Detail from Interior with Two Girls by Peter Ilsted, 1904. Photo courtesy Flickr

Neden Sade Yaşam Sadece Güzel Değil, Aynı Zamanda Zorunlu?- Marina Benjamin

//
346 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

İyi yaşam, sade yaşamdır. Nasıl yaşamamız gerektiğine dair felsefi fikirler arasında bu düşünce kalıcı bir yer edinmiştir. Sokrates’ten Thoreau’ya, Buda’dan Wendell Berry’ye kadar pek çok düşünür, iki bin yılı aşkın süredir bu fikri savunmuştur. Üstelik bu düşünce günümüzde de hâlâ birçok destekçiye sahiptir. Real Simple gibi dergiler süpermarket kasalarında bize seslenirken Oprah Winfrey sık sık Budist farkındalık öğretmeni Jack Kornfield gibi sade yaşam savunucularıyla röportaj yapıyor. Pre-endüstriyel çağın temel değerlerine dönüşü savunan Yavaş Hareketi (Slow Movement), kıtalar boyunca geniş bir takipçi kitlesi kazanıyor.

İnsanlık tarihi boyunca tutumlu ve sade bir yaşam bir tercih değil, zorunluluktu ve zorunlu olduğu için aynı zamanda ahlaki bir erdem olarak görülüyordu. Ancak sanayi kapitalizminin ve tüketim toplumunun ortaya çıkışıyla birlikte durmaksızın büyümeye odaklanmış bir sistem doğdu. Bu sistemle birlikte geleneksel ölçütlere göre ihtiyaç fazlası olan pek çok şeyi satın almaya teşvik edilen ve bunun için olanak sağlanan bir nüfus, yani “pazar” gelişti. Sonuç olarak, miras aldığımız geleneksel değerler ile modern kültürün bize dayattığı tüketimci zorunluluklar arasında bir kopukluk oluştu.

Modern öncesi dönemlerde (pre-modern), filozofların önerileri ile insanların gerçek yaşamları arasındaki uçurum bu kadar büyük değildi. Zenginlik güvenlik sağlıyordu ancak en varlıklı kişiler için bile savaş, kıtlık, hastalık, adaletsizlik ve zalim yöneticilerin gazabı gibi felaketlere karşı zayıf bir koruma sunuyordu. Örneğin, Roma’nın en zengin adamlarından biri olan Stoacı filozof Seneca bile sonunda Neron tarafından ölüme mahkûm edildi. Büyük çoğunluk için köleler, serfler, köylüler ve işçiler bırakın büyük servetler biriktirmeyi, mütevazı bir maddi birikime sahip olmak bile neredeyse imkânsızdı.

Makineleşmiş tarım, temsili demokrasi, yurttaşlık hakları, antibiyotikler ve aspirin ortaya çıkmadan önce, uzun bir yaşamı fazla acı çekmeden sürdürebilmek bile büyük bir başarı sayılırdı. Ancak bugün, en azından refah içindeki toplumlarda, insanlar çok daha fazlasını istemekte, beklemekte ve genellikle elde edebilmektedir. Artık sade bir yaşam, birçok insana sadece sıkıcı gelmektedir.

Yine de özellikle milenyum kuşağı arasında sade yaşamın faydalarını yeniden keşfetmeye yönelik artan bir ilgi gözlemleniyor. Bunun bir kısmı, endüstriyel veya tüketim öncesi dünyaya duyulan bir tür nostaljiyi yansıtıyor olabilir. Aynı zamanda, sade bir yaşam sürdürmenin insanı daha iyi bir birey haline getirdiğini savunan ahlaki argümana duyulan sempatiyle de bağlantılı olabilir. Bu görüşe göre, tutumluluk, dayanıklılık ve bağımsızlık gibi erdemleri geliştirmek insanı ahlaki olarak daha üstün kılarken; iç huzuru, iyi bir sağlık ve doğayla yakınlık sağlayarak insanı daha mutlu da kılabilir.

Bunlar makul argümanlar. Ancak öğretileri resmî olarak saygı görse de bilge kişilerin insanları ikna etme konusunda pek başarılı olduğu söylenemez. Milyonlarca insan hâlâ harıl harıl çalışıp para kazanıyor, harcıyor, piyango bileti alıyor, uzun saatler boyunca çalışıyor, borç batağına saplanıyor ve sürekli daha yükseğe tırmanmaya çabalıyor. Peki neden?

Bunun bariz bir cevabı, bildiğimiz klasik ikiyüzlülüktür. Tutumlu yaşam felsefesini alkışlarız ama günlük hayatımızda onun ilkelerini görmezden geliriz. Örneğin, Papa Francis’in sade yaşam tarzını ahlaki bütünlüğünün bir göstergesi olarak överiz ancak aynı zamanda daha büyük evler, daha gösterişli arabalar ve diğer lüks tüketim mallarına olan talep sayesinde büyüyen ekonomiyi destekler ve bundan memnuniyet duyarız.

Fakat sorun sadece uygulamalarımızın savunduğumuz inançlarla çelişmesi değil. Sadelik ve lüks, tutumluluk ve savurganlık konusundaki düşüncelerimiz temelden tutarsızdır. İsraf ya da zevksizlik içeren aşırılıkları kınarız ancak Pekin’deki Yasak Şehir veya Versailles Sarayı gibi geçmişin ihtişam anıtlarını büyük bir hayranlıkla överiz. Gerçek şu ki, “kültür” dediğimiz şeyin büyük bir kısmı, çeşitli biçimlerdeki aşırılıklar tarafından beslenmektedir.

Bir bakıma paradoksal bir şekilde, sade yaşam savunusunun en ikna edici olduğu dönemde insanların büyük çoğunluğunun başka seçeneği yoktu ve zorunlu olarak bu şekilde yaşamak zorundaydı. Geleneksel sade yaşam argümanları, aslında bir zorunluluğu rasyonelleştiriyordu. Ancak, tutumlu ve sade bir yaşam bir zorunluluktan çıkıp birçok yaşam tarzından sadece biri haline geldiğinde, aynı argümanlar etkisini kaybeder. Böylece, tutumluluk felsefesini insanlara benimsetmek zor bir görev haline gelir.

Bu durum, iki temel etkenin, ekonomi ve çevreciliğin, etkisiyle değişmek üzere olabilir. Ekonomik durgunluk yaşandığında ki yakın zamanda bunu deneyimledik (sonsuz büyümeye dayalı ekonomik sistemin yapısal istikrarsızlıklarını açığa çıkararak), milyonlarca insan bir anda kendilerini tutumluluğun yeniden zorunluluk haline geldiği bir ortamda buldu. Böylece, sade yaşamın gerektirdiği erdemlerin değeri yeniden keşfedildi.

Amerika Birleşik Devletleri gibi toplumlarda, kapitalizmin “çok fazla şeye sahip olanlar” ile “hiçbir şeyi olmayanlar” arasındaki uçurumu giderek büyüttüğüne tanık oluyoruz. Bu artan eşitsizlikler, aşırılık ve israfın yeniden eleştirilmesini zorunlu kılıyor. Bu kadar çok insan yoksulluk sınırının altında yaşarken göz önünde sergilenen ihtişam ve lüksün rahatsız edici bir tarafı var. Dahası, servetin dengesiz dağılımı, büyük bir fırsat kaybını da temsil ediyor. Epikuros ve diğer sade yaşam filozoflarına göre temel ihtiyaçlar karşılandığı sürece insan gayet iyi bir yaşam sürebilir. Bu görüş, modern zamanlarda psikolog Abraham Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi” tarafından da desteklenmiştir. Eğer bu doğruysa fazla servetin birkaç kişinin cebine akmasına izin vermek yerine, onu herkesin temel gereksinimlerini (gıda, barınma, sağlık hizmetleri, eğitim, altyapı ve toplu taşıma) düşük maliyetle karşılamak için kullanmak gerektiği yönünde güçlü bir argüman ortaya çıkıyor.

Ne kadar bilge olurlarsa olsunlar, Sokrates veya Epikuros’un sade yaşamı çevrecilik açısından savunmayı akıllarına getirmeleri mümkün değildi. Ancak iki yüzyıllık sanayileşme, nüfus artışı ve çılgınca sürdürülen ekonomik faaliyetler bize sisli bir gökyüzü, kirlenmiş göller, nehirler ve okyanuslar, toksik atıklar, toprak erozyonu, ormansızlaşma, bitki ve hayvan türlerinin yok oluşu ve küresel ısınma gibi miraslar bıraktı. Tutumlu ve sade yaşam felsefesi, bu değerleri yücelterek bir yaşam tarzı önerir ve belki de bu, bu olumsuz eğilimleri tersine çevirmenin ve gezegenimizin kırılgan ekosistemlerini korumanın en iyi umudu olabilir.

Birçok insan hâlâ bu fikre ikna olmuş değil. Ancak üretim, tüketim, harcama ve atık oluşturma yöntemlerimizin sürdürülemez olduğu kanıtlanırsa er ya da geç, belki de çok yakında, sade bir yaşama mecbur kalacağımız bir dönem gelebilir. Böyle bir durumda, köklü bir gelenek, aslında geleceğin felsefesini içinde barındırıyor olabilir.


Marina Benjamin – “Why the simple life is not just beautiful, it’s necessary

Çevirmen: Mehmet Mirioğlu

Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Sorgulama İçin Bir Rehber Olarak İdeal Olmayan Epistemoloji – Nastja Tomat

Sonraki Gönderi

Neden Düşmanlarımızı Sevmeli ve Onların İyiliğini İstemeliyiz? – Alex Moran

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü