Çoğu zaman “sanat”, “zanaatkarlık”, “bilgi” veya “beceri” olarak çevrilen Yunanca τέχνη, “techne” kelimesi, genellikle bir şeyin yaratılışını tanımlamak için kullanılır. Ancak antik felsefede techne sadece bir eylem olarak değil, bilhassa bir tür bilgi olarak algılanmıştır. Bu kavramı ilk yazılı ve ayrıntılı olarak ele alan Platon için techne ve episteme, yani sanat ve bilgi, birbiriyle yakından ilişkiliydi. Aristoteles için de techne, belirli bir yaratıcı faaliyet biçimiyle birlikte giden bir tür bilgiydi. Ona göre; zanaatkar bir bireyin amacı, doğanın mümkün olduğunca mükemmel bir betimlenmesini (her ne kadar harfi harfine yaratmanın imkansızlığının farkında olsa da) elde etmektir. Bu temel anlamda techne (ki antik ve modern teknolojiyi karşılaştırırken bunu ne kadar vurgulasak azdır) temelde kar elde etmek amacıyla aynı türden çok sayıda nesnenin geliştirilmiş üretimine değil, aksine daha çok bireysel çalışmaya odaklanır. Seri üretim antik zanaatkarlar için zaten düşünülemezdi ve bu da açıkçası sadece teknik nedenlerden dolayı da değildi.
Teknolojik yeniliklerin Orta Çağ boyunca, yaklaşık MS. 500-1500 yılları arasında geliştiği ilginç ve genelde de göz ardı edilen bir gerçektir. O dönemde çok sayıda icat gün ışığına çıkmıştır: sadece barut ve matbaa değil, aynı zamanda pusula, yeni sabanlar, çıkrıklar, su çarkları ve diğer makineler… Ancak dünyayı kökten değiştirecek olan tüm bu icatlar, zanaatkarların sınırlı dünyasında kalmış ve önde gelen filozoflar genellikle bu tür konular üzerinde düşünmeyi dahi umursamamıştır. Bunun bir istisnası Francis Bacon’dı (1561-1626), kendisi diğer şeylerin yanı sıra teknolojiyi de ana tema olarak benimsemiş bir filozoftu. “Bilgi güçtür” iddiasıyla, insanların doğa hakkında bilgi sahibi olarak ve onun üzerinde teknolojik güç uygulayarak zengin ve müreffeh bir toplum, hatta ideal bir toplum yaratabileceklerini kastetmiştir. Ve on yedinci yüzyılın başlarında, teknolojiye bakış temelden değişmeye ve böylece modern doğa bilimleri de gün yüzüne çıkmaya başlamıştır.
Bu bilimsel devrimin öncüsü de Galileo Galilei’dir (1564-1642). Galileo; gerçekliği, eski skolastik dogmaların veya otoritenin dışında incelemiş ve bilimsel deneylerle gerçekliğin sırlarını ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Diğer şeylerin yanı sıra, el yapımı teleskopuyla bilimi genişletmiş, insanlığın uzaya bakmasını mümkün kılmış, Jüpiter’in yörüngesinde dört uydusu olduğunu ve kendi Ay’ımızın kraterleri ve dağları olduğunu keşfetmişti. Öldükten sonra da doktorlar ve astronomlar, fizikçiler ve filozoflar onun ilkelerine göre çalışmaya başlamışlardır. Tartmış, ölçmüş, saymış ve bunu yapmalarına yardımcı olacak çeşitli yaratıcı şeyler de tasarlamışlardır. Rene Descartes (1596-1650) da değiştirilemez mekanik yasaların geçerli olduğu bir evren taslağı çizmişti. Nihayetinde, on yedinci yüzyılın sonunda, bilimsel gelişme Isaac Newton’un (1642-1726) dünyayı büyük bir makine olarak tanımlamak için mekanik ilkelerini kullandığı büyük doğa felsefesiyle taçlanmıştı. Newton’un doğa felsefesi “mekanik felsefe” olarak tanınmıştı. Bunun da teknoloji hakkında felsefe için bir zemin hazırladığını söyleyebiliriz.
Yeni teknoloji, kuşkusuz bilimsel devrimle yakından ilişkilidir. Ancak on yedinci ve on sekizinci yüzyılın önde gelen filozoflarının bu konuda söyleyecek pek şeyi yoktu. Genel olarak teknolojinin uygulamalı bilim olduğuna ve tamamen doğru olan şeylerin hizmetinde olduğuna inanılıyordu. Gerçekten de tarihin bu noktasında görüş neredeyse tamamen teknofilik ve iyiliğe hizmet ettiği yönündeydi. 1800’lerin başında bu görüş, farklı şekillerde de olsa, G.W.F. Hegel (1770-1831) ve Auguste Comte (1798-1857) tarafından ifade edilmiştir. Hegel, ortaya çıkan teknoloji felsefesi için büyük önem taşıyan Ruhun Fenomenolojisi ve Tüze Felsefesi gibi eserlerinde dünyanın ruhunun akıl yoluyla kendini gerçekleştirmesini anlatmıştır. Mesleği mühendislik olan Comte, Hegel’in spekülatif metafiziğini reddetmiş, bunun yerine teknik-bilimsel ilkelere dayalı teknokratik bir ütopya tanımlayan Henri de Saint-Simon’un (1760-1825) fikirlerini takip etmiştir. Ayrıca Comte sosyolojiyi kurmuş ve pozitivist felsefesi, modern bilim ve felsefe üzerinde büyük bir etkiye sahip olmuştur.
Ancak filozoflar, on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Sanayi Devrimi’nin etkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte teknoloji hakkında eleştirel sorular sormaya başlamıştır. Teknolojinin insan yaşamı üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceği algısı ilk olarak romantizm hareketinde dile getirilmiştir. Romantizm hareketi kısmen, estetik açıdan hoş olmayan ve yoksul insan kitlelerinin yaşadığı sefil sanayi şehirleri yaratan Sanayi Devrimi’ne karşı bir tepki oluşturmuştur. Romantikler için, yeni teknolojinin ortaya çıkmasıyla mümkün hale gelen Sanayi Devrimi hem doğayı hem de insanları yok etmiştir. Jean-Jacques Rousseau (1712-78), çağdaşlarının çoğunun aksine, bu görüşün erken ve ileri görüşlü bir ifadesini 1750 yılında Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev adlı eserinde ortaya koymuştu. Bu eserde Aydınlanmanın temel fikri olan bilim ve teknolojinin otomatik olarak toplumun ilerlemesine yol açacağı fikrini eleştirmiştir. Aksine, modern bilim ve teknolojinin ortaya çıkışının topluma ve ahlakına doğrudan zarar verdiğini iddia etmiştir.
Teknoloji ve bilime ve bunların insanların hayatlarını nasıl mahvettiğine dair Geç Romantik dönem eleştirisi çok geniştir. Bu düşünce ekolünün daha sonraki iyi bir temsilcisi Alman tarihçi Oswald Spengler’dir (1880-1936); Batı’nın Çöküşü[1]‘nde (1918) Batı medeniyetinin, insanların yaşlılığın eşiğinde yaşadıklarına benzer bir kriz yaşadığını anlatmıştır. Özünde, onunki insanlığın teknolojiye körü körüne tapmasının sonuçlarına dair bir uyarıydı: bu normlara aykırı, aynı zamanda mutlak ve bu da, teknolojinin insanlar üzerinde bir sahibin köleleri üzerinde hüküm sürdüğü gibi hüküm sürdüğü anlamına geliyor. Daha önceki Romantikler gibi Spengler de makinelerin egemen olduğu bir topluma ve büyük sanayiye karşı tepki gösteriyor, bunun yerine de doğayla daha yakın, daha karar ortaklığı içinde daha basit bir yaşam tarzını teşvik ediyordu. Toplumun, yüksek ahlaki niteliklere ve entelektüel duruşa sahip bir “Aydınlanmacı Mutlakiyet” şeklinde aklen yönetilmesi gerektiğini savunuyordu.
Teknoloji Felsefesi’nin Ortaya Çıkışı
Teknoloji felsefesinin kendisi felsefe içinde nispeten yeni bir alandır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar filozoflar sadece bu konuyu ele alan eserler yayınlamaya başlamamışlardır. Başlangıçta kendilerini felsefenin bu yeni alanına adayanlar öncelikle “Genç Hegelciler” olmuştur. Hegel savunucuları iki ana eğilime bölünmüştü. Biri; Karl Marx (1818-83) ve Ernst Kapp (1808-96) gibi önde gelen isimleri içeren sol Genç Hegelciler. Sol eğilimli Hegelcilerin çoğu teknolojinin maddesel yönünü vurgulama eğilimindeydi. Teknolojinin olası, olumsuz sonuçlarına karşı kör değillerdi, ancak etik ve siyasi önlemler uygulanarak buna karşı konulabileceğini düşünüyorlardı.
Kapp, Teknoloji Felsefesinin Unsurları [2] (1877) adlı eserinde “teknoloji felsefesi” ifadesini bizzat kullanmıştır. Çağdaşı Marx’a benzer şekilde o da sol eğilimli bir Hegelciydi ve tıpkı Marx gibi Hegel’in tarihsel idealizm dinamiğini daha gerçekçi bir materyalizme çevirmeye çalışmıştır. Marx’ın materyalizmi; Hegel’in tarih felsefesini, iktisata ve iktisat tarihine yeniden uygulamayı amaçlarken, Kapp tarih felsefesini coğrafyaya uygulamaya çalışmıştı. Burada coğrafya ve çevrenin tarih boyunca toplumsal ve kültürel düzene nasıl damgasını vurduğunu gösterecekti. Doğanın sadece ekonomiyi değil, kültürü, siyasi yapıları ve askeri örgütlenmeyi de nasıl etkilediğini anlatır. Kapp’ın coğrafya üzerine çalışmaları günümüzde “çevre felsefesi” olarak bilinen alana girmektedir. Öte yandan, Kapp’ın tarihsel diyalektiği özel olarak uygulaması, hasmane bir çevrenin belirli bir dönüşümünü talep ediyordu. Kapp, Hegel’in ‘efendi ve köle’ argümanına benzer bir şekilde, insanın yaşanması zor olan bir ortamda karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmeye çalışması gerektiğini (ve psikolojik olarak bunu denemek üzere oluşturulduğunu) savunur. Başka bir deyişle, insanlar doğanın vahşiliğini evcilleştirmeye çalışmalıdır. Bunu yapmak için, tarım, mimari, madencilik, yol yapımı vb. yoluyla hem yerini ve örneğin telgraf yoluyla hem zamanını kolonileştirmeleri gerekir. Kapp; ülkeleri, dilleri ve insanları birbirine bağlayan, dünyayı yaşanabilir ve samimi kılan küresel bir sistem hayal etti. Unsurlar‘da ayrıca araçların ilave şeyler olarak görülmesi gerektiğini, bununla bedensel bir organın dışsal bir tamamlayıcısını kastettiğini anlatmaya devam etti. Örneğin her araç, yetkinin dışsallaştırılması olarak görünür. Ayrıca dışsal olan -teknoloji- ile içsel olan -insan- arasında daha fazla paralellik kurmuş ve bu argümanı, insanın zihinsel, ruhsal, içsel kısımlarının bir uzantısı ve karşılığı olarak dili ve yönetimi de kapsayacak şekilde genişletmiştir.
Marx, Kapp’ın pek çok fikrini paylaşıyordu. Bahsettiğim gibi, her ikisi de sol Hegelciydi. Ancak özellikle Kapp’ın, Hegel’in tarih felsefesini coğrafyaya uygulamaya çalıştığı, Marx’ın ise bunu makroekonomik teorilerle ve özellikle Fransa’da gelişmekte olan erken dönem sosyalizmle ilişkilendirmeye çalıştığı noktada ayrışıyorlardı. Marx’ın ilk cildi 1867’de yayınlanan ünlü eseri Kapital, “İş bölümü ve Üretim” ve “Makine ve Modern Sanayi” bölümlerinde ifade edilen teknoloji felsefesinin özünü gösterir. Bu bölümlerde Marx, iş aletlerinin nasıl basit araçlar olmaktan çıkıp gelişmiş makinelere dönüştüğünü ve bu makinelerin işçinin ve emeğinin bileşen olarak dahil olduğu karmaşık sistemler halinde nasıl organize edildiğini anlatır. Emekçi, üretim süreci üzerinde – araçlar ve emeğinin ürünü üzerinde – herhangi bir kontrolden yoksun bırakılarak yabancılaşır ve kapitalist makinenin bir dişlisine indirgenir. Bu durumda işçi yalnızca işinden değil, aynı zamanda doğasından, insanlığından da mahrum kalır. Marx’a göre bu dönüşümün önkoşulu, üretim sürecini ayrıntılı olarak analiz eden modern teknolojik bilimdir. Bunun, geleneksel zanaatkarlığı ve mesleki gururu nasıl sarstığını ve işçiyi, işin çeşitli adımlarının ve aşamalarının eşdeğer ve birbirinin yerine geçebilir olduğu, ruhani gibi, kendiliğinden çalışan bir fabrikaya nasıl yerleştirdiğini gösterir. Eş zamanlı olarak Marx, makine mühendisliğine oldukça modern bir şekilde hayranlık duymuş ve Kapp’a benzer bir anlayışla, teknolojinin vahşi doğayı evcilleştirme yeteneğine saygı duymuştur. Kuşkusuz, üretimin bariz amacı tüketim mallarına yönelik dolaysız ihtiyacı karşılamaktır; ancak daha önemli amacı üretimin kendisidir, çünkü üretim yaşamın ön koşuludur. İnsanın özü üretkenliğindedir. İnsan öncelikle sadece düşünen bir varlık değil, aynı zamanda eyleyen bir varlıktır da. Bizler doğamız gereği aktif ve yaratıcı varlıklarız ve nihai amacımız yaşanmaz vahşi yeri insancıl ve yaşanabilir bir dünyaya dönüştürmektir. Başka bir deyişle, teknoloji şu anda kapitalistin işçiyi sömürmesi için bir araç olsa da komünist toplumun ortaya çıkmasıyla birlikte bir nimet haline gelecektir.
Yirminci yüzyılın başında, filozof ve mühendis Peter Engelmeyer (1855-1942) gibi bazı yeni Neo-Kantçı filozoflar teknoloji hakkında sorular sormaya başladı. Engelmeyer; teknoloji felsefesi alanında da Creative Individual And Context In The Sphere Of Technical Innovation (1911), Philosophy Of Technology (dört cilt, 1912-1913) ve Do We Need Philosophy Of Technology? (1929) gibi çeşitli kitaplar yayımladı. Ayrıca, tekno-felsefi konulara genel bir bakış sunan ve teknoloji ile felsefi ve siyasi temalar arasında sistematik bir bağlantı sağlayan ilk kişilerden biriydi. Bu alanda çalışan diğer filozoflar arasında sosyal bilimci A. Espinas, inşaat mühendisi J. Lafitte ve günümüzün en önde gelen tekno-felsefecilerinden biri olan Bernard Stiegler’e de ilham kaynağı olan Gilbert Simondon yer almaktadır. Geniş anlamda, bu grup, teorilerini genellikle doğrudan teknolojinin kendisine dayandırmış ve teknik gelişmeyi doğal kabul etmişlerdir.
Ancak bu Neo-Kantçılar, teknolojinin doğrudan materyalist bir anlayışının aksine, amacı ve geçerliği hakkında, içerdiği fikirlere dayalı sorular ortaya atmışlardır. En önde gelen Neo-Kantçılardan biri olan Friedrich Dessauer (1881-1963), teknik ve bilimsel bilginin koşullarına ve uygulanmasının etik sonuçlarına Kantçı bir “aşkıncı” yorum getirmeye bile çalışmıştır. Bunu 1927 tarihli Philosophie der Technik adlı kitabında yapmıştır. Ona göre teknolojinin özü ne endüstriyel üretim sürecinde ne de tüketiciler tarafından kullanılan nihai ürünlerde değil, teknik yaratımda yatmaktadır. Immanuel Kant’ın üç ünlü eleştirisine – saf akıl, pratik akıl ve yargı yetisi- Dessauer bir dördüncüsünü ekler: teknik yaratımın eleştirisi. Teknik yaratım sürecinde, “bilinçten bağımsız ve deneyin ötesinde olan şey” ile temas kurulduğunu savunur. İnsan bilincini temasa geçiren bir “iç çalışma”dan, teknik sorunlara önceden belirlenmiş çözümler dünyasından söz eder. Teknik yaratım “özden varoluşu”, bilinci aşan gerçekliğin maddesel somutlaşmasını ortaya çıkarır (Streit Um Die Technik, s.234, 1956).
Filozoflar; Dessauer’in, Kant’ı “makine ile işlemesini” genellikle bir parça zayıf ve aşırı basitleştirilmiş bulsalar da bu yine de Kantçı görüşün bir tür uzantısı olarak anlaşılabilir. Kant için “insan bilincinin sınırını aşan” algısal ve ahlaki deneyimlerle bağlantılıdır. Dessauer için teknolojinin kendisi ahlaki, hatta akıl ermez bir anlam kazanmıştır. Teknoloji sadece sağladığı fayda ile sınırlı değildir; her şeyden önce Kant’ın etiğinde koşulsuz ve evrensel olarak bağlayıcı ahlaki yükümlülük ya da ilahi çağrı özelliğine sahiptir. Başka bir deyişle, modern teknolojiyi yaratmak ve kullanmak, “biz ölümlüler için bu dünyadaki en büyük deneyime” (Philosophie der Technik) ortaklığın bir unsurudur.
Dessauer’in biraz şaşılası usavurma günümüzde nadiren takip edilmektedir, ancak bu durum onun kapsamlı disiplinler arası teknoloji felsefesinin günümüz teknoloji teorisi üzerinde büyük bir etkiye sahip olmasını engellememiştir. Ernst Cassirer (1875-1945) işte buna bir örnektir. Cassirer 1930 tarihli Form und Technik adlı makalesinde, teknolojinin düşünme eylemiyle yakından bağlantılı bir faaliyet ve üretim olarak anlaşılması gerektiğini savunur. Gerçekten de teknoloji düşünmeyi mümkün kılar, çünkü teknoloji düşünmenin özüne ait olan bilgi aktarımının temelini oluşturur.
Son Teknolojik Düşünceler
Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana teknoloji, ciddi bir felsefi sorgulama konusu olarak ortaya çıkmıştır. Teknolojinin konumu 1920’lerde sadece entelektüellerin konusu olmaktan çıkıp halkın ilgi alanına girmeye başladı. 1930’a gelindiğinde, Batılı bir insanın hayatının her yönü yeni teknolojilerden etkilenmişti; evde, işyerinde ve genel olarak toplumda. Ulaşım aracı olarak kullanılan hayvanlar artık kullanılmamaya ve sıradan evlerde elektrik yaygın olarak kullanılmaya başlanmış; telefon, gramofon ve en önemlisi radyo dünyanın en ücra köşelerine kadar gelmişti. 1920-1930 yılları arasındaki on yıl, günlük yaşamın her anının çeşitli teknik icatlardan etkilenmeye başlamasına atıfta bulunarak “tam bir makineleşme çağı” olarak adlandırılmıştır.
Zamanı yorumlama girişimlerinden biri Ernst Jünger (1895-1998) tarafından yapılmıştır. Jünger, teknolojik çağı tanımlamak amacıyla “topyekûn seferberlik” terimini ortaya atmıştır. Topyekûn seferberlik kavramını, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana savaşın artık sadece sıradan yaşamdan uzakta savaşan orduları ilgilendiren bir mesele olmaktan çıktığını, bunun yerine savaşa dahil olan tüm devletler için savaşın bir bütün olarak toplum için bir ölüm kalım meselesi haline geldiğini açıklamak için kullanmıştır.
Jünger’in teknolojik doktrini, Aydınlanma’nın bireyci ve evrensel insanlık görüşüyle taban tabana zıt olan eski kavramlara geri dönen mevcut niceliğini koruyan ve kolektivist değerleri yeniden diriltmektedir. Ayrıca “yenilenen insan”ın kendisini yalnızca teknolojinin efendisi değil, aynı zamanda kölesi haline getirdiği zamanının son derece karamsar bir tablosunu çizmektedir.
Belki de en önemli eseri The Worker (1932) idi. Modernitenin siyasi manifestosu olarak kabul edilebilecek bu eser, Martin Heidegger’in geç dönem teknoloji felsefesinin en güçlü dürtülerinden biri olmuştur. Sanayi Devrimi, işçi olarak yeni ideal insan ve işçi ile teknoloji arasındaki ilişki hakkındadır. Jünger teknolojiyi “işçinin çatısı üzerinden dünyanın mobilizasyonu” olarak tanımlar. Jünger’e göre, bireysel teknik nesneler de insanlar kadar sistemin altındadır: her ikisi de bu seri üretim tekniğinin kendini ifade etmesi için birer araçtır. Jünger, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkımından ve savaş sonrası dönemin umutsuzluğundan kurtulanların yalnızca yetenekli “teknikleştirilmiş” işçileriyle teknolojik bir dünya olduğunu ileri sürer.
On dokuzuncu yüzyılda da devam etmekte olan düşünce, topyekûn seferberlikle karakterize edilen teknolojik bir dünyada başarısız olmaya mahkumdur. Maddesel ilerleme aracı olarak teknoloji, teknolojinin sadece bir yüzüdür, diğer yüzü ise savaş için yıkıcı potansiyelidir. Jünger’in çalışması, yaklaşan İkinci Dünya Savaşı felaketinden önce Almanya’nın Nazizm ve faşizm yoluyla topyekûn seferber edilmesine işaret etmektedir.
Yüksek teknoloji savaşlarına ilişkin daha fazla uyarı gelecekti; ancak İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ve nükleer silahların insanlığı yok etme tehdidinin farkına varılmasıyla birlikte teknolojinin eleştirel bir değerlendirmesi daha ciddiye alınmaya başlandı. 1960’lar ve 1970’lerde hem askeri hem de endüstriyel komplekslerin teknolojik statüsüne ilişkin farkındalık artmıştır. Çevrenin korunması, özellikle de insan doğasını manipüle etme olasılığı olan gen teknolojisine ilişkin kaygılar da teknoloji tartışmalarının yaygınlaşmasına katkıda bulunmuştur. Tüm bunlar meclis üyeleri ve politikacılar için yeni ve bir o kadar zor sorular ortaya çıkarmaktadır. Felsefe ve Teknoloji Derneği de kısmen bu taleplere bir yanıt olarak kurulmuştu – ki bu, farklı uzmanlıklara sahip filozofların çeşitli tekno-felsefi temalar üzerine “sınır ötesi” tartışmalar için bir araya geldiği küresel bir felsefe ve teknoloji örgütü.
İnsanlar ve teknoloji arasındaki ilişki, teknoloji felsefesi için bir başka merkezi sorudur. Pek çok kişi, insanları diğer canlılardan ayıran şeyin ne olduğunu tanımlamaya çalışmıştır. Bazıları araç üretimini vurgularken, bazıları bunun insanlara özgü olduğunu reddetmektedir; bazıları ise insanoğlunu farklı kılanın zihinsel soyut yeti ya da sembollerin dilsel kullanımı olduğunu söylemektedir. Hangi görüşe sahip olunduğu büyük ölçüde kişinin teknolojiye yaklaşımına bağlıdır. Teknolojiyi özünde iyi olarak görenler, insanları araç üreticisi olarak algılama eğilimindedir. Teknolojiyi bir tehdit olarak görenler ise bilinci ya da dili vurgulama eğilimindedir. Tartışma temelde insanların önce kendilerinin farkına varıp daha sonra kalkıp elleriyle araç yapıp yapmadıkları ya da bunun yerine önce kalkıp araç yapıp daha sonra kendilerinin farkına varıp varmadıklarıyla ilgilidir. Üçüncü bir olasılık, insanlığın benzersizliğini, insanların ve teknolojinin esasen dinamik ve karşılıklı etkileşim içinde olan bir sistemin iki unsuru olduğu aşamalı bir süreç olarak değerlendirmektir.
“Teknoloji felsefesi” ile ne kastedildiği hala tam olarak anlaşılmış değildir. Bu durum büyük ölçüde bilim felsefesi, etik, estetik, metafizik, siyaset felsefesi ve din felsefesi gibi diğer felsefi alanlara yakınlığından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle tekno-felsefeyle uğraşmak, göründüğü gibi derin ve geniş felsefi kavrayışlar gerektirir.
Kaynakça
Helena Moradi – “Technology & Transformation“, (ERişim Tarihi: 15.08.2023)
Çevirmen: Beyza Şen
Çeviri Editörü: Musa Yanık