Zombileri Bu Kadar Korkutucu Yapan Ne? İpucu: Beyin Yemeleri Değil – David Andrew Stoler

//
476 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Onlardan biri değilseniz hiç şüphesiz fark etmiş olacağınız üzere, zombiler dünyayı ele geçirdi: yürüyen ölüler televizyonunuzda, işe gidip geliş yolunuzda ve yaygın bir endişeyle Londra’nın Doğu Yakası’nda. Ruhlarımızı teknolojiye kaptırma korkumuzun bir temsili olarak zombiler üzerine binlerce tez yazılmış olsa da zombi korkusu akıllı telefonlardan yaklaşık beş bin yıl öncesine dayanıyor.

Bu korku bir zombinin sizi canlı canlı yemeye yönelik amansız dürtüsünden de kaynaklanıyor değildir. Zombiler, antik Mezopotamya’dan günümüz bilimkurgusuna kadar tarih boyunca tekrar tekrar ortaya çıkan korku hikayelerine aittir. Bunun sebebi ise kanlı bir ölümden daha dehşet verici bir korku uyandırmalarıdır: ebedi yaşam tehdidi.

Apeirofobi- sonsuz ya da ebedi olana karşı duyulan korku- ilk başta saçma görünebilir. Ne de olsa antik çağlardan bu yana, insan toplumları sonsuz yaşamın formülünü arayan insanların hikayeleriyle doludur. Bununla birlikte, bu hikayeler her zaman ölümsüzlüğün barındırabileceği dehşetin gizli etkisini içerir. Babil’in bereket tanrıçası İştar’ın yeraltı dünyasından dışarı salmakla tehdit ettiği ölüler beyin yemek için değil, sadece iyi bir yemek için açlardı. Tehdit, yaşayanlarla rekabet etmeleriydi, onları yemeleri değil. Görünen o ki öteki dünya yemek yenecek bir yer değildi; ölüm bilincin sona ermesinden ziyade Ruh Havayolları’nda uzun mesafeli bir uçuş gibi sefil ve mutsuz bir ebedi varoluş anlamına geliyordu.

Yunanlılar da sonsuzluğun fazla uzun bir zaman olduğunu biliyorlardı. Onlar için sonsuz yaşam, üst düzeyde sadizm için bir fırsattı. Sisifos, Tantalos, ve zavallı Danaidleri hatırlayın (oysa tek istedikleri kuzenleriyle evlenmemekti). Yunan cezaları sadece acı, açlık ve amansız işler yaptırmak demek değildi, bunların sonsuz tekrarıyla işkence etmek anlamına geliyordu. Bu sadece kendi gündelik kabusumuzun daha büyük bir versiyonuydu: işe gidip gelmekle, rapor düzenlemekle ya da çocuklarınızın öğle yemeğini hazırlamakla bugün ve muhtemelen yarın başa çıkabilirsiniz, ama sonsuza kadar çıkabilir misiniz?

Ve bu da apeirofobun işkencesidir: dayanılmaz zaman, gün be gün, uzunluğunu hayal bile edemeyeceğimiz bir geleceğe doğru gider. Richard Dawkins bir röportajında bunu olabildiğince açık bir şekilde ifade etmiştir: “Beyinlerimiz [ebedi olanla] başa çıkmak üzere inşa edilmemiştir”. Bunun sadece düşüncesi bile Dante ve Kafka’dan daha da korkutucu modern enkarnasyonlara kadar izlenebilecek varoluşsal bir umutsuzluğa yol açar.

İnsanlar Evren’in gerçekte ne kadar büyük ve yaşlı olduğunu anlamaya başladıklarında iki şeyle tamamen yüzleşmek zorunda kaldılar. Önce ölçülemez olanla; sonra da insanoğlunun bu ölçülemezlikteki yeriyle. Sonsuzluktan korkanlar için David Bowie’nin Binbaşı Tom’u sadece uzay çağının bir kurbanı değildi: trajedisi Alman müzisyen Peter Schilling’in devamında daha da güçlendirdiği üzere sonunun geleceğine dair bir umut olmadan ‘sürükleniyor, düşüyor, yüzüyor ve de ağırlıksız’ olmasıydı. “Kimse anlamıyor / ama Binbaşı Tom görüyor…” diye söyler Schilling. Dünya’dakiler onun yasını tutup yollarına devam ederken Tom’un gördüğü şey uzayın sonsuz ışığı, yalnızlığı ve büyüklüğüdür.

Stephen King’in kısa öyküsü ‘The Jaunt’ (1981) bunu daha da açık hale getirir: Filmde, tıbbi olarak baygın bir aile Dünya’dan Mars’a anında seyahat eder, en azından fiziksel olarak. Uyandıklarında, asi oğullarının uyku gazını almadığını ve yolculuğu zihinsel olarak neredeyse sonsuz olarak deneyimlediğini görürler. King’e göre, uzayın uçsuz bucaksızlığında düşünce üzerine düşünce, çocuğu “çocuk kılığına girmiş, zamandan daha yaşlı bir yaratığa” dönüştürür; “bembeyaz saçları ve inanılmaz derecede yaşlı gözleriyle…” Çocuk, zamanın sonsuzluğu karşısında kelimenin tam anlamıyla çılgına dönerek, yolculuğunun uzunluğu hakkında delice çığlıklar atar. Bu hikaye aperiofobilerin en korkuncudur.

Zombiler bu korkuyu mükemmel bir şekilde somutlaştırır. Onlarla ilgili en ürkütücü şey, aslında bizim gibi olmalarıdır. Tüm zombiler onları alt eden şey her neyse ondan önce hayatlarını yaşamıştır; her sabah uyanmış, kahvelerini içmiş, eşleriyle ufak tefek anlaşmazlıkları çözmeye çalışmış, okula giderken çocuklarının ellerini tutmuşlardır. Ve tıpkı Dante’nin cehennemindeki (inferno) herkes gibi, içinde bulundukları durum sadece zamanın sonuna kadar değil, ötesinde de sürecek bir durumdur. Bir kuyuya hapsolmuş bir zombi sonsuza dek orada kalacak, bin yıl geçtikçe daha da acıkacaktır. Bu sonsuzluktur.

Zaman, bu hikayelerdeki gibi dalga geçilecek bir şey değildir. Sonsuza kadar yeryüzünde dolaşan bir zombi ya da binlerce yıl boyunca ‘Keşke Her Gün Noel Olsa’ şarkısını dinlemek zorunda kalan bir karakter bir apeirofobun görebileceği en korkunç şeydir. Ne de olsa CIA’in insanlara işkence etmek için zamanı ve tekrarı kullanmasının bir nedeni vardır.

Ölümsüz olmak, sonsuza dek yaşamak anlatılmamış zenginlikler ve harikulade yaşamlar hakkındaki ergen fantezisinden daha fazla olamazdı. Sadece şu varoluşu hayal edin: etrafınızdaki her şey ölüyor, sevdiğiniz herkes, tanıdığınız her şey, çok geçmeden tüm insanlık ve Dünya’nın kendisi, galaksi ve ardından evren. Sonsuz yaşamla ilgili tartışmaların çoğu, dünyanın burada o kadar uzun süre kalmayacağı gerçeğini unutmaktadır.

Diğer seçenek ise elbette ölümdür. Ölmek ya da sonsuza dek yaşamak: bu paradoks, ruhu ezen dehşetin gerçek vizyonudur. Apeirofobik olmak, her zaman bu dayanılmaz korkuyla mücadele etmektir. Gece, pek çok korkuda olduğu gibi, en kötüsüdür. Mavi gökyüzünden sıyrılmak, Evren’in akıl almaz büyüklüğünü bir kez daha gözler önüne serer ve bize bu konuda düşünme zorunluluğu sunar. Bu ise yıkıcıdır.

Çünkü sonsuzluğun kötü bir sonu vardır. Milyarlarca yıl sürecek bir yok oluşla son bulacak bir evrende sonsuza kadar yaşamaktan daha korkutucu ne olabilir? Hayal bile edemiyorum.

Zombiler her yerde, bu ürkütücü durumu tekrar tekrar gün yüzüne çıkarıyor. Doymak bilmeyen açlıkları, bitmek bilmeyen arayışları, hatta sürekli çürümeleri sonsuza dek bekleyen dünyaya işaret ederek elimize bir ayna tutuyor. Biz ise karşısında ürküp şöyle demekten kendimizi alamıyoruz: ‘Olmayan tanrıya çok şükür bizim başımıza gelmedi”.


David Andrew Stoler – “What makes zombies so scary? Hint: it’s not the brain-eating“, (Erişim Tarihi: 04.08.2024)

Çevirmen: Çağnur Erdoğan

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Hakikat Nedir?: Ramsey, Wittgenstein ve Viyana Çevresi Üzerine – Cheryl Misak

Sonraki Gönderi

Siyonist Toplama Kampları Ve Sömürgeci Faşizm Hakkında Düşünceler – Ege Aydın

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü