirüs tomarları çürür, kullanımdan dolayı tahrip olur, farelerin ve diğer haşaratların hasarına uğrar ve yapay ışığın açık gaz lambalarından sağlanmaya çalışıldığı bir dönemde sürekli olarak, büyük ya da küçük, yangın tehlikeleriyle karşı karşıya kalırdı. Diğer antik kütüphaneler gibi Mouseion’un da kitapların onarılması, yerleştirilmesi ve tekrar çoğaltılması gibi daimî ve bitmek bilmez işleri üstlenecek büyük bir iş kadrosuna ihtiyacı vardı. Üstelik, kimi zaman kölelerden oluşsa bile, bu kadroların sürdürülmesi pahalıydı.

Mouseion’un M.Ö. üçüncü ve ikinci yüzyıllardaki en parlak döneminde bu iş gücü ve bakımı için ayrılan fon genelde düzenli ve güvenilirdi. Ne de olsa Mouseion, Ptolemaios Krallığının baş taçlarından birisiydi ve Ptolemaiosların kendilerinin yaşadığı Broucheion veya başka bir deyişle Kraliyet Bölgesinde bulunuyordu. Lakin M.Ö. birinci yüzyıla gelindiğinde enstitünün prestijinin azalmaya başladığına yönelik ibareler görüyoruz. İlk iki yüzyılında Mouseion’un yöneticileri, Yunanca konuşulan dünyada zekalarıyla isim yapmış ünlü bilginlerdi. Geç dönem Ptolemaiosların dönemine gelindiğindeyse aynı rolü idarecilerin, saray yaltakçılarının ve hatta eski bir saray muhafızlığı şefinin üstlendiğini görüyoruz.  Lionel Casson’un da belirttiği üzere buranın bilginlere değil de uşaklara sunulan “politik bir kıyak” haline geldiği görülüyor. Bu durum M.S. birinci yüzyılda Romalıların döneminde Tiberius Claudius Balbilus’un, Claudius tarafından burada bir makamla ödüllendirilmesiyle devam etmişti. Gerçi kendisi önde gelen bir deha olmasa da hiç değilse bir nevi bilgindi. Sonuçta geç dönem Ptolemaiosların enstitüyü ihmal etmeye başlamış olması muhtemel. Hele ki Roma’nın imparatorluk desteği muhtemelen çok daha az sağlamdı.

Çağlar boyunca kütüphanelerin en büyük yıkılış müsebbiplerinden birisi hep savaş olmuştur. İskenderiye Kütüphanesi’nin kademeli düşüşünün habercisiyse nihayetinde Mouseion’un sonuna yol açacak Broucheion’un birkaç kez talan edilmesiydi. Bunlardan ilki ve muhtemelen en önemlisi M.Ö. 47’de Jül Sezar’ın Ptolemaios tahtı konusunda Kleopatra’dan yana taraf tutup Kleopatra’nın kardeşi genç kral XIII. Ptolemaios’u İskenderiye’de kuşatmasıyla gerçekleşti. Sezar kendi beyanında şehrin rıhtımlarında bir filoyu yaktığından bahsediyor ama bu ateşin başka bir yere tahribat verip vermediğinin bahsi geçmiyor (Civil Wars [İç Savaşlar], III.11). Kendi kaydı İskenderiye Kuşatmasındaki teğmeni Aulus Hirtius ile devam ediyor ve o da herhangi bir ateşin şehre sıçramasıyla alakalı bir şey söylemiyor ama “İskenderiye neredeyse ateş geçirmez bir yer, zira binaları ahşap doğramacılık içermiyor ve kemerli işçilikle tutturulup çatıları da kaba sıva veya kiremit döşemeyle kaplanmış” diyerek zahmet ediyor (Alexandrine War [İskenderiye Kuşatması], I.1). Kendisinin kuşatmadaki rolü düşünülürse bu beyan, ateşle verilen hasar suçlamalarına karşı bir savunma girişimi olarak okunabilir. Sezar’ın kuşatmasının İskenderiye’ye hasar verişiyle ilgili en erken kayıt, Livius’un kayıp eserinin Florus tarafından özet şeklinde aktarılmasına dayanıyor (Florus, II.13). Bu kayıtta Sezar’ın kendi taburlarına ateş açılmasın diye düşman okçularını pozisyonlarından etmek adına rıhtım civarındaki bölgeyi yaktığından söz ediliyor. Aynı şey Lucan tarafından da tekrarlanıyor (The Civil War, X.24). Bu ateşin İskenderiye Kütüphanesi’ni yok edişini neredeyse alelade bir şekilde betimleyen ilk kişi ise Plutarkhos’tu. Alelade bir şekilde bahsetmesine bakılırsa bu olayı muhtemelen genelgeçer bir bilgi olarak görüyordu:

Birincisi, bu savaşta Sezar, sulardan uzak bırakılma tehlikesiyle karşılaşmıştı; zira düşman, kanallara set çekmişti. İkincisi, düşman Sezar’ın filosunun bağlantısını kesmeye kalkıştığında tehlikeyi püskürtmek adına ateş kullanmaya mecbur kalmıştı ve bu ateş de tersaneden yayılıp İskenderiye Kütüphanesi’ni kül etmişti. Üçüncüsüne gelince, İskenderiye Feneri’nde bir muharebe meydana gelmişti ve Sezar da dalgakıranlardan küçük bir tekneye atlayıp askerlerinin mücadelesine yardıma gitmeye kalkıştı ama Mısırlılar kendisine karşı her taraftan yelken açtılar. Sezar da böylece kendisini denize attı ve büyük bir zorlukla yüzerek kaçtı. (Plutarkhos, Caesar, 49)

Aulus Gellius ise İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsederken “neredeyse yedi yüz bin cilt” sayılı bir koleksiyondan söz ediyor ve Sezar’ın kuşatmasına atfen “fakat bunların hepsi İskenderiye’yle ilk savaşımızda şehrin talanı esnasında yakıldı” diye ekliyor (Gellius, Attic Nights [Attika Geceleri], VII.17). Dio Cassius ise nispeten daha uzun bir rivayet sunuyor:

İki güç arasında hem gündüz hem gece gerçekleşen bunca muhabereden sonra birçok yer ateşe verildi. Bu da diğer binaların yanı sıra rıhtımların ve tahıl ambarlarının yanmasıyla sonuçlandı. Aynı şekilde en büyük sayıda ve mükemmellikte ciltlerin olduğu söylenen kütüphane de yandı. (Dio Cassius, Roman History [Roma Tarihi], XLII.36)

Tüm İskenderiye Kütüphanesi’nin yok edildiğini söyleyen rivayetleri kelimesi kelimesine ciddiye alıp almamamız gerektiği konusunda, hele İskenderiye’nin rıhtım bölgesinin Mouseion’un olası lokasyonuna biraz uzak olduğunu hesaba katarsak, bazı tartışmalar var. Yine de Sezar’ın ateşinin İskenderiye Kütüphanesi’ni yok ettiğini birçok yazarın aktardığı gerçeği kolay kolay göz ardı edilemez ve ateş, en hafif ihtimalle, muhtemelen rıhtımdaki depoda muhafaza edilen kitap koleksiyonunun kayda değer bir kısmını yok etmiş gözüküyor. Kaybın büyük olduğu açık, zira Plutarkhos’un anlattığına göre Marcus Antonius, Büyük Bergama Kütüphanesi’nin tüm koleksiyonuna el koyup yangında kaybedilen kitapların yerine koyması için kitapları Kleopatra’ya veriyor (Plutarch, Antony, 58). Mouseion’un sonu veya tüm koleksiyonunun sonu değildi bu ama Sezar hanedanlığı saltanatının sonları civarından itibaren yazarlar İskenderiye Kütüphanesi’nden geçmiş zaman halinde bahsetmeye meyillilerdi ve geriye kalan herhangi bir koleksiyon da muhtemelen M.Ö. 47’den sonra büyük oranda azaltılmıştı.

Bununla birlikte, bilginlik Mouseion’da devam etti. Dahası, Roma imparatorları da Kleopatra’nın ölümüyle sona gelen Ptolemaios hanedanlığından sonra patronaj çatısı altında sermaye akıtmaya devam etmiş görünüyor. Claudius, Mouseion’a kendi tarih eserlerine ev sahipliği yapacak ve yılda iki kez halka açık okumalarının yapılacağı yeni bir ek bina veya yan blok inşa etmişti. Fakat belalı geçecek M.S. üçüncü yüzyılda kütüphane, İskenderiye’deki askeri felaketler zincirine maruz kalacaktı. Mouseion’un da nihai sonunu görmüş olan yüzyıl da bu yüzyıl gibi.

