Vegan olan pek çok kişi, “hayvan hakları hareketi” olduğunu beyan eden herhangi bir politik hareketin veganlığı ilkesel olarak benimsemesi gerektiğini düşünür. Çünkü veganlık basit bir fikri temel alır: Hayvanlar birer eşya ya da doğal kaynak değil de ahlaki değer taşıyan varlıklarsa, onlara eşya ya da doğal kaynak gibi muamele edemez, kendi gündelik yaşantılarımızda onları kullanamayız. Bu fikrin hareketin temelini oluşturacağı varsayımına rağmen, hayvan hakları hareketinde veganlığın merkezi konum teşkil ettiği zaman dilimi şaşırılacak derecede kısa, bu fikri güçlü bir şekilde benimseyenler ise şaşırılacak derecede azdır.
1970’lerde başlayan, Peter Singer’ın Hayvan Özgürleşmesi kitabı ve PeTA’nın kurumsal varlığıyla şekillendirilip modern hayvan hareketi olarak adlandırılmış olan, bugün de dominant etkisi hâlâ devam eden hareket, büyük oranda kürk ve deney gibi belli kullanımlara odaklanan tek konulu kampanyalar ve kurumsal reformlar üzerine inşa edilmiş bir harekettir. Bu hareket veganlık savunusunu merkeze almamış, hattâ tutarlı ve güçlü bir hayvan hakları savunusunun gerekli olduğunu öne sürenleri susturmuştur.
Veganlık savunusunun hayvan hareketinde gündeme gelmesi, PeTA gibi kurumların kontrol altına alamadığı sosyal medya platformlarının yükselişe geçtiği 2000lerin sonları ve 2010ların başlarında gerçekleşmiştir. Bu konuda Gary L. Francione’un ısrarlı çabaları büyük rol oynamıştır.
Bağışlar, fonlar ve şirketlere verilen sertifikalar üzerinden büyük bir ekonomi oluşturan, buna rağmen “kâr amacı gütmediğini” iddia eden kurumlar açısından, bağışçı tabanını “ürkütecek” herhangi bir söylem riskli görülmektedir. Bu sebeple, “destekçilerden” kendi hayatlarında bir şeyleri değiştirmelerini istemek anlamına gelen veganlık savunusu, sürekli kaçınılan ya da arka plana atılan bir mesele olagelmiştir. Derneklerin kurguladığı anlatıya göre, mücadele ettikleri “failler” hep toplumun dışında bir yerdedir; çoğunlukla kendi yaşamlarında aktif olarak hayvan kullanan insanlardan oluşan bu topluma düşense, dernekleri bu büyük savaşlarında maddi olarak desteklemektir!
Bugün veganlığın artık çok daha fazla bilinen ve desteklenen bir konumda olması sebebiyle, dernekler dahi vegan harekete kayıtsız kalamamakta, zaman zaman veganlıktan söz etmektedir. Ancak bir yandan da, kendi bağışçı tabanlarına veganlığın elitist, pahalı, neredeyse imkansız, fazlasıyla sınırlayıcı olduğu, öte yandan tutarlı bir biçimde veganlık savunan kişilerin saldırgan, yargılayıcı, baskıcı ve yobaz oldukları mesajını vermektedirler. Dahası, son zamanlarda veganlık, tam da bu “kâr amacı gütmeyen kuruluşlar” sisteminde yer alan profesyonel aktivistler / maaşlı çalışanlar tarafından, kültürlere duyarsız, sömürgeci gibi sıfatlarla dahi anılmaktadır. Veganlık, ulaşılması imkansız ancak arzu edilesi bir ideal olarak resmedilmekte (ve böylelikle bağışçı tabanındaki veganlar memnun edilmekte), topluma ise azaltmacılık, esnek vejetaryenlik, etsiz pazartesi gibi sınırları belirsiz ve hemen herkesin kendine takabileceği bir isim bulduğu bir menü sunulmaktadır (yukarıdaki grafikteki düşüşün sebeplerinden biri de bu olabilir).
Bugünlerde daha da ileri gidilerek, veganlığın hayvan hakları hareketinin merkezinde yer almaması gerektiğiyle ilgili bazı argümanlar üretilmeye başlandı. Üretilen argümanlar ilk bakışta kulağa doğru gelebilecek tınılarıyla ikna edici gelebilir. Bu yazıda en çok karşılaştığım dört tanesine değinmeye çalışacağım. Bu argümanlara değinirken, her birini olabildiğince onları savunan kişilerin savundukları gibi, basitleştirmeden ve karikatürize etmeden aktarmaya çalışacağım. Yazının tamamını okumak istemeyenlerin aradıkları argümana erişebilmeleri için ayrıca bu argümanları özetlediğini düşündüğüm tek cümlelik ara başlıklar oluşturacağım. Ardından, argümanlardaki hataları açıklayarak, hayvan hakları hareketinin neden veganlık savunusuna odaklanması gerektiğini dile getireceğim.
Argüman 1: “Hayvan hareketinin insanlarla teker teker konuşarak toplumun vegan olmasını sağlaması imkansız bir projedir”
Bu argüman, hayvan hareketinin gücünün ve zamanının toplumdaki herkesle tek tek veganlık konuşmaya yetmeyeceği fikrine dayanmaktadır. Bir avuç vegan aktivist, insanlarla sokakta ya da sosyal medyada, stantlarda ya da başka yaratıcı etkinliklerde teker teker konuşsa bile, herkese ulaşmak binlerce yıl sürebilir. Kaldı ki, tüm dünyaya ulaşmak bir yana, bu yöntemle bir şehrin tüm mahallelerine ulaşmak bile imkansıza yakın bir çabadır.
Bu argümandaki hata, aslında böyle bir projenin var olmamasıdır. Yani argüman, olmayan bir projeyi eleştirmektedir. Bu argümanı savunanlar vegan aktivistlerin tam olarak ne yapmaya çalıştıklarına dair yanlış bir algıya sahiptir. Elbette, bir avuç aktivistin dünyadaki tüm insanlarla konuşup onları vegan olmaya ikna etmesi imkansızdır. Ancak, fikirlerin toplumlarda nasıl yayıldığına dair çalışmalar, buna zaten gerek kalmayacağını gösteriyor. Nasıl?
Şu klasik sorudan başlayalım. “Bir göldeki nilüferler her gün iki kat artıyor. Onuncu günde bütün gölü kaplıyor. Kaçıncı günde gölün yarısını kaplamış haldeydi?” Bir sonraki paragrafa geçmeden önce, hızlıca cevabı bulmaya çalışın.
Sorunun yanıtı beş değil dokuz. Çünkü bir sonraki gün, yani onuncu gün, yine iki katına çıkıp bütün gölü kaplayacaklar. Bu örnek, geometrik artışın hızlı düşünme esnasında neden tam olarak anlaşılmayabileceğini anlatmakta. Benzer bir başka hikaye de Pirinç Taneleri ve Satranç Ustası hikayesidir. Şimdi, bire bir veganlık anlatımının vegan sayısında neden geometrik bir artışa sebep olduğunu görelim.
Bizler bireyler olarak toplumdan izole bir çevrede yaşamayız; başkalarıyla sürekli olarak temas eder, konuştuklarımızla, seçtiklerimizle, hareketlerimizle ortamdaki normun ve değerlerin neler olduğuna dair devasa bir müzakereye katılım sağlarız. Kendisi vegan olan ya da çevresinde en az bir vegan tanıyan herkes bu müzakerenin ne kadar gerçek olduğunu bilir. Örneğin, başka şartlarda tamamen apolitik bir ortam olarak algılanacak olan yemek sofrası, birden bire hayvan haklarına yönelik bir ahlaki tartışmanın merkezi haline gelir. Vegan olan her birey, birbiriyle bağlantılı büyük bir ilişkiler ağının parçasıdır.
Tam da bu sebeple, veganlık temelli hayvan hakları gibi, toplumla organik ilişki hâlindeki fikirler, çizgisel bir artış değil, geometrik bir artış gösterir. Geometrik artışı covid19 tartışmalarından hatırlıyorsunuz değil mi? Malcolm Gladwell, Kıvılcım Anı isimli kitabında sosyal epidemilerden söz eder. Gladwell’e göre fikirler virüslere benzer, temas yoluyla artış gösterirler (gerçi veganlık söz konusu olduğunda, artık sınırlı bir epidemiden değil, tüm topluma yayılan bir pandemiden de pekala söz edilebilir). Gladwell bu terminolojiyi kullanmıyor ama, diyebiliriz ki R değeri (yani bu fikri savunan kişilerin ortalama kaç kişiye bu fikri bulaştıracağı), fikrin ne kadar iyi olduğu ve ne kadar iyi savunulduğuyla ilgilidir. Fikri kendine saklayan, daha az kişiyle temas eden ya da daha zayıf bir biçimde savunanlar olduğu gibi, süper bulaştırıcı diyebileceğimiz kişiler de vardır. İşte aktivistlerin konumu budur.
Bu noktada, nicel artışın veganların sayısındaki artıştan ibaret olmadığını anlamak önemlidir. Yazının ilerleyen kısımlarında bu daha da netleşecek, ancak özetle, nicel artışlar nitel değişimleri beraberinde getirmektedir. Hayvan kullanımını reddeden kişilerin sayısı arttıkça, hayvan kullanmanın tartışılmaz bir norm olarak kabul gördüğü sosyal ve kültürel değerler sistemi de çatlamaya başlar. Sistemdeki çatlaklar, çatlakların oluşmasına kadar geçen zamandan çok daha kısa süre içinde yarıklara dönüşür, sonunda da sistem parçalanır ve dönüşür. Vegan aktivizm, bu parçalanmaya giden süreci oluşturur ve hızlandırır.
Argüman 2: Veganlık bir kolektif eylem olarak başarısızdır çünkü tüketicilik temelli bir eylemlilik önerir.
Bu argümanı savunanlar, (1) veganlığın liberal bir “cebindeki parayla tarafını göster” politikası üzerine inşa edildiğini, bir çeşit boykot olduğunu, dolayısıyla da, hemen her boykotta olduğu üzere, nihai hedefin tüketiciyi değil üreticiyi değiştirmek olduğunu varsayarlar. Bu varsayımdan yola çıkarak, (2) tüketiciye değil, üreticiye odaklı bir politik strateji kurmak gerektiğini savunurlar. Şimdi argümanın bu iki yönünü sırayla inceleyelim.
Veganlık bir boykot mudur? Veganlığın boykota benzeyen bir yönü vardır. Veganlar da, tıpkı boykot hareketlerinde olduğu gibi, belli bir “ürün çeşidini” politik gerekçelerle satın almayı reddederek üreticilere bir mesaj vermekte, böylece şirketlerin ürün seçimleri ve üretim politikaları üzerinde etkiye sahip olabilmektedirler. Ancak çok az vegan, veganlığın bundan ibaret olduğunu söyleyecektir, veganlığı bu tarz bir ekonomik boykot hareketi olarak ele almak fazlasıyla indirgeyicidir. Veganlar, spesifik olarak ürün boykot etmezler, hayvan bedenleri ve çıktılarına ürün muamelesi yapmayı kategorik bir şekilde reddetmelerinin doğal bir sonucu olarak, hayvan bedeni ve çıktıları içeren herhangi bir şeyi satın almaz ve kullanmazlar.
Argümanın ikinci kısmı olan “tüketiciye değil üreticiye odaklanma” kısmı ise oldukça belirsizdir. İster tam anlamıyla bir serbest piyasa rejimi olsun, ister günümüzde yaygın olan karma ekonomiler ve kapitalist üretim tarz(lar)ı, tamamı tüketicinin taleplerine göre ve yasaların zorlayıcılığına göre şekil alır. “Üretici”, kurumsal olarak hissedarlarına daha fazla kâr sağlamaya odaklı bir yapıdan ibarettir; bu da basitçe, maliyetleri düşürmek ve satışları arttırmak anlamına gelir. Yani, kapitalist ekonomide üreticileri bağlayan iki unsur vardır; bunlar yasalar (ki esnetebildikleri müddetçe esnetmeye çalışacaklardır yasaları) ve hissedarlardır. Tüketicilerin değişmesi, üreticiyi sahiden hedef alan tek şeydir. Peki, talep azalsa bile, devletin hayvancılık endüstrisine verdiği onca destek ne olacak? Bu konuya bir sonraki argümanda değineceğim. Fakat öncesinde şirketlerin bağlı oldukları ikinci unsura, yani yasalara bakalım.
Yasaları değiştiremez miyiz? Teknik olarak evet, değiştirebiliriz. Ancak, temsili demokrasilerde yasa yapıcısı olan siyasi partilerin şirketlerden farklı olmadığını anlamalıyız. Siyasi partiler, yasa yapıcısı konumundaki meşruluklarını toplumun kayda değer bir çoğunluğundan aldıkları oy formundaki desteğe borçludurlar. Toplumun büyük bir kısmının vegan olmadığı, yani hayvan bedeni ve beden çıktılarına arzu edilir ürünler gözüyle baktığı bir toplumda, hiçbir siyasi parti, üreticileri “hayvansal ürünler tüketmemeye” zorlayacak bir yasa teklifini gündeme getirmeyecektir. Günümüz koşullarında böyle bir teklif vermek siyasal intihar olarak görülebilir. Günümüz koşullarında kendisi vegan olan bir cumhurbaşkanı dahi böyle bir fikri ortaya attığında bir daha seçilme ihtimalini kaybedecektir.
Peki demokrasiyi bir kenara bırakırsak, antidemokratik bir şekilde getirilen bir yasak başarılı olabilir mi? Tarihsel deneyimler bunun mümkün olmadığına işaret ediyor. Sözgelimi, 1971 yılında ABD başkanı Richard Nixon’ın projesi olarak başlayan ve küresel düzeyde sürdürülen uyuşturucuyla savaş müthiş bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Başarısızlık, sadece uyuşturucu kullanımının engellenememiş olmasıyla sınırlı değildir, aynı zamanda yer altı örgütleri bu yasaklar sayesinde finansal olarak güçlenmiş, dahası halihazırda ırksal ve sınıfsal ayrımların olduğu bir toplumsal yapıda ceza sisteminin ve kolluk güçlerinin dezavantajlı grupları hedef aldığı görülmüştür. Üstelik uyuşturucu kullanımı toplumun büyük kesimlerinde kabul gören bir mesele değildir, hayvan kullanımı ise -maalesef- geniş kabul görmektedir.
Peki, yasaları bir kenara bırakırsak, şirketler üzerinde kamuoyu baskısı kuramaz mıyız? Evet, kurabiliriz, ancak bunun için bir kamunun olması gerekir. Sözgelimi, Animal Rebellion isimli bir grup 22 Mayıs günü Birleşik Krallık’taki McDonald’s tedarik zincirini bir günlüğüne bloke ettiğini ilan etti.
McDonald's: Animal rights group blockades depots, activists say https://t.co/6K46OFYqtP
— BBC News (UK) (@BBCNews) May 22, 2021
Gerçekte bu eylemin Animal Rebellion’ın ismini duyurmak haricinde bir etkisi olduğunu söylemek çok zor. Dahası, söz konusu “kamuoyu baskısı” olduğunda, kamunun kimin tarafında olduğunu görmek için BBC’nin haberinin altındaki yorumları okumak yeterli. “Önemli olan doğruları söylemek, insanların tepkisi bizi ilgilendirmez” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ancak politik eylem, duygularımızı yaratıcı şekillerde ifade etmeyi değil, değişimi amaçlar.
Peki ne değişti? McDonald’s basında ücretsiz olarak yer aldı ve müşterileri tarafından desteklendiğini bir kez daha gördü. Hayvanlar açısından ne değişti?
Argüman 3: Bireylerin vegan olması hiçbir etkiye sahip değildir, çünkü devlet(ler) hayvancılık endüstrisini ve hayvansal tarımı büyük hibelerle desteklemektedir.
Yukarıda yazdığı gibi, bu argüman, veganların arz-talep üzerinden kurdukları mantığın yanlış olduğunu, çünkü şirketlerin ve hayvansal üretim yapan çiftçinin arz-talep ilişkisine değil devletten gelen hibelere bağlı olduğunu öne sürer. Yani siz hayvansal ürün tüketmiyor olabilirsiniz, ancak devlet sizden aldığı vergilerin bir kısmını karşı olduğunuz bu uygulamaların devamı için harcamaktadır.
Birçok vegan bunu duyduğunda büyük bir üzüntü hissediyor ve hayal kırıklığına uğruyor olmalı. Devletlerin “hayvancılığa” destek için ayırdığı bütçeler gerçekten büyüktür. Bakanlık bütçeleri, belediye bütçeleri ve daha bir çok kaynak buraya aktarılmaktadır. Devlet kurumları ve belediyeler çiftçiye yem gibi çıktıları hibe etmekte, süt, deri, yün gibi “ürünleri” de satın almaktadır. Örneğin, Tarım Bakanlığı, hayvancılığa verilen büyük maddi desteği kalemlere ayırarak kendi resmi sitesinde anlatmaktadır. Yakın zamandan bir örnek de şurada:
Peki ama neden? Bunun önemli bir sebebi günümüzde halen hayvansal ürün tüketiminin refahın ve bolluğun bir göstergesi sayılmasıdır. Toplumun daha geniş kesimlerine uygun fiyatlı ya da ücretsiz hayvan eti, hayvan sütü, yumurta gibi ürünleri sunmak, bu ürünlere erişimi sağlamak önemli hizmetler olarak görülmektedir. Böylece politikacı hem maliyetleri düşen çiftçinin hem de arzu ettiği ürünlere ulaşan halkın desteğini kazanmaktadır. Üstelik, bütün bu olup bitenin politikacı açısından bir bedeli yoktur, tüm maliyet vergiler aracılığıyla oluşan kasadan sağlanmaktadır. Durum böyleyken, bu uygulamalar elbette sürüp gidecektir.
Bu durumu protesto edebilir miyiz? Cevap yine, teknik olarak evet, ancak toplumun geniş kesimleri bu protestoyu bir grup kendini bilmezin kendi refahlarına karşı gerçekleştirdiği bir protesto olarak görüp tepki duyacak, bu imkanın elinden gideceğinden endişe edecek ve söz konusu politikacıya daha sıkı bağlanacaktır. Politikacı açısından ise, büyük bir çoğunluğun karşısında gözden çıkarılabilir bir azınlık konumunda kalırız. Hatta “halkın elinden etini ve sütünü almak isteyen” bu azınlığa karşı “halkın çıkarlarını” koruyan politikacı küçük bir kahramanlık bile ilan edebilir.
Burada bütün bir düzenin tek bir kıstas üzerine kurulu olduğuna dikkat etmemiz gerekiyor. O da, geniş toplum kesimlerinin hayvansal ürün tüketimini arzu edilir ve olmadığında eksikliği çekilir olarak görme, bir refah göstergesi sayma eğilimi. Bu değiştiğinde, örneğin toplumun kayda değer bir kısmı hayvan kullanımını ve dolayısıyla hayvancılığı ahlaki bir suç olarak görmeye başladığında, durum değişecektir. Elbette bunun olması için Argüman 1’e verilen cevapta sözü edilen viral yayılımın gerçekleşmesi, yani her bir veganın R değerini (veganlık fikrini yaydığı kişi sayısını) arttırmak üzere çalışması gerekiyor.
Bu noktada veganlık savunusunun neden salt bir ekonomik boykot işlevi görmediğinin daha açık hale geldiğini düşünüyorum. Veganlık, sadece anlık bir arz-talep dengesini değiştirmekle kalmaz, toplumsal normlara ve toplumdaki ahlak anlayışına dair bir değişimi ortaya koyar. Veganların nicel olarak artışı, toplumda nitel anlamda bir paradigma değişimine sebep olmaktadır; önceden tartışılmaz bir norm sayılan hayvan kullanımı veganların varlığı ve savunusu sayesinde, sorgulamaya ve sorunsallaştırmaya açılmaktadır.
Argüman 4: Veganlık, uygulaması zor bir pratiktir ve bu yüzden bireysel değişime değil erişime odaklanan bir hareket inşa etmeliyiz.
Veganlıkla ilgili öne sürülenlerden biri de, veganlığın orta sınıf ve üstü ya da belli bir kültürden gelen kimseler için uygulaması kolay bir pratik olmakla birlikte, ekonomik olarak daha zor durumda olan ya da başka sebeplerle dezavantajlı konuma sahip kişiler açısından zor bir pratik olduğu, bu gerekçeyle veganlığı ahlaki bir temel olarak savunan bir hareketin doğası gereği sınıfçı, elitist bir söylemi benimsiyor olduğu şeklindedir.
2015 yılında bir konuşmada Birleşik Krallıkta faaliyet gösteren Viva isimli kuruluşun sözcülerinden Tony Wardle, tek başına çocuk yetiştiren annelerle hayvanların mülk statüsü ve veganlık gibi konuları konuşamayacağımızı iddia ediyordu. Benzer sözler “veganlık sınıfsaldır” sloganı ile yoksullar ve daha pek çok toplumsal grup için dile getiriliyor.
Hatta BBC’nin bu konuda hazırladığı kısa bir program (aşağıdaki video) bu konuda bir adım daha ileriye gidip veganlığı bir “imtiyaz” olarak nitelendiriyor ve vegan aktivizmin insanları beslenmeleri sebebiyle “utandırmak” yerine “bariyerleri kaldırmak” için çalışmak gerektiğini öne sürüyor.
Ekonomik eşitsizliklerin olduğu bir dünyada yaşadığımız bir gerçektir. Ekonomik eşitsizliklerin varlığının yanı sıra, gıda ve giyim gibi vegan pratiklerle ilişkili kararları verme konusunda da eşit konumlarda değiliz. Cezaevlerinde, yaşlı bakım evlerinde, askeri koğuşlarda, öğrenci yurtlarında, sığınma evlerinde, aşevlerinde ve hastanelerde seçim hakları kısıtlı pek çok kişi bulunuyor. O halde hayvanlarla ilgili ahlaki sorumluluğumuzun hayvanları kullanmamak olduğunu söylemekten vazgeçmemiz mi gerekiyor?
Bu tartışmada görünmez olan iki konum var. Bunlardan biri açık bir şekilde insan harici hayvanlar. Veganlık “sınıfsal” ya da “imtiyaz” olarak nitelendirilirken, vegan olmak bir çeşit keyfi tercih olarak konumlandırılıyor ve vegan olmayan bir yaşamın kurbanları gözden çıkarılıyor. İkincisi de tüm bu koşulların içerisinden vegan olan kişiler. Karşılaştıkları güçlükler ve aşmaları gereken engeller birbirinden farklı olsa da, yaşamın her noktasında farklı sosyal sınıflardan veganlar var. Tek başına çocuk büyüten, hapishanede mahkum olan, bedensel engellere sahip, yoksul, işçi ve işsiz. Veganların, ayrıcalıklı ve rahat hayatlar süren orta sınıf insanlardan oluşan bir topluluk olduğu düşüncesi temelsiz bir önyargıdan ibaret.
Çok sayıda engelli ve kronik hasta veganla yapılan röportajların yayınlandığı CripHumanimal blogunun yazarı Trudi Bruges şöyle yazıyor: “Veganlık, bazen ‘engelli veya kronik hastalıklar nedeniyle herkesin vegan olamayacağı’ olgusuna işaret edilerek engellilere karşı ayrımcılıkla bağdaştırılıyor. […] Veganlığın engelliler için ayrımcı bir pratik olduğunu söyleyerek, engelli veganların ve kronik hastalığı olan veganların varlığını siliyorlar. Evet, biz varız. Ve hayatımızda mümkün ve uygulanabilir olduğu raddede hayvanların kullanımını ve istismarını önlemek için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.”
Dahası, bireylere odaklanmak yerine erişime odaklanmamız gerektiğini söylediğimizde aslında birey ile toplum arasında yapay bir ayrım yaratmış oluyoruz. Veganlığın herkes tarafından çok daha kolay bir şekilde uygulanabilmesinin en önemli yolu veganlığın ne kadar zor olduğu konusunda insanların deneyimlerini hiçleştiren iddialarda bulunmak değil, veganlığı yaygınlaştırmak. Basit bir örnek: Bir üniversitede vegan olan ilk kişi olduğunuzda yemekhanede vegan yiyecek bulmak güçtür, vegan olan yüzüncü kişi olduğunuzda yemekhanede vegan yemek çıkması için bir mücadele vermek için bir zemin mevcut duruma gelir.
Vegan olan her bir kişi, bir sonraki kişinin vegan olmasını daha kolay hale getirir, çünkü gıda, giyim ve diğer ürünlere erişime talebi ve desteği olan bir kişi daha ortaya çıkar; sosyal kabul ve görünürlük konusunda bir kişi daha veganlardan yana olur; neyin nasıl yapılacağına dair ipuçları bulmayı kolaylaştırmaya bir kişi daha destek verir. Herhalde, veganların sayısının artmasıyla paralel olarak artan bilgi ve kaynak miktarının bugün vegan olmaya karar veren bir kişinin yaşamını on yıl öncesine göre ne kadar kolaylaştırmış olduğunu kabul etmeyecek kimse yoktur. Burada yine nicel artışın beraberinde getirdiği nitel değişimi görmemiz gerekiyor. Bariyerleri kaldırmaktan söz ediyorsak, bu konuda da yapılması gereken en önemli işlerden biri veganlığın yaygınlaşması için çalışmaktır, yeni bariyerler inşa etmek değil. Ne yazık ki, BBC’nin videosu, Bruges’in açıklamaları, “kesişimsellik” kelimesini kötüye kullanarak bazı insanların vegan olamayacağını iddia eden aktivistler ve benzerleri imkanlarını bu bariyeleri yıkmaya değil, yenilerini inşa etmeye kullanmaktalar.
Bu konuda son olarak değinmek istediğim bir konu daha var. Kendisinin ekonomik açıdan belli imtiyazları ve kendi giyimine ve yiyeceğine karar verebilme otonomisi olan ancak bu otonomiyi hayvan sömürüsüne devam etmekte ve veganlığın “elitist” olduğu fikrini savunmakta kullanan kimselerin, hayvanlara zararı olduğu gibi, dezavantajlı konumda olan kişilere de bir faydası olmamaktadır. Burada bahsi geçen konumda olan bir kişinin kendisine sorması gereken, bu fikirleri savunurken gerçekten dezavantajlı konumda olan kişileri mi düşündüğü, yoksa onların bu konumunu kendi alışkanlıklarını sürdürmek için araçsallaştırıyor mu olduğu sorusudur.
Bu yazıda hayvan hakları hareketinin veganlığın yaygınlaşmasına odaklanmaması gerektiğini öne süren dört yaygın argümanı ele alarak bunların neden hatalı olduklarına dair bazı karşı argümanlar sundum. Kısaca özetlemek gerekirse:
- Her ne kadar vegan kelimesi 80 yıla yakındır var olsa da, veganlığın hayvan hakları savunusunda merkezi bir konumda yer alması oldukça yeni bir olgudur ve derneklerden ve büyük kuruluşlardan değil tabandan gelen bir dalganın sonucunda gerçekleşmiştir.
- Veganlığın, hayvan hareketinin merkezinde yer alması gerektiğini savunan kişiler tüm dünya nüfusuyla konuşup herkesi teker teker ikna etmeyi planlamaz, kritik bir eşiğe ulaşarak kültürel bir paradigma değişimini tetiklemeyi hedefler.
- Kapitalist ekonomide hayvancılık şirketleri de dahil olmak üzere üreticiler kendilerini hissedarlarına ve yasalara karşı sorumlu hissederler. Bu sebeple veganlığın yaşam pratikleri hayvansal ürünler üzerine kurulu bir ekonomiye arz-talep dengesine dayalı bir boykot olarak yansıyabilir, ancak veganlığın kendisi bir ekonomik boykot değildir. Veganlık hayvanlara karşı kişisel ve ahlaki bir yükümlülüktür; dolayısıyla vegan aktivizm, toplumda ahlaki bir paradigma değişikliğini hedefler.
- Demokratik toplumlarda yasa yapıcılar toplumun yaygın kesimlerinin taleplerini göz önünde bulundururlar, bu kesimler hayvan kullanımını ahlaki bir problem olarak görmedikçe hayvanlar lehine kapsayıcı ve kalıcı yasal değişikler olmasını beklemek gerçekçi değildir.
- Devletler hayvancılık şirketlerini ve çiftçileri destekler çünkü günümüzde hayvansal ürün kullanımı refahın ve bolluğun göstergesi sayılmaktadır. Bunun değişmesi için veganlığın yaygınlaşması gerekmektedir.
- Veganlığın görece refah içindeki bireylerin bir duyarlılığı olduğunu iddia etmek, böyle bir konumda olmayan çok sayıda veganın varlığını silmek ve deneyimini hiçleştirmek anlamına gelmektedir. Erişimi arttırmak ile veganlığın yaygınlaşması için çalışmak iki ayrı mesele değildir. Erişimi arttırmanın yolu, veganlığın yaygınlaşması çalışmasından geçer.
Bu konuda öne sürülen ve yaygın olarak karşıma çıkan argümanları ele aldığımı düşünüyorum. İnsanlık tarihinde ilk defa hayvanların insan malı ve kaynağı olmaması gerektiğini hem savunan hem de pratik eden güçlü bir hareket ortaya çıktı. Bu, sistematik hayvan sömürüsünün sona ermesi için yakılan bir işaret fişeği. 2010larda başlayan ve kısa sürede tüm dünyada hayvan kullanımının bir tartışma konusu olmasını sağlayan bir taban hareketi. Yazının başında paylaştığım duvar yazısının dediği gibi, “Gelecek vegandır”, ama ancak ve ancak, biz bu geleceği sabırla, yılmadan ve yan yollara sapmadan inşa edersek.
Yazar: Berk Efe Altınal
Site Editörü: Taner Beyter