Şüphesiz ki senin de fark ettiğin üzere (tabii onlardan biri değilsen) zombiler her yeri ele geçirdi: yürüyen ölüler televizyonunda, ulaşım sağladığın taşıtlarda ve yaygın bir anlaşmazlığa karşın Londra’nın East End’inde (1) ve ruhumuzu teknolojiye kaybetme korkusunun temsilcisi olarak ileri sürülen bin tane teze rağmen zombilerin terörü, akıllı telefonlardan neredeyse beş bin yıl öncesine dayanıyor.
Ne de bir zombinin seni canlı canlı yeme dürtüsünün merhametsizliği onu diğer ünlü öcülerin yanında kategorize etme sebebin. Zombiler, tarih boyunca, Mezopotamya’dan günümüz bilim kurgu medyasına, sürekli nükseden korku hikâyeleri âlemine ait çünkü sadece kan dondurucu bir ölümünkinden daha dehşetengiz bir korku yaratıyorlar: ebedi yaşam tehditi.
Apeirofobi, ebediyet korkusu, en başta saçma gelebilir. Zira antik çağlardan bu yana toplumlarda sonsuz yaşamı arayan insanlara dair öyküler çok fazla. Ancak bu öyküler, ölümsüzlüğün barındırabileceği dehşetin örtük anlamlarını her zaman taşıyor. İştar’ın, Babilli bereket tanrıçasının, yeraltı dünyasından (ölüler diyarından) salmakla tehdit ettiği ölüler; beyine değil, sadece iyi bir öğüne açtı. Tehlike yaşayanları yemeleri değil, onlarla yarışmalarıydı. Görünen o ki ahiret; yemek yenilecek bir yer değildi ve farkındalığın sona ermesinden uzakta ölüm, Spirit Airlines’ta (2) uzun mesafe bir uçuş gibi, yetersiz ve mutsuz bir ebediyet demekti.
Yunanlar da sonsuzluğun çok uzun bir zaman olduğunu biliyorlardı. Onlar için ebedi yaşam, Olimpik seviyede sadizm için bir fırsattı. Sisifos, Tantalos ve tek suçları kuzenleriyle evlenmek istememek olan zavallı Danaidler… Yunan cezalandırmaları; acı ve açlık ile değil, insafsız angaryalarla ve özellikle bu angaryaların bitmek bilmeyen tekrarlanışlarıyla yapılırdı. Bu, sadece bizim gündelik kâbusumuzun daha büyük çaplı bir versiyonu: Bugün işe gidip gelmeye, masa başı evrak işlerine ya da çocuğuna öğle yemeği hazırlamaya katlanabilirsin, muhtemelen yarın da katlanırsın ama sonsuza kadar yapabilir misin?
İşte bu bir apeirofobiğin azabıdır: her gün, art arda katlanılamaz zamanın; uzunluğunun bizim düşünce sınırlarımızı bile aştığı sonsuz bir geleceğe dönüşmesi. Bir röportajında Richard Dawkins (3), ifade edilebilinecek en açık biçimde “Beyinlerimiz ebediyetle baş etmek için tasarlanmadı.” demişti. Bu düşüncenin kendisi bile Dante ve Kafka’dan başlayıp daha da ürkünç çağdaş örneklerine kadar uzanan varoluşsal bir kedere varır.
İnsanlar evrenin gerçekte ne kadar büyük ve ne kadar eski olduğunu anlamaya başladıklarında iki olguyla yüzleşmek zorunda kaldılar. İlk olarak ölçülemez olanın kendisi ile, ardından ise mutlak bir edilgenlikle insanlığın bu ölçülemezlik içindeki yeri ile. Sonsuzluktan korkanlar için David Bowie’nin kurgusal figürü Major Tom, yalnızca uzay çağına ait bir şehit değildi; onun trajedisi, herhangi bir sona ulaşma umudu olmaksızın “savrulması, düşmesi, süzülmesi” ile Alman müzisyen Peter Schilling’in yazdığı devam şarkısında daha da büyümüştü. Schilling’in “Kimse anlamıyor / ama Major Tom görüyor…” dizeleriyle anlattığı, insanlar dünyada onun için yas tutarken ve yaşamlarına devam ederken onun gördüğü şey; uzayın sonsuz ışığı, mutlak yalnızlığı ve muazzam boyutuydu.
Stephen King’in kısa hikâyesi The Jaunt (1981), ebediyeti tecrübe etmenin korkunçluğunu daha da açık bir hâle getiriyor: kitapta tıbbi olarak bilinci kapatılmış bir aile Dünya’dan Mars’a anında geziye gidiyor (en azından fiziksel olarak). Uyandıklarında isyankâr oğullarının uyutucu gazdan kaçıp geziyi bilinci yerindeyken ebedi bir şekilde tecrübe ettiğini öğreniyorlar. King’in yazdığına göre fikir üstüne fikir uzayın uçsuz bucaksızlığı boyunca birbirini izledikçe çocuk, ‘zamandan daha eski, bir çocuğun suretine bürünmüş bir varlığa’ dönüşür. O, ‘kar beyazı bir saç örtüsü ve akıl almaz derecede kadim gözlere’ sahiptir artık. Çocuk, yolculuğunun süresi yüzünden delilik içinde haykırır. Artık çocuk, zamanın sonsuzluğu karşısında aklını kelimenin tam anlamıyla yitirmiştir. Bu hikâye, apeirofobiğin en korkulu rüyasıdır.
Zombiler, bu dehşeti mükemmel bir şekilde somutlaştırıyorlar. Haklarındaki en tüy ürpertici şey temelde biz olmalarıdır: Bütün zombiler; onları ele geçiren her ne idiyse ondan önce hayatları boyunca her sabah uyandılar, kahvelerini içtiler, eşleriyle yaşadıkları ufak tefek sürtüşmeleri gevşek bir dişi kurcalar gibi didikleyip durdular, okula götürdükleri çocuklarının ellerini tuttular. Ve Dante’nin Inferno’sundaki herkes gibi içinde bulundukları durum; sadece zamanın sonuna kadar değil, ardına kadar sürüyor. Kuyuda mahsur kalmış bir zombi, sonsuza kadar bin yıllar geçtikçe acıkarak orada öylece kalır. İşte bu, sonsuzluk.
Zaman, eğlence sektörünün yaptığı gibi oynanacak bir şey değil. Komiklik olsun diye kurgulanmış dünyada sonsuza dek amaçsızca dolaşan bir zombi veya bir karakterin ‘I Wish It Could Be Christmas Every Day’(4) şarkısını binlerce yıl boyunca dinlemeye mahkûm edilmesi, bir apeirofobiğin görüp geçirebileceği en korkunç şeydir. En nihayetinde CIA’in insanlara işkence etmek için zaman içinde tekrarlama yöntemini kullanmasının bir sebebi var.
Ölümsüz olmak ve sonsuza kadar yaşamak, anlatılmamış zenginlikler ve harikulade hayatlar hakkında çocukça bir fanteziden fazlası değil. Sadece varoluşun -etrafındaki her şeyin, sevdiğin herkesin, bildiğin her şeyin, sonra da bütün insanlığın, galaksinin ve sonunda evrenin- sona erdiğini hayal et. Ebedi yaşam hakkındaki çoğu tartışma, dünyanın (göreceli olarak) o kadar da uzun bir süre burada olmayacağı gerçeğini unutuyor.
Ve tabii ki de diğer seçenek ise insanların yapılacaklar listelerinde popüler olamayan ölüm. Ölmek veya sonsuza kadar yaşamak: bu paradoks, iç burkan dehşetin asıl tasavvuru. Apeirofobik olmak, her zaman o yıpratıcı korkuyu sürekli savuşturmaktır. Gece, çoğu korkunun olduğu gibi, en kötüsüdür. Gökyüzünün mavi katmanını soymak bir kez daha evrenin akıl ermez büyüklüğünü açığa çıkarıyor ve bizi bu konuda düşünmeye zorlayan bir dürtüyle karşı karşıya bırakıyor. Bu, baş döndürücü derecede yıkıcı.
Çünkü ebediyet, kötü bir sona sahip. Bir milyar yılda hiçbir şeye dönüşecek (5) olan bir evrende sonsuza kadar yaşamaktan daha korkunç ne olabilir ki? Ben hayal edemiyorum.
Zombiler her yerden bu hayaleti yeniden ve yeniden çağırır. Yaşlanan benliklerimizi andıran bitmek bilmeyen açlıkları, sonu gelmeyen arayışları ve hatta sürekli çürümeleri bizi sonsuzluğuyla bekleyen dünyaya doğru çeker. O dünya, yüzümüze tutulmuş bir aynaymışçasına gözümüzü istem dışı kaçırmamıza ve ardından da şu sözleri fısıldamamıza yol açar: “Batıl bir tanrının lütfu olmasa biz de orada olurduk.”
Çevirmen Notları
- (1) East End, Londra’nın Orta Çağ surlarının doğusunda ve Thames Nehri’nin kuzeyinde yer alan tarihi bir bölge. Orta Çağ’dan itibaren hızlı kentleşmesi, yoksulluğu, aşırı kalabalığı, yoğun göç dalgaları (Huguenotlar, İrlandalılar, Yahudiler, Bengal kökenliler vb.), siyasal aktivizmi ve toplumsal reformları ile anılmış. 20. yüzyılda limanların kapanmasıyla ciddi dönüşümler yaşamış. Docklands, Canary Wharf ve Olimpiyat Parkı gibi büyük projelere sahne olmuştur. Ancak bugün bile zenginlik ve yoksulluğun sert biçimde yan yana bulunduğu bir bölgedir.
- (2) Spirit Airlines, ABD merkezli, ultra düşük maliyetli bir havayolu şirketi. Düşük bilet fiyatları karşılığında sunduğu hizmetin asgari düzeyde olması, yoğun rötarlar, yolcu memnuniyetsizliği ve kazaları ile tanınır.
- (3) Richard Dawkins (1941- ), evrimsel biyolog ve ateist yazar. Evrimi geni merkeze alan bir yaklaşımla açıklayan çalışmaları ve dine dair eleştirileriyle tanınır.
- (4) Bu şarkı, İngiliz glam rock grubu Wizzard’ın 1973’te yayımladığı, Roy Wood’un yazıp seslendirdiği popüler bir mutlu Noel şarkısı.
- (5) Evrenin toplam enerji üretimi, son iki milyar yılda yarıya indi. Bu azalma, tüm dalga boylarında gözlemlendi. Yani evrenin yıldız oluşumu ve enerji üretiminin giderek durduğunu, sonunda ise karanlık ve hareketsiz bir boşluğa dönüşeceğini tahmin etmekte haklı oluruz.
David Andrew Stoler – “What makes zombies so scary? Hint: it’s not the brain-eating“, (Erişim Tarihi: 13.08.2025)
Çevirmen: Zeynep Doğa Çetintaş
Editör: Emir Arıcı