M.S. 215’te Caracalla, kendisiyle alay edildiği için şehrin genç erkeklerini topluca katlederek İskenderiye’yi cezalandırdı, sonrasında da taburları şehrin bölümlerini yağmaladı. Mouseion’un bu olayda talan edilip edilmediği bilinmiyor ama John Malas, kütüphanenin fonunun o dönemde Caracalla tarafından kesildiğini kaydediyor (Delia, s. 1463). Asıl son ise muhtemelen Aurelianus, Ammianus ile Broucheion’ahücum ettiğinde geldi. Ammianus “[İskenderiye’nin] duvarları yıkılmıştı ve şehir, Bruchion denen bölgesinin büyük bir kısmını kaybetmişti” diye not düşüyordu (Ammianus, History [Tarih], XII.15). Eğer bu talan da enstitüye öldürücü darbeyi vurmadıysa o halde muhtemelen M.S. 295’te şehri talan eden Diocletianus işi bitirmiştir ve sonrasında M.S. 365’te büyük bir depremle enkaz haline gelmiştir. Mouseion’un bu tarihten sonraki tek bahsi geç dönem bir kaynak olan Suda isimli bir Bizans ansiklopedisinde geçiyor. Ansiklopedi dördüncü yüzyıl filozofu Theon’dan “Mouseion’dan gelen adam” olarak bahsediyor ama bunun tam olarak ne manaya geldiğini söylemek zor. Theon’un zamanına kadar Mouseion’un büyük bir ihtimalle çok önceden tarih olduğunu hesaba katarsak başka bir halef “Mouseion” inşa edilmiş ve Theon da orada çalışmış olabilir veya “Mouseion’dan gelen adam” ifadesi süslü bir saygı ifadesi, hatta “eski günlerdenmiş gibi bir bilgin” anlamına gelen kişisel bir takma ad da olabilir.

Neredeyse eminiz ki Mouseion ve kütüphanesi üçüncü yüzyılın sonlarına gelindiğinde sadece bir anı halini almıştı ve uzun süreli bir gerilemenin ardından bir dizi musibetle yok edilmişti. Tüm bu deliller arasında gözükmeyen şey ise uğultulu, piroman, Hristiyan bir güruh. Eğer İskenderiye Kütüphanesi, Hristiyanlık imparatorluğun gücünü ele geçirmeden bir yüzyıl önce sahadan silindiyse yok edilmesinin suçu nasıl da Hristiyanlara kaldı? Bunun cevabı İskenderiye Kütüphanesi’yle alakalı delillerde değil, kız kütüphanesinin ve Serapeum’daki yan bloğun tarihinde yatıyor.

Serapeum’un Sonu ve Mitin Başlangıcı

İskenderiye Kütüphanesi belki bazı daha hayali kayıtların iddia ettiği kadar büyük olmamıştı hiç ama şurası kesin ki mevcudu, en azından bir kısmını Mouseion’un dışında saklanmasını gerektirecek kadar da büyüktü. Önceden belirtildiği üzere, Sezar rıhtım bölgesini yaktığı için kütüphane koleksiyonunun yok edilmiş görülmesinin ve şehirde en az iki “kız kütüphanesinin” bulunma sebebi muhtemelen buydu. Biri Kaisarion veya diğer bir deyişle Sezar Tapınağı’ndaydı, diğeri Serapion veyahut Serapeum, Serapis Tapınağı’ndaydı ve olası bir de üçüncü vardı. Serapis, Zeus ve Osiris’i birleştiren Yunan-Mısır hibriti bir tanrıydı ve kültü de tapınağı da Ptolemaios İskenderiye’sinde oldukça popülerdi. Ptolemaios tapınağı M.S. ikinci yüzyılın bir noktasında ateşe verilmişti ve görkemli bir tasarımla yeniden inşa edilmişti. Tapınağın kütüphanesinin o dönemde inşa edilmiş olması muhtemel. Tertullian bu kütüphanenin Eski Ahit nüshalarını barındırdığını söyler (Tertullian, Apology [Apoloji], 13). Salamis piskoposu Epifanios ise “sonrasında Serapeum’da başka bir kütüphane inşa edildi … bu kütüphaneye ilk olanın kızı dendi” şeklinde yazarak bu kütüphanenin Mouseion’un koleksiyonuna ek bir bina olduğunu belirtir (Epifanios, Weights and Measures [Ağırlıklar ve Ölçüler], 11). M.S. 391’de ise Serapeum, Romalı askerler ve Hristiyan bir çete tarafından gerçekten de yerle bir edildi. Nihayet mitin tohumlarını da tam burada buluyoruz. Olaya ilişkin herhangi bir ”yangın” yok ve yok edildiği söylenen de bu kız kütüphane. O zamana kadar sahadan silinen İskenderiye Kütüphanesi’nin kendisi değil. Lakin mit, bu olayın ve Sezar’ın çıkardığı yangın hikayesinin bazı çarpık yansımalarının tükürükle yapıştırılmasıyla oluşturulmuş.

Sorun şu ki M.S. 391’e gelindiğinde Serapeum’da halen herhangi bir kütüphane bulunduğuna dair bir kanıt yok ve bazı iyi kanıtlar bulunmadığına işaret ediyor.

Serapeum’un yıkım hikayesinin mitleştirilmiş versiyonu ne zaman anlatılsa tapınağa neden saldırıldığı açıklanmadan girişiliyor konuya. Bu yeniden anlatımlar kütüphanenin sözde yıkımına odaklanıyor; o yüzden de güruhun orada yalnızca öğrenimden nefret ettikleri için bulunduklarını varsayıyorlar. Lakin tapınağın kaderiyle alakalı birkaç kayıt ise bu saldırının, pagan putlara yapılan saygısızlıklara tepki olarak paganların Hristiyanlara yaptıkları bir dizi saldırının patlama noktası olduğunu belirtiyor. Sozomen’in düştüğü kayıt sonrasında ne olduğunu açıklıyor:

Hristiyanların birçoğunu öldürdüler, kalanları yaraladılar; göz alıcı güzelliğe ve büyüklüğe sahip, bir tepeye konumlanmış Serapion’u ele geçirdiler. Burayı geçici olarak kaleye çevirdiler, mekâna bir sürü Hristiyan’ı toplayıp onlara işkence yaptılar ve onları kurban adamaya zorladılar. Boyun eğmeyenleri çarmıha gerdiler, onların iki bacaklarını da kırdılar veya bu kişileri zalimce bir ölüme mahkûm ettiler. Kargaşa bir süre sonra bitmeyince yöneticiler gelip halka yasaları hatırlamaları, silahlarını bırakmaları ve Serapion’u salmaları yönünde emirde bulundular. (Sozomen, History of the Church [Kilise Tarihi], VII.15)

Sozomen bunları sonraki yüzyılda kaleme alıyordu. Bir Hristiyan olarak da bu dehşet verici detaylar konusunda güvenilir olmayabilir ama Sokrates Skolastikus da olaylara biraz daha yakın birisi olarak kargaşada birçok Hristiyan’ın öldürüldüğünü onaylıyordu. Çıkmaz hal devam ediyordu ve Roma taburları, içerideki pagan militanlarla müzakereler devam ederken tapınağı çevreliyordu. Konstantinopolis’teki imparatora kuşatma hususunda dilekçe gittiğine göre bu durum haftalarca sürmüş olmalı. Theodosius ise paganların cinayetlerinden ötürü bağışlanmaları gerektiğine hükmetmişti ve ayrılmalarına izin vermişti ama tapınak yıkılacaktı. Askerler emri yerine getirmeye başlarken bu tavize sinirlenen Hristiyan güruh ise yıkıma katıldı ve büyük put Serapis’in de ortadan kaldırılmasını garanti altına aldılar.

Serapeum’un yıkımına dair en az beş kaydımız var: Rufinius Tyrannius, Sokrates Skolastikus, Sozomen, Theodoret ve Antakyalı Eunapius. Bu sayı antik dönemde oldukça az görülen bir sayı ve vakayı dönemin en iyi belgelenen olaylarından birisi kılıyor aslında. Bu kayıtlar hakkında göze çarpan şey ise hiçbirinin bir kütüphaneden bahsetmemesi. Kimileri, Hristiyan kronikçilerin İskenderiye Kütüphanesi’nin son kalıntılarını yok etme suçundan utanacakları için bunu kendi kayıtlarına almadıklarını düşünüyor. Bu argümanı savunmak zor. Her şeyden önce dönemin Hristiyan tarihçileri, Hypatia’nın suikasta uğratılması gibi paganlara karşı işlenen rezil suçları da kaydetmişlerdi. Yani Serapeum’un sonunu anlatan dört Hristiyan’dan en az biri ya da ikisi kütüphanenin kaybından hiç değilse veryansın edebilirdi. Hypatia’nın ölümünü kınayan Sokrates Skolastikus, Novatyan [iii]bir “sapkındı” ve nitekim tapınağın yıkımında kalabalığa atılan piskopos Theophilus’un da destekçisi değildi. Buna rağmen kendisi yine de bir kütüphaneden hiç bahsetmemiş. Daha önemlisiyse Antakyalı Eunapius’un koyu Hristiyanlık karşıtı, pagan bir bilgin olması. Elinde kütüphanenin yıkımını kınamak için tüm sebepler olmasına rağmen kendisi de bundan hiç bahsetmemiş. Kalitesiz Yeni Ateist tarihçiliğinin büyük savunucusu mukadder Richard Carrier, Eunapius’un bu suskunluğunu tüm gamsızlığıyla “onun kaydı fazla kısa” diyerek bertaraf etmeye çalışıyor. Online hayran kulübünü de şuna inandırıyor: “Eunapius’un tek anlattığı pagan heykellerine yapılan baskın ve bazı üstü kapalı yağmalardan ibaret (otherwise???). Onun endişesi belli ki tanrılara yapılan saldırı”. Carrier’dan da bekleneceği üzere bu tamamen saçmalık. Eunapius’un Lives of the Philosophers’taki [Filozofların Hayatı] kaydı İngilizce çevirisinde 548 kelimeye denk geliyor. Bunlardan tam 245 tanesi pagan heykelleri vs. ile alakalı değil, tersine bu kısımlar tapınağı ortadan kaldıran cahil, Hristiyan keşişlerin detaylıca aşağılanmasına ayrılmış tamamen. Keşişlere “domuz hayatı süren insan görünümlü kişiler” diyor, onları “insan türünü kölelerin tapımına zincirlediler” diyerek suçluyor, şehitlerin kalıntılarına taptıkları ve genel aptallıkları için onlarla alay ediyor. Kaydının hemen hemen %40’ını keşişlerin alay ve aşağılanmasına ayırdığını düşünürsek bu alimin, kınamasında bu cahil hödüklerin aynı zamanda dünyanın en iyi kütüphanelerinden birisini yok ettikleri bahsini atlaması oldukça ilginç.

Herhangi bir kütüphane bahsinin yokluğu, büyük bir olasılıkla M.S. 391’e gelindiğinde artık öyle bir yer olmamasına varılarak açıklanabilir. İmparatorların Hristiyanlığa geçmesi ve yavaş ama kademeli bir şekilde birçok zengin patronun ve şehirli hayırseverin din değiştirmesi tapınakları sermayesiz bırakmaya başlamıştı. Serapeum, dördüncü yüzyılın büyük bir kısmında ayakta kalmıştı ama kapsamlı bir kütüphanenin bakım masrafının yük oluşturmuş olması oldukça muhtemel. M.S. 360 gibi İskenderiye piskoposu Kapadokyalı George’un emirleri üzerine tarumar edildiğini biliyoruz. Kütüphanenin bu olayda yağmalanmış olması muhtemel. Başka bir önemli nokta da M.S. 378 civarlarında yazan Ammianus Marcellinus’un detaylı bir Serapeum tasviri verip kütüphanelerinden bahsederken geçmiş zaman kullanıyor olması.

“Değerli kütüphanelerin ve antik kayıt delillerinin ittifakla belirttiği üzere burada Ptolemaiosların bitmez enerjisiyle toplanmış yedi yüz bin kitap varmış. İskenderiye Kuşatmasında diktatör Sezar’ın komutası altında şehir yağmalandığında bu kitaplar da yanmış.” (Ammianus, Roman History [Roma Tarihi], XXII.16-17)

Ammianus, Sezar’ın ateşinden ve mitsel “700,000” kitaptan bahsederken Serapeum’u ana Mouseion kütüphanesiyle karıştırıyor ama tasvirinin geri kalanı detaylı ve birçok yönden eserine özgü. Eserindeki diğer bahislere bakılırsa, muhtemelen M.S. 363 civarlarında (veya tapınağın piskopos George tarafından yağmalanmasından üç yıl sonra) Mısır’ı kendisi ziyaret etmiş. Yani kendi kaydının bir görgü tanığı kaydı olması epey olası. Bu da tapınak kütüphanesi için geçmiş zaman kullanmasını önemli kılıyor. Genele vurduğumuzda tapınak yıkıldığında orada hala kütüphane olduğu inancı en iyi ihtimalle şaibeli ve neredeyse tamamen yanlış.

Arapsaçı bir Mit

İskenderiye Kütüphanesi’nin yıkılışı hikayesi, alakasız unsurların tükürükle yapıştırılmasıyla oluşturulmuş pozitivist bir peri masalı ve gerçek tarihle neredeyse hiçbir alakası yok. Kütüphane; seküler bir kurum değildi, iddia edildiği kadar büyük değildi, bilime özel bir merkez değildi ve harika teknolojilerin pınarı da değildi. En önemlisi; akıl temelli bilgi birikimini yok etmeye niyetli, gözü dönmüş Hristiyan bir güruh tarafından da yıkılmadı.

Tek bir antik kütüphanenin ortadan kaldırılmasının “Karanlık Çağa” sokacağı inancı tamamen tutarsız. Bütün o “Karanlık Çağ” konseptinin laf salatasından ibaret olmasına girmiyorum bile. Dönemin diğer birçok kütüphanesinin başaramadığını hesaba katarsak herhangi bir antik kütüphanenin modern çağa yetişebileceğini düşünmek de başka bir saçmalık. Roger S. Bagnall, bekleneceği üzere bu salakça inancı yerden yere vuruyor:

Şimdi size aktaracağım Hugh Lloyd-Jones’un iddiası gibi Gibbonvari hülyalara dalmak yersiz: ‘Bu kütüphane varlığını sürdürebilseydi, karanlık çağlar Hristiyanlığın hakimiyetine rağmen çok daha hafif geçebilirdi; kütüphanenin yitirilmesi antik dünyanın kalıntılarıyla beraber gelen birçok felaketin en büyüklerindendi.’ İşte bu olayları tersinden anlamak oluyor. Karanlık çağa yol açan şey kütüphanenin ortadan kalkması değildi. Kaldı ki eğer hayatta kalabilseydi de o çağların halini kalkındıracak da değildi. Karanlık çağ ifadesinin karanlığı —eğer cidden karanlıksa; sonuçta Doğu Roma İmparatorluğu için böylesi bir konseptin yararından şüpheliyiz—hem batı hem de doğu otoritelerinin büyük bir kütüphaneyi muhafaza etme iradesi ve araçlarından yoksun olmasından geliyor. Çürüyen kitaplarla dolu, yanmamış bir bina bir gıdım bile değişiklik yaratmazdı.” (Bagnall, “Alexandria: Library of Dreams [İskenderiye: Rüyaların Kütüphanesi], s.359)

Diğer sahte Yeni Ateist tarihçilikleri gibi İskenderiye Kütüphanesi’nin ateşe verildiği miti gerçeklerin karikatürize edilip bir kıssaya öğütülmesinden başka bir şey değil. Mitin devamlı tekrar edilmesi ve herhangi bir düzeltmeye karşı direnmesi hem ortalama bir Yeni Ateistin tarih yetersizliğine hem de elverişli kurgulara sarıldıkları ideolojik harareti gösteriyor.


Dipnotlar

  • [i] Buradan sonra göreceğiniz kullanıcı yorumlarında hatalı dil kullanımları yorumların orijinal hallerinden kaynaklanmaktadır. Amaç, yorumu yazanların cehaletini göstermek olduğundan bu hatalara dokunmadım. (ç.n.)
  • [ii] MTE (MIT), yani Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (Massachusetts Institute of Technology). ABD’de bulunan dünyanın en iyi üniversitelerinden biri. (ç.n.)
  • [iii] Teolog Novatyan’ı takip eden, erken dönem Hristiyanlığına ait bir tarikat.

İleri Okumalar

  • Roger S. Bagnall, “Alexandria: Library of Dreams”, Proceedings of the American Philosophical Society, Cilt. 146, Sayı 4, Aralık 2002, s. 348-362.
  • Lionel Casson, Libraries of the Ancient World, Yale University Press, 2001.
  • Diana Delia, “From Romance to Rhetoric: The Alexandrian Library in Classical and Islamic Traditions”, The American Historical Review, Cilt. 97, Sayı 5, Aralık 1992, s. 1449-67.
  • James Hannam, “The Foundation and Loss of the Royal and Serapeum Libraries of Alexandria” (bede.org.uk).

Tim O’Neill- “The Great Myths 5: The Destructıon of the Great Library of Alexandrıa”, (Erişim Tarihi: 25.11.2020)

Çevirmen: Mert Mirza

Çeviri Editörü: Berk Celayir

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Metafizik – Peter van Inwagen (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Küme Teorisi Ve Fizik – Alexander Pruss

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü