1920’lerin Viyana’sı her anlamda heyecan verici bir yerdi. Siyasi açıdan yerel yönetimin konut, sağlık, eğitim ve işçi haklarında radikal demokratik reformları denediği bir Kızıl Viyana dönemiydi. Savaş sonrası ortaya çıkan hiperenflasyon ve artan muhafazakarlığa rağmen iyimser bir hava hakimdi. Ayrıca entelektüel açıdan da heyecan verici bir zamandı, çünkü felsefe tarihindeki en etkili hareketlerden biri tüm hızıyla devam ediyordu: Viyana Çevresi.
Viyana Çevresi, Alman filozof Moritz Schlick’in etrafında toplanan ve aralarında Rudolf Carnap, Otto Neurath ve Herbert Feigl gibi aydınların da bulunduğu bir grup filozof, matematikçi ve fizikçiden oluşuyordu. ‘Çevre’, iddialı bir program öne sürmüştü; bu program, tüm bilginin gözlem ve tümdengelimci mantığın objektif temelinden oluşturulduğu bir yapı sunuyordu. Onların ‘doğrulanabilirlik ilkesi’ anlamlı bir cümlenin, doğruluk-koruyucu mantık vasıtasıyla, gözlem yargılarının basit diline indirgenebilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Metafizik, etik, din ve estetik ya bu bilimsel dilde ifade edilecek şekilde revize edilecekti ya da anlamsız -yani saçmalık- ilan edilecekti. Bu yeni bilimsel filozoflar sosyal açıdan ilericiydiler, Viyana’da evlerindeymiş gibi hissediyorlardı ve kendilerini entelektüel açıdan da ilerici olarak görüyorlardı. Ne yazık ki, 1936’da Viyana Üniversitesi merdivenlerinde Schlick’i vuran faşist öğrenci gibi başkaları da aynı fikirdeydi.
Onlarınki çoktan zamanı gelmiş bir fikirdi. Berlin’de de en önde gelen üyeleri arasında Hans Reichenbach ve Carl Hempel’in bulunduğu benzer bir topluluk gelişmekteydi. Aynı zamanda Cambridge’de Bertrand Russell felsefenin dünyadaki basit, metafiziksel olarak temel varlıklara kadar inen mantıksal bir analizle ilerlemesi gerektiğini savunuyordu. Ancak Russell’ın Viyanalı öğrencisi Ludwig Wittgenstein, çoğunlukla Birinci Dünya Savaşı sırasında, sonunda esir düştüğü tehlikeli Doğu ve İtalyan cephelerinde kaleme aldığı kitabıyla Çevre’nin en çok ilgisini çeken kişi olmuştu.
Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’u olağanüstü ve son derece zor bir eserdi – dil ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi tam olarak belirlemeye yönelik bir girişimdi. Dil, tıpkı bir resim gibi, nesneleri belirli bir şekilde temsil eder: Nesneler, ‘resmin unsurlarına’ ‘karşılık gelir’. Bir resmin doğru mu yanlış mı olduğunu söyleyebilmek için onu ‘gerçeklikle karşılaştırmamız’ gerekir ve bu da doğa bilimlerinin işidir: Doğru önermelerin toplamı, doğa bilimlerinin toplamıdır. Wittgenstein, söylenebilen her şeyin bu temel dilde ifade edilebileceğini ve bu dilde ifade edilemeyenin anlamsız olduğunu ilan etmişti. Tractatus’u ise şu sözlerle sonlardırdı: “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.”
Schlick, Albert Einstein’a Wittgenstein’ın kitabının “yeni felsefe”nin “en derin” eseri olduğunu söylemişti. Viyana Çevresi ise bunu bir tür kurucu metin olarak kabul etti. Daha sonra ise Wittgenstein’ın ‘saçmalık’ açıklamasının kendilerinkinden farklı olduğunun farkına varmışlardı, ancak bu gerçeği göz ardı ettiler. Çevre, metafizik ve etiğin büyük bir bölümünü -yaşamın sorularını- çöpe atarken, Wittgenstein bunların temel dili aştığını ve ondan daha önemli olduğunu düşünüyordu. Ortamdaki bu gerilime rağmen Wittgenstein, Schlick’in ölümüne kadar olan süreçte Çevre’ye bağlı kalmıştı.
Savaştan sonra Russell’ın, Wittgenstein’ın el yazmasını Avrupa’dan çıkarması onun üç yılını almıştı. [Bu el yazması] ilk olarak bir Alman dergisi olan Annalen der Naturphilosophie’de (yazarı tarafından düzeltilmeden, yazım hataları ve yanlışlarla) yayınlanmış ve daha sonra bir çevirmenin eline geçmişti. Bahsi geçen çevirmen 18 yaşındaki Frank Ramsey’di[1]; Cambridge’de matematik okuyan parlak bir öğrenciydi ve öznel olasılık teorisi, karar teorisi, ekonominin iki dalı, saf matematikte Ramsey Teorisi ve çok sayıda felsefi yeniliğin öncüsü olarak ünlenecekti.
Bu dikkate değer adamın Viyana Çevresi ile olan ilişkisi, felsefe tarihindeki büyüleyici anlardan biridir. Ancak bu büyük ölçüde yanlış anlaşılmıştır. Bunu doğru bir şekilde anladığımızda, hakikat ve bilgi hakkında umut verici alternatif bir pozisyonun yolu açılır. Eğer olaylar farklı bir şekilde gelişseydi, bu ilişki Viyana Çevresi üzerinde muazzam bir etkiye sahip olabilirdi.
1929 tarihli Manifestolarında Çevre, Ramsey’i, misyonlarına ‘sempati’ duyanlardan biri olarak listelemiştir ve bu hala sıklıkla ifade edilen bir görüştür. Ama bu görüş doğru değildir. Ramsey, genç yaşına rağmen Russell, Wittgenstein ve o dönemde kesinlik ve saflık arayışında olan Viyana Çevresi’ne karşı çıkmıştır. Buna karşılık Ramsey, insanlar için en iyi olanı temel alan hakikat ve bilgi kavramları arayışına girmiştir. Amerikan pragmatizm geleneğinin kurucusu Charles S. Peirce’den (1839-1914) esinlenerek kendisini ‘pragmatist’ olarak adlandırmıştır. Peirce de deneyimi ciddiye almaya ve anlaması güç olan metafiziği anlamsız ilan etmeye kendini adamış olsa da, hakikatin insan deneyimi ve bilgisine en uygun olan şey olduğunu düşünüyordu. Bu, Viyana Çevresi’nin karakterize ettiği indirgemeci teoriden kilometrelerce uzaktaki bir hakikat anlayışıydı.
Ramsey’in “Tractatus” çevirisi 1922’de yayınlanmıştı ve Wittgenstein da bunun üzerine satır satır düzeltmelerini posta yoluyla iletmişti. Daha sonra Eylül 1923’te Ramsey, Wittgenstein ile Viyana yakınlarındaki dağlarda bulunan evinde iki hafta geçirdi. Tractatus üzerine yapılan bu maraton sohbet sırasında Ramsey, Tractatus üzerine yazdığı ve halihazırda baskıda olan ‘Eleştirel Bildiri’sinin hala doğru olduğunu görerek rahatlamıştı. Ramsey 1924 yazında, psikanaliz almak (kadınlarla ilişkiler konusunda felç olmuştu) ve Wittgenstein ile daha fazla zaman geçirmek için altı aylığına Viyana’ya gitti. Wittgenstein’ın kız kardeşi Gretl (ünlü Klimt portresinin sahibi) tarafından Schlick ile tanıştırıldı ve kısa süre sonra, üniversitenin kütüphanesini kullanması için düzenleme yapan, aynı zamanda Çevre’nin bir üyesi olan matematikçi Hans Hahn ile tanıştı.
Ramsey, Viyana’da kaldığı sıralarda “Matematiğin Temelleri” başlıklı yazısını kaleme aldı. Bu çalışmasında Wittgenstein’ın etkileri vardı, her ne kadar evine yolladığı bir mektupta, Wittgenstein’ın, “bir işine yaramadığını” belirtmiş olsa da. Ramsey ise kitabının yayınlandığı zaman ilk sayfasına “Yazarın saygılarıyla” yazdığı bir nüshasını Schlick’e gönderdi. Carnap’ın günlüğü, Çevre’nin Ocak 1927’de bu yazı hakkında iki hafta boyunca ve ardından aralıklı olarak 1929’a kadar konuştuklarını kaydetmiştir. Günlüğünde Ramsey hakkındaki ilk kaydı ise şöyleydi: “Wittgenstein ve Ramsey hakkında konuştuk. Çok ilgi çekiciydi.”
En ilginç buldukları şey, Ramsey’in, Wittgenstein’ın ‘totoloji’ kavramını genişletmesiydi. Tüm empiristler gibi Viyana Çevresi üyeleri de mantık ve matematik önermelerinin neden meşru olduğunu anlatmakta cebelleştiler, çünkü bu önermeler deneyim aracılığıyla doğrulanamıyordu. 18. yüzyılda David Hume, gerçekler ve fikir ilişkileri arasında çok uygun düşen bir ayrıma gitmiş ve ikincisini (matematiksel ve mantıksal olanı da içeren) gözlemsel kriterden muaf tutmuştu. Neredeyse bir yüzyıl sonra ise John Stuart Mill matematiği gözlemlenebilir bir bilim olarak ele almak için başarısız bir girişimde bulunacaktı. Çevre, kendi yanıtlarının ilk kısmını Wittgenstein’ın mantığın doğrularının totoloji olduğu fikrinde bulmaktan oldukça mutluydu. Yani bu, ne olursa olsun doğrudurlar ve bu nedenle anlamlılığın empirik standardından uzak dururlar, anlamına geliyordu. Ramsey’in fikriyse, matematiğin de totolojilerden oluştuğu yönündeydi. Çevre, bu iki hamleyi felsefelerinde dönüm noktası olarak benimsemişti.
Çevre ‘Matematiğin Temelleri’ni tartışırken, Ramsey ‘Gerçekler ve Önermeler’ adlı yeni bir yazı kaleme alıyordu. Bu makale 1927 yılında Proceedings of the Aristotelian Society’de yayımlanmış ve Manifesto’da Ramsey’in sempatik yazılarından biri olarak anılmıştır. Ve Ramsey bu kitapta Wittgenstein’ın totoloji kavramını yeni bir şekilde kullanmıştır. Wittgenstein (Ramsey’in sözleriyle) mantıksal bir doğrunun ‘hiçbir olasılığı dışlamadığını ve dolayısıyla hiçbir inanç tutumunu ifade etmediğini’ savunmuştu. Ramsey de buradan en verimli içgörülerinden birine ulaştı: İnançlar olasılıkları dışlar ve bir inancı diğerinden bu şekilde ayırt edebiliriz. Bir önermeye inanmak, büyük ölçüde, belirli şekillerde davranmak ve çeşitli olasılıkları canlı ya da ölü olarak kabul etmektir. İnancın özü, davranışlarımız üzerinde nedensel bir etkisinin olmasıdır ve inançları, işlevsellikleri açısından değerlendiririz. Aynı dönemde yazdığı ‘Hakikat ve Olasılık’ adlı makalesinde, bazı alışkanlıkların eylem için diğerlerinden daha iyi bir temel oluşturduğunu savunmaya devam etti. Doğruluk yararlılıkla bağlantılıdır.
Schlick ve Ramsey, Ramsey’in Viyana’da geçirdiği dönemden sonra da irtibat halinde kaldılar. 1927’de Ramsey Schlick’i Cambridge Üniversitesi’ndeki bir tartışma grubu olan Moral Sciences Club’da (Ahlak Bilimleri Topluluğu) bir bildiri sunmaya davet etti ve burada çok iyi anlaştılar. Muhtemelen Ramsey, Schlick’in Genel Bilgi Teorisi yazısı hakkındaki “bazı üzücü saçmalıklar” içerdiği görüşünü kendine saklamıştı; ve hakkındaki ilk izlenimi hayatı boyunca sabit kaldı: “Bana pek filozof gibi görünmedi, ama çok iyi bir adamdı.” Ancak devam eden bu temasa rağmen, Schlick ve Çevre’nin geri kalanı, Ramsey’in projelerinden hızla uzaklaştığının, dünyayı mantık ve gözlemle inşa etme girişimleriyle çatışan pragmatik bir bakış açısı geliştirdiğinin farkında değil gibiydiler.
1950’lerde Carnap ve Hempel hala bu yapılandırmacı projeyi anlatmaya çalışıyorlardı. Buradaki fikir, deneyim sınıflarının duyusal deneyimlerin bireysel zaman dilimlerinden inşa edilmesi, daha sonra kavramların (‘mavi’ gibi), ardından nesnelerin ve daha sonra daha yüksek kavramların oluşturulmasıydı. Peki ya elektronlar gibi gözlemlenemeyen varlıklar ne olacak? Ya da gözlemlenenler hakkında genellemeler yapan ve bunun ötesine geçen bilimsel yasalar ve teoriler? Çözüm yine Ramsey’de bulunacaktı.
Ramsey, 1929 yılında yazdığı ‘Teoriler’ adlı makalesinde, bir dizi aksiyom ve birincil dili ikincil, teorik dile çeviren bir sözlük kullanarak, basit gözlemsel olgulardan gerçekten de bilimsel bir teori inşa edebileceğimizi savunmuştur. Ancak bu tanımların ‘teorinin meşru kullanımı’ için gerekli olmadığı konusunda nettir. Bu tür tanımların nasıl oluşturulabileceğini göstermek yalnızca ‘öğretici’ bir nitelik taşımaktadır. Talimatın bir kısmı bunun nasıl yapılabileceğini göstermekteydi, çünkü Russell, Carnap ve diğerleri ‘bunu yapabileceğimizi ve yapmamız gerektiğini varsayıyor gibi görünüyorlardı.’ Ancak talimatın bir kısmı ise olumsuzdu: Ramsey projenin işe yaramayacağını düşünüyordu.
Bilimsel teoriler Çevre için başka problemler ortaya çıkarıyordu: Kütle teorisi nasıl değişir ya da geliştirilir? Onların açık-tanım [explicit-definition] izahatı şunu gösteriyordu: Teori her değiştiğinde, eski versiyonlardaki terimlerin anlamlarını değiştiriyor ya da yeni, farklı varlıklara atıfta bulunuyoruz. Ramsey, bunun “sözlüğün tek başına yeterli olmadığını” gösterdiğini düşünüyordu; aksi takdirde, teorinin kendisinden çok daha az zengin olan sonlu bir birincil sistemle yetinmek zorunda kalırdık. Tüm ‘faydalı teoriler’ birincil sistemden ‘daha fazla özgürlük derecesine’ sahip olmalıdır. Mevcut olguların bir fihristinin ötesinde olmadıkça ikincil bir sisteme sahip olmanın -bilimsel bir teoriye sahip olmanın- hiçbir anlamı olmayacaktır. Yani Ramsey, Carnap’ın projesinin –Carnap’ın “Dünyanın Mantıksal Yapısı” (1928) adlı eserinden anladıklarından hareketle- tamamlanabileceğini, ancak hiçbir işe yaramayacağını göstermişti.
Ramsey daha sonra Carnap ve Hempel’in, 1950’lerde, katı tanımsal [strict definitional] yaklaşımın gerçekten de çok sınırlı olduğu gösterildikten sonra benimseyecekleri yeni bir hamle yaptı: “ ‘Elektron’ gibi teorik terimlerin rolünü, hem teorik hem de gözlemsel terimler içeren uzun, karmaşık ve formel bir cümlede açıklayabiliriz.” Ve bu cümle şöyle başlayacaktır: “Elektron dediğimiz şeyler vardır, bunlar…” ve ardından bu elektronlar hakkında bir hikaye anlatmaya devam edecektir. Tabii burada hikayenin beklentisi üzerine elektronların var olduğunu varsayıyoruz, tıpkı ‘Bir zamanlar bir kız varmış, o…’ diye başlayan bir hikaye dinlediğimizde bir zamanlar bir kızın olduğunu varsaydığımız gibi. Teoriye yapılacak her türlü ekleme, en az bir elektronun var olduğunu söyleyen bir niceleyici kapsamında yapılmalıdır. Bu sayede, teori artık asıl varlıklar hakkında olmaya devam ederken gelişebilecektir
Elektronlar teorisine yapılan eklemeler birincil dildeki anlamlarıyla doğru ya da yanlış olan inançlar değildirler. Teorimizdeki varlıkların varlığına olan bağlılığımızı, teori çöktüğü zaman bu bağlılığımızın da sona ereceğini bilerek üstleniyoruz. Aynı zamanda teori kullanmaya devam da ediyoruz. Her zamanki gibi, Ramsey saf metafizikle değil, bir şeyi nasıl kullandığımızla ilgileniyordu; yani o, nasıl düşünmemiz gerektiğini anlatan bir ‘insan mantığı’na ilgi besliyordu. Ancak böyle bir mantık ‘formel mantıktan yalnızca bağımsız olmakla kalmaz aynı zamanda bazen bağdaşmazdı da‘.
Wittgenstein gönüllü olarak gittiği sürgününden sonra 1929 yılında Cambridge’e geri döndü. Sigmund Freud’un düşüncesinin değeri konusundaki bir anlaşmazlığın (Wittgenstein’la geçinmek kolay değildi) ardından dört yıl boyunca iletişimlerinin koptuğu Ramsey’le kısa süre sonra yeniden konuşmaya başladı. Hızla Ramsey’in hangi yönde ilerlediğini fark etti ve bu durum hiç hoşuna gitmedi. İkili, ‘felsefeye dair doğru yaklaşım’ konusunda neredeyse her gün süren bir çatışma içindeydi. Ramsey’in 1929’da taslağını hazırladığı “Felsefe” başlıklı bir makalesinde ifade ettiği gibi, bir yöntem de, yani ‘Ludwig’in’ yöntemi:
bir mantık kurmak ve tüm felsefi analizlerimizi tamamen bilinçsiz bir şekilde gerçekleştirmek; sürekli olarak gerçekleri düşünmek ve onları düşünme biçimimizi değil, anlamların doğasına atıfta bulunmadan neyi kastettiğimizi belirlemekti.
Buna karşılık Ramsey’in yöntemiyse bizi, bizim onları anlamamızdan bir şekilde soyutlanmış gerçeklere değil; insani gerçeklere yönlendiriyordu. Ve bir zamanlar Wittgenstein’ın felsefi görüşlerinin etkisi altında olduğunu kabul etmişti:
Aşırı skolastisizm nedeniyle felsefenin doğası hakkında endişelenirdim. Bir kelimeyi nasıl anlayabildiğimizi ve onun tanımının doğru olup olmadığını nasıl bilemeyeceğimizi kavrayamıyordum. Anlama fikrinin tüm belirsizliğini ve bunun birçok performansa atıfta bulunduğunu, bu performansların her birinin başarısız olabileceğini ve yeniden yapılandırılması gerektiğini fark etmemiştim.
Ramsey, artık sık sık ‘tanımlayamadığımız, ancak… [sadece] kullanılış biçimlerini açıklayabildiğimiz’ terimlerle karşılaşacağımızı düşünmektedir. Ayrıca, Wittgenstein’ın inşa etmeye çalıştığı ideal dilin yalnızca skolastisizm olduğunu düşünüyordu: ‘özü, muğlak olana kesinmiş gibi davranmak ve onu kesin bir mantıksal kategoriye sığdırmaya çalışmak’
Hatta ‘Felsefe’nin -Felsefe başlıklı yazısı- bir bölümünü Wittgenstein’a açık bir serzeniş ile açmıştır:
Felsefe yararlı olmalıdır, ayrıca onu ciddiye almamız gerekir; düşünce ve eylemlerimize de açıklık getirmesi gerekir, aksi takdirde kontrol edilmesi gereken bir eğilimdir… yani felsefenin başlıca önermesi, felsefenin bir saçmalık olduğudur. Ve tekrar ciddiyetle kabul etmeliyiz ki bu bir saçmalıktır; Wittgenstein’ın yaptığı gibi bunun önemli bir saçmalık olduğunu iddia etmemeliyiz!
Şu diyalogdaki çocuğun ‘saçma durumu’ndan kaçınmalıyız: ‘Kahvaltı de.’ ‘Diyemem.’ ‘Neyi diyemezsin?’ ‘Kahvaltı diyemem.’ Burada, Ramsey’in şakayla karışık iğneli bir sözü akıllara gelir: “Ama söyleyemediğimizi söyleyemeyiz ve ıslık da çalamayız.”
Ramsey’in, Wittgenstein’ın “Felsefenin saçma olduğu ve terk edilmesi gerektiği” şeklindeki görüşlerine iki itirazı vardı. İlk olarak, Wittgenstein anlamın doğasına ilişkin belirli bir görüşü savunamaz, bunun bir sonucu olarak da bu görüşe ilişkin sunduğu argümanlar anlamsızdır. Gerçekten de Wittgenstein’ın felsefi argümanını anlıyoruz. Bu, Tractatus’ta önerdiği gibi, bir kez tırmanıldıktan sonra itilmesi gereken bir merdiven değildir. İkinci olarak, bu tür bir felsefe fakir bir durumdadır. Wittgenstein’ın savunduğu gibi, felsefenin görevi bilimin ve sıradan yaşamın önermelerini alıp ‘ilkel terimler ve tanımlarla mantıksal bir sistem içinde sergilemek’ ise, felsefe gerçekten de pek bir işe yaramayacaktır. [Wittgenstein] 1929 tarihli bir notunda da şöyle demiştir:
Bira renklerinin standartlaştırılması felsefe değildir, ancak bir anlamda notasyonda bir gelişme ve düşüncenin netleştirilmesidir.
Bu iki itiraz Viyana Çevresi için de geçerlidir; ancak Ramsey’in onlarla paylaştığı bir nokta, Wittgenstein’ın ifade edilemeyen ama önemli bir şey olduğu fikrine duyduğu inançsızlıktır. Yani, çitin arkasına bakıp söylenemez olanı görme ve ona hayran kalma düşüncesidir.
Ramsey’in yaklaşımı ve Wittgenstein ile Viyana Çevresi’ne karşı olan isyanı artık olgunlaşmaya başlamıştı. Başka bir notunda bunu mükemmel bir şekilde anlatmıştı:
Dünyayı birbirinden kopuk benlikler olarak tasavvur edemeyiz; bildiğimiz benlikler dünyanın içindedir. Yapamayacağımız şeyi yapamayız ve denemenin de bir anlamı yoktur, faydasızdır. Felsefi problemler, dilimizin mantığını anlamamaktan, onu kavrayamayışımızdan kaynaklanır; ancak dilimizin mantığı Wittgenstein’ın düşündüğü şey değildir. Kendimize çizdiğimiz resimler gerçeğin birer tasviri değildir.
Eğer bir önerme, resmi olduğu benliğe herhangi bir referanstan kopuk bir dünya resmiyse, o zaman şüpheciliğe veya solipsizme karşı tamamen savunmasızız demektir. Peki kendimizle o dünya arasındaki uçurumu, boşluğu nasıl kapatacağız? O dünya hakkında nasıl iddialarda bulunabiliriz ki? Wittgenstein’ın birincil dünyası ‘hiçbir düşünce içermez’. Eğer bu dünyayı anlamak istiyorsak, ‘öznel tarafı’ ihmal etmememiz gerekir. Ramsey, Carnap’ın da aynı ‘hatayı’ yaptığını düşünüyordu:
Carnap’ta olduğu gibi, birincil dünyanın geçmişteki, şimdiki ve gelecekteki deneyimlerimden oluştuğu sıradan anlamda solipsizm bunu yapmayacaktır. Çünkü bu birincil dünya, şuan hakkında düşündüğüm dünyadır…
Eğer dünya hakkında düşüneceksek; hipotezler, yasalar ve nesnelerin varlığına ilişkin iddialarla dolu indirgenemez ikincil bir dünyaya ihtiyacımız vardır.
Wittgenstein bu saldırı karşısında çok etkilenmişti, adeta sarsılmıştı. Ve 1930’da şu sözleri yazıya dökmüştü: ‘Ramsey’in zihni beni tiksindirdi’; ‘samimi bir saygı’ gösterecek kapasiteye sahip değildi; ‘çirkin bir zihni’ vardı; ve ‘onun eleştirileri yapıcı değildi, tam tersi geri çekti ve ayılttı. Daha sonra Wittgenstein arkadaşlarına Ramsey’in bir ‘materyalist’ olduğunu söyledi. Ramsey de, Wittgenstein’ın felsefesinin ayılmaya ihtiyacı olduğunu ve bağımsız olarak var olan önermelerden ziyade insan inançlarına dikkat etmesi gerektiğini düşünüyordu.
Ve bu noktada tartışmaları sona erer, çünkü Ramsey 19 Ocak 1930’da, henüz 26 yaşındayken aramızdan ayrılacaktır. Ancak yıllar sonra Wittgenstein ise Ramsey’in tarafına geçecektir. Bu duruma geldiğinde ise arkadaşı hakkında kötü şeyler söylemeyi bırakacak ve bunun yerine, Tractatus’tan çok farklı bir rota çizen ikinci büyük incelemesi Felsefi Soruşturmalar’ın önsözünde ona teşekkür edecektir:
On altı yıl önce felsefe ile yeniden meşgul olmaya başladığımdan beri, ilk kitapta ortaya koyduklarımda ciddi hatalar olduğunu fark etmekten kendimi alıkoyamadım. Hayatının son iki yılında sayısız sohbetlerde tartıştığım Frank Ramsey’in fikirlerime yönelttiği eleştiriler, bu hataların farkına varmama -daha önce hiç tahmin edemeyeceğim bir şekilde- yardımcı olmuştu.
En sonunda Ramsey, Wittgenstein’a karşı galip gelmişti. Ancak Wittgenstein, Ramsey’in itirazlarının ve alternatif pozisyonunun gücünü biliyor ve hissediyordu; buna karşın Viyana Çevresi bu durumdan haberdar değildi. Bunun sebeplerinden biri, Ramsey’in Wittgenstein’a yaptığı gibi onlara doğrudan karşıt görüşlerini savurma fırsatını bulamamış olmasıydı. Ramsey ve Carnap ne yazık ki hiç tanışmadılar. Ama Ramsey ölmeden hemen önce aklı hep Carnap’taydı. Ramsey 4 Aralık’ta [1929] Schlick’e yazdığı mektubunda Carnap’ın dünyayı birincil dilden yeniden yapılandırma girişimine ilişkin şüphelerini dile getirmişti:
Henüz Carnap’ın kitabı hakkında bir inceleme yazamadığım için kendimi çok suçlu hissediyorum. Bu gerçekten affedilemez bir durum. Kitabı gerçekten çok ilginç bulduğumu söylemem gerekir, ancak bazı şeylerin kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum ve diğer konular hakkında da çok şüpheliyim.
Ayriyetten bu gecikme için özür dilemişti: ‘Çok üzgünüm, en yakın boş zamanımda bunu yapacağım. Şu anda çok ağır bir sarılık atağı sebebiyle yataktayım’. Bu durumda Ramsey’in kendi pozisyonunu Carnap’ınkine karşı koyma şansı olmayacaktı. Ne yazık ki karaciğer enfeksiyonu onu birkaç hafta sonra öldürecekti.
1930’larda Viyana Çevresi, Ramsey’in ‘bilim felsefesinden gelen itiraz’ ve solipsizmle alakalı itiraz olarak adlandırdığı şeyler konusunda başka çevreler tarafından baskı altında hissetmeye başlamıştı. Buna karşılık, mantıksal empirizmin daha liberal, kapsayıcı ve davranışçı versiyonlarını geliştireceklerdi. Yani, Çevre’deki birçok kişi aslında farkında olmadan Ramsey’e yaklaşmıştı. Ramsey’in itirazlarının ve pragmatist alternatifinin etkisini daha önce kavramış olsalardı, pragmatizm ile Analitik Felsefe’nin birbirine bu kadar karşıt olduğu düşünülmezdi. Viyana Çevresi, günümüzde olduğu gibi felsefenin öcüsü olarak değil, inancın gerçeklerle nasıl uyumlu olabileceğine dair insani bir bakış açısı sunan bir topluluk olarak görülürdü. Ramsey, 20. yüzyıl pragmatizmi ile Analitik Felsefe arasında bir köprüydü ve onun ölümüyle beraber bu yol belirsizleşmişti; ancak son zamanlarda yeniden keşfedilip haritaya kazandırıldı.
Çevirmen Notu:
[1] Ramsey, Wittgenstein’ın felsefeye ve Cambridge’e dönmesinde ikna edici olan yakın arkadaşlarından biriydi. Ayrıca, Tractatus Logico-Philosophicus’u da İngilizceye çevirmişti.
Cheryl Misak – “Philosophy must be useful“, (Erişim Tarihi: 05.08.2024)
Çevirmen: Efecan Akdeniz
Çeviri Editörü: Emir Arıcı