Ahlaki Bozukluğu Önlemek İçin İnsanları Sherlock’un Gördüğü Gibi Görmeyin! – Rima Basu

Hem ırkçı olmayan hem de inançlarımızı sahip olduğumuz bulgulara dayandırmakla ilgilenen insanlarsak, o zaman dünya bize meydan okur. Dünya oldukça ırkçıdır. O halde bazen bulguların ırkçı bir inanç lehine kümelenmiş gibi görünmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Örneğin, birinin ten rengine dayalı olarak görevli personel olduğunu varsaymak ırkçılıktır. Ancak, tarihsel ayrımcılık örnekleri nedeniyle, etkileşimde bulunduğunuz görevli personel üyelerinin baskın olarak belirli bir ırktan olması durumunda ne olacak? Kuzey Carolina'daki Duke Üniversitesi'nde tarih profesörü olan John Hope Franklin, 1995'te Washington'daki özel kulübünde bir akşam yemeği partisine ev sahipliği yaptığında, bir görevli personel zannedilmişti. Bunu yapan kadın yanlış bir şey mi yaptı? Evet. Gerçekten ırkçıydı, Franklin, 1962'den beri bu kulübün ilk siyah üyesiydi.

//
2454 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Öncelikle bizler, insanlar ile nesnelerle ilgili olduğu gibi ilişki kurmuyoruz. İnsan, ciddi biçimde farklı bir varlıktır. Dünyada, -masalar, sandalyeler, sehpalar ve mobilya olmayan diğer nesneler- gibi şeyler var ve bu dünyanın nasıl çalıştığını anlamak için elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz. Bitkilerin sulandığında neden büyüdüklerini, köpeklerin neden köpek doğurduklarını ve asla kedi doğurmadıklarını soruyoruz. Fakat insanlara gelince, şimdi Cambridge Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Rae Langton  “var olmanın farklı bir biçimine sahibiz, ancak tam olarak ne olduğunu yakalamak zor”, diyerek, 1991’de bunu çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.

Bu genel sezgiyi kabul ettiğinizde, diğer insanlarla bağlantı kurmamız gerektiğinde kullanacağımız bu farklı yöntemi nasıl kavrayabileceğimizi merak etmeye başlayabilirsiniz. Bunu yapmak için önce şunu bilmeliyiz, Langton devam ediyor, “İnsanları sadece gezegenleri gözlemleyebileceğimiz gibi gözlemlemiyoruz, onlara sadece aranılan, kullanabilecek ve sıkıntı yaşadıklarında kaçınabilecekleri şeyler olarak muamele etmiyoruz. [İngiliz felsefeci P. F.] Strawson’ın dediği gibi bizler ilişkiliyiz.”

Bu ilişkili var oluş biçimi birçok farklı şekilde tasvir edilmiştir, ancak temel düşünce şudur: ilişkili var oluş, başkalarının bize karşı tutum ve niyetlerinin özel bir şekilde önemli olduğunu ve başkalarına karşı davranışımızın bu önemi yansıtması gerektiğini düşünmektir. Her birimiz, sosyal varlıklar olarak varlığın değeri konusunda savunmasızız. Kendimize olan itibar ve saygımız için başkalarına bağlıyız.

Örneğin, her birimiz kendimizin Cuma günü doğmak gibi marjinal olanlardan felsefeci ya da eş olmak gibi merkezi olanlara kadar az çok kararlı özelliklere sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Daha merkezi öz-tanımlamalar, öz-değer duygumuz için önemlidir, öz-anlayışımız ve kimlik duygumuzu oluşturur. Bu merkezi öz-tanımlamalar, ırk, cinsiyet veya cinsel yönelim temelinde destek beklentisi başkaları tarafından göz ardı edildiğinde, hayal kırıklığına uğrarız. Belki de öz-değerimiz o kadar kırılgan bir şeye dayanmamalı, fakat biz yalnızca büsbütün insan değiliz, bu öz-tanımlar da kim olduğumuzu ve dünyadaki konumumuzu anlamamızı sağlar.

Bu düşünce, Amerikan sosyolog ve sivil haklar aktivisti W. E. B. DuBois’nın çifte bilinçlilik kavramında yankılandı. The Souls of Black Folk (1903) kitabında, DuBois ortak bir hissiyata dikkat çeker: “bu, kişinin her zaman kendine başkalarının gözünden bakma, ruhunu gülünç bir küçümseme ve merhametle bakan dünya metresiyle ölçme duygusudur.”

John Hope Franklin’in bir kulüp üyesi yerine bir görevli personel olması gerektiğine inandığınızda, onunla ilgili öngörülerde bulunmuş ve onu gezegenleri gözlemleyebileceğiniz şekilde gözlemlediniz. Başkaları hakkında şahsi düşüncemiz yanlış olabilir. Birisi sizinle ilgili inançları tahmini şekilde oluşturduğunda, sizi göremez, sizinle bir kişi olarak etkileşime giremez. Bu sadece üzücü değildir. Bu ahlaki bir bozukluktur.

İngiliz filozof W. K. Clifford, 1877’de, inancımız doğru şekilde oluşmazsa, ahlaki açıdan eleştirilebilir olduğumuzu savundu. İnsanlığa karşı yetersiz bulgulara dayanan verilere asla inanmama yükümlülüğümüz olduğu konusunda uyardı, çünkü bunu yapmak toplumu riske sokmak olacaktır. Çevremizdeki dünyaya ve kendimizi bulduğumuz epistemik krize baktığımızda, Clifford’ın zorunluluğu göz ardı edildiğinde ne olacağını görüyoruz. Clifford’ın uyarısını DuBois’nın ve Langton’ın gözlemleriyle birleştirirsek, inanç oluşturma girişimlerimiz için -risk büyüktür çünkü saygı ve haysiyet için birbirimize güveniyoruz- yalnızca risk büyük değildir, çünkü bilgi birikimi için de birbirimize güvendiğimiz açıktır.

Arthur Conan Doyle’un karakterlerinin, kurgusal dedektif olan Sherlock Holmes’ün kendileri hakkındaki inançları için ne kadar sinirleneceklerini düşünün. Başarısızlığa uğramadan, Holmes ile karşılaşan insanlar, Holmes onları aşağıladığında Holmes’ün başkaları hakkındaki inançlarını oluşturma şeklini keşfeder. Bazen bu negatif bir inanç olduğu içindir. Bununla birlikte, çoğu zaman, inanç normaldir: örneğin, trende ne yedikleri veya sabahları ilk önce hangi ayakkabılarını giydikleri. Holmes’ün diğer insanlarla olan ilişkisi konusunda uygunsuz bir şey var. Holmes’ün ilişki kurmakta başarısız olması sadece onun davranışlarıyla veya sözleriyle ilgili değil (bazen de öyle olsa da), aynı zamanda bizi yanlış yönlendiren şey, Holmes’ün hepimizi çalışılacak, öngörülen ve yönetilen nesneler olarak gözlemlemesidir. Holmes bizimle insan olarak ilişkili değildir.

Belki ideal bir dünyada, kafalarımızın içinde olanların önemi yoktur. Bir erkek tanıştığı her kadın için: “Yatabileceğim biri.” şeklinde bir inanca sahipse, inancını ileriye taşımaması veya başkalarına inancını açık etmemesi mazeret değildir. Onu nesnelleştirdi ve onunla bir insan olarak ilişki kurmayı başaramadı ayrıca bunu kadınların rutin olarak nesnelleştirildiği ve daha az hissedildiği bir dünyada yaptı.

Kişinin başkaları üzerindeki etkisine bu kadar kayıtsızlık ahlaki açıdan eleştirilebilir. Eylemlerimizin ve sözlerimizin ahlaki bir eleştiriye uygunluğunun herkese teslim edilmesi bana her zaman tuhaf geldi, ama bir kez düşünce dünyasına girince, paçayı sıyırmış olduk. Başkaları hakkındaki inançlarımız önemlidir. Başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü önemsiyoruz.

Beyaz olmayan birini görevli personelle karıştırdığımızda, bu kişinin merkezi öz-tanımları, kendi öz-değer duygusundan aldığı tanımlamalara meydan okur. Bu, bir görevli personel olmanın yanlış bir şey olduğunu söylemek değildir, ancak bir kişinin görevli personel olduğunu düşünmenizin sebebi, sadece kontrolü olmayan bir şeye (ten rengi) değil, aynı zamanda baskı geçmişine de (daha prestijli mesleklere başvurunun reddedilmesi) bağlıdır, bu durumda bu sizi duraklatmalıdır.

Gerçekler ırkçı olmayabilir, ancak sıklıkla güvendiğimiz olgular, ırkçı kurumlar ve politikalar dâhil olmak üzere ırkçılığın bir ürünü olabilir. Bu nedenle, ırkçı tarihin bir sonucu olan bulguları kullanarak inançlarımızı oluştururken, daha fazla özen gösterememekten ve birisinin bir görevli personel olduğuna bu kadar kolay inanmaktan dolayı sorumluyuz. Kesinlikle ne borçlu olduğumuz birden fazla boyutla ilişkili olarak konudan konuya değişebilir, ancak bununla birlikte, inançlarımız hususunda fazladan bir özen göstermeye borçlu olduğumuz anlaşılabilir. Birbirimize sadece daha iyi eylemler ve daha iyi kelimeler değil aynı zamanda daha iyi düşünceler borçluyuz.

Kaynak:

Rima Basu, “To avoid moral failure, don’t see people as Sherlock does”, Aeon, 22 Mayıs 2018,  https://aeon.co/ideas/to-avoid-moral-failure-dont-see-people-as-sherlock-does, (erişim: 30 Ağustos 2019), çev. Emre Can Özuslu

1 Yorum

  1. İnsanın insanı algılamasında hepimizin sahip olduğu kalıplar ve gözlükler vardır..Bunu bize çevremiz toplum öğretir, bizlerde kendi düşünce sistemimizle bu oyuna katılırız. Bu bize çok kolaylık sağlar, mesela bir partide tanıştığınız insan asker kökenli bir general ise ona tavrımız ile , genç bir öğrenciye tavrımız aynı olmaz. Hareketlerimizi ona göre düzenleriz bu bize kolaylık sağlar..Kafamızda bir asker şablonu vardır o taslaka göre hareket ederiz…Bence buraya kadar olan kısım masum, fakat etik olarak karşımızdaki kişiyi insani özelliklerinden sıyırıp davranıyorsak,yani onu sosyal konumuna göre ,bir insana duyulması gereken en az saygıyı da duymuyorsak nedensiz, işte o zaman ahlaki bir kırılmadan bahsedebiliriz. etik insan her zaman içerisinde sevgi ve bir parıltı taşımalı , yoğun iş temposunda bazen insanlar değerleri unutabiliyor,bunun sadece ahlaki değil insanın psikolojik yetersizliğinden yani yorgunluğundan da kaynaklanabileceği unutulmamalı,devamlı baskı altında olan zihin,davranışlarında dayanacağı sevgi,ölçü,saygı enginliğini yakalayamayabilir..Bu yüzden sık sık reklasyon yapmalı,zihni dinlendirmeli,farklı sosyal sınıflardan arkadaşlıklar kurmalı,karşılaştığımız insanın da duyguları olduğu unutulmamalıdır…Elbetde karşımızdaki insan bizi rahatsız ediyorsa ona göre tavır belirleriz ama en azından onu etik olarak değerlendirebileceğimiz bir zaman tanımalıyız…hesap insanı değil, gönül insanı olmak da iyi niyet için gereklidir..

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Analitik Felsefe Nedir? Kıta Felsefesi Nedir? Aralarındaki Farklar Nelerdir? – Berat Mutluhan Seferoğlu

Sonraki Gönderi

Savaş Bir Zamanlar Ulusların Kurulmasına Yardımcı Olurdu, Şimdi İse Onları Yok Ediyor – Mark Kukis

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü