Analitik Felsefe Nedir? Kıta Felsefesi Nedir? Aralarındaki Farklar Nelerdir? – Berat Mutluhan Seferoğlu

//
5040 Okunma
Okunma süresi: 82 Dakika

Giriş ve Uyarılar

Çağdaş felsefede ön planda olan iki felsefe geleneği olduğunu görüyoruz. Bu gelenekler analitik felsefe ve kıta felsefesi olarak adlandırılıyor. Bu yazıda iki gelenek hakkında bilgi vermek, bu gelenekleri karşılaştırmak ve analitik felsefe/kıta felsefesi ayrımına dair bazı noktaları açıklığa kavuşturmak istiyorum.

Başlamadan önce bir uyarı yapmam gerekiyor: Ben, analitik felsefe ve kıta felsefesi ekolleri arasından analitik felsefeye yakınım. Dolayısıyla söz konusu ekoller arasında yaptığım karşılaştırmanın ve yaptığım çıkarımların taraflı görünebileceğinin farkındayım. Bu ayrım, kişilerin felsefeye nasıl baktığıyla öyle yakından ilişkili ki, kamplardan herhangi birine yakınsanız, analitik felsefe ve kıta felsefesi karşılaştırmasını taraflardan birini ‘kayırmadan’ yapmanız pek mümkün değil. Bu nedenle konu hakkındaki taraflılığımla ilgili olarak okuyucuyu uyarma ihtiyacı hissediyorum.

Felsefe Ağacı projesi kapsamındaki diğer yazılara kıyasla bu yazı tarafını görece daha net bir şekilde belli eden bir yazı olacak. Ancak taraf belirtmekle, karşı tarafın hakkını vermemek elbette aynı şey değil. Evrim Teorisi’ni savunan biri de, yaratılışçılıkla ilgili bir yazı yazarken kuşkusuz “taraflı” oluyor. Ama bu tür bir taraflılık, evrimi savunanların yaratılışçılık konusunda objektif olmadığı anlamına gelmiyor. Ben de bu anlamda iki felsefi ekolün taraflı ama elimden geldiğince objektif bir karşılaştırmasını yapmayı umuyorum. Gördüğüm yerlerde analitik felsefeye yapılan kimi eleştirilere hak verecek, kıta felsefesini ise yapılan kimi eleştirilere karşı savunmaya çalışacağım. Umuyorum ki yazının sonunda kıta felsefesine yakın olanlara da analitik felsefe taraftarlarının kıta felsefesiyle ‘derdinin’ ne olduğunu daha iyi aktarmış olacağım.

Bu yazıdaki bütün iddiaların eleştiriye açık olduklarını ve yanlış ya da abartılı bir iddiada bulunmam durumunda gerek yorum yaparak, gerekse benimle iletişime geçerek dediklerimi düzeltebileceğinizi söylemek istiyorum. Kıta felsefesi hakkında doğru olduğunu düşündüğüm metafelsefi (İng: metaphilosophical) gözlemlerde bulunacak olsam da, bu geleneğe tamamen hakim olduğumu söyleyemem. Ancak kıta felsefesini karakterize ederken söyleyeceklerim, çok büyük bir ihtimalle analitik felsefe geleneğine yakın olan çoğu kişinin bu gelenek hakkındaki görüşleriyle paralel olacak. Kıta felsefesinin ne olduğunu ve kıta filozoflarının analitik felsefeye nasıl baktığını da elimden geldiğince kıta felsefesinin savunucularının dediklerine referans vererek ortaya koymaya özen göstereceğim. Bu sayede kıta felsefesinden bahsederken ya da bu geleneğe karşı eleştirel bir takım yorumlarda bulunurken kimsenin savunmadığı, zayıf bir kıta felsefesi tasavvurunu eleştirmediğimi okuyucuya gösterebilmeyi umuyorum.

Bu yazıda özellikle analitik felsefe ve kıta felsefesi gelenekleri arasındaki ayrımı ortaya koymaya çalışacağım. Ancak bu iki geleneği karşılaştırmadan önce, “felsefi gelenek” kavramını açmak istiyorum. İki ayrı felsefi gelenekten bahsedeceksek, felsefi geleneklerin ne oldukları hakkında daha net bir fikre sahip olmamız gerekiyor.

Felsefi Gelenek Nedir?

Belli bir “filozoflar ve felsefi düşünceler bütünü”, ne zaman ayrı bir “felsefi gelenek” halini alır? En azından bu filozof ve düşüncelerin belli açılardan benzer olmaları gerek gibi görünüyor. Aksi takdirde bir “filozoflar ve felsefi düşünceler bütünü”nü tek bir “gelenek çatısı” altında toplamak için bir nedenimiz olmazdı.

Filozofların ve düşüncelerin hangi açılardan ortak olmaları onları aynı felsefi geleneğe mensup kılar? Bu soruya verilebilecek çok sayıda yanıt vardır. Bir felsefi geleneğin mensupları çok farklı ortak yönlere sahip olabilir. Bu ortak yönlerden bazıları şunlardır:

  1. Yöntem: Felsefe yapma yöntemi açısından benzerlik. Örn: Gündelik Dil Felsefesi, Natüralizm, Pragmatizm, Fenomenoloji vb.
  2. Konu: Ele alınan konuların, odaklanılan soruların, ana fikirlerin benzerliği. Örn: Varoluşçuluk.
  3. Ana felsefi figürler: Odaklanılan ve/veya ana temaların alındığı filozoflar açısından benzerlik. Örn: Kantçılık, Aristotelesçilik vb.
  4. Ana felsefi doktrinler: Kabul edilen ana felsefi doktrinler açısından benzerlik. Örn: Materyalist Felsefe, İdealist Felsefe vb.
  5. Dönem: Belli bir dönemde faaliyet göstermiş olmak. Örn: İlk Çağ Felsefesi, Orta Çağ Felsefesi, Modern Felsefe vb.
  6. Millet/Din: Belli bir dini geleneğe odaklanan/belli bir dini gelenekten çıkmış veya belli bir coğrafyadan/milletten çıkmış felsefe. Örn: İslam Felsefesi, Hristiyan Felsefesi, Hint Felsefesi, Çin Felsefesi, Yunan Felsefesi vb.

Ortak olabilecek yönler arasında geçişlilik olabileceğini görmek önemlidir. Yani bu yönlerden biri açısından benzer olmak diğerleri açısından benzer olmayı da beraberinde getirebilmektedir. Örneğin geleneklerinin mensupları düşüncelerine odaklanılan ve ana temaların alındığı filozoflar açısından benzerlik gösteren Kantçılık ve Aristotelesçilik sadece bu açıdan değil; felsefi yöntem, ele alınan konular ve ana felsefi doktrinler gibi açılardan da birbirleriyle benzerlikler gösteren filozofları barındırmaktadır. Benzerlik biçimlerinin her biri, diğer benzerlik biçimlerini açık ya da örtülü bir şekilde içinde barındırabilmektedir.

Analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki ayrım ortaya koyulmaya çalışılırken burada bazılarından bahsettiğim yönlere başvurulduğu görülür. Genellikle analitik felsefe yöntem olarak dil analizine ve sembolik mantığa yaslanan, üslubu açısından açık ve muğlaklıktan uzak olan, beşeri bilimlere ve sosyal bilimlere kıyasla doğa bilimlerine yakın olan, İngiltere ve ABD’deki filozoflara odaklanan bir felsefe yapma biçimi olarak görülürken kıta felsefesi doğa bilimlerinden ziyade sanatlar, sosyal bilimler ve beşeri bilimlerle iç içe olan, dili metaforlarla dolu olup kolay anlaşılmayan, Kıta Avrupası’ndan belli filozofların fikirlerine odaklanan bir ekol olarak görülür.

Bertrand Russell
Bertrand Russell

Analitik felsefenin soyut ve teorik konularla uğraşıp günlük hayata dair konularla uğraşmadığı, kıta felsefesininse ‘insanın durumu’ ile direkt ilgili konularla ilgilendiği ve hayatın içinden sorunlara çözüm aradığı düşünülmektedir. Analitik felsefenin ana figürleri arasında Bertrand Russell, George Edward Moore, Gottlob Frege, Ludwig Wittgenstein gibi filozoflar varken; kıta felsefesinin ana figürleri arasında Kant, Fichte, Hegel, Heidegger, Foucault, Deleuze ve Derrida gibi filozoflar vardır.

Martin Heidegger
Martin Heidegger

Kıta felsefesinin tarihi Kant’tan itibaren başlarken analitik felsefenin başlangıcı Gottlob Frege’nin 19. Yüzyıl’da matematiğin temelleri ve mantıkla ilgili yaptığı çalışmalara dayanmaktadır. Analitik felsefe başta ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Avustralya ve Kuzey Avrupa ülkeleri gibi ülkelerle; kıta felsefesiyse Almanya ve Fransa gibi Kıta Avrupası ülkeleriyle özdeşleştirilmektedir.

Ancak ekoller arasında bu şekilde ayrım yapılması en iyi ihtimalle yüzeysel, en kötü ihtimalleyse yanlıştır. Analitik felsefenin dil analizine ve sembolik mantığa yaslandığını düşünürsek, geleneksel olarak bu ekol kapsamına alınan pek çok çalışmayı ekolün dışına atmamız gerekir. Sembolik mantığın analitik felsefede ciddi bir yeri olsa da çalışmalarını mantık kullanmadan yapan çok sayıda analitik filozof vardır. Dil analizi ise, analitik felsefenin belli bir döneminde ağırlık sahibi olmuş bir yöntemsel araç olmasına rağmen şu anda çoğu analitik filozofun bu yönteme başvurduğu söylenemez. Çalışılan alanlara göre analitik filozofların da doğa bilimlerinden ziyade insan ve toplum bilimlerine daha yakın oldukları görülebilmektedir.

Benzer bir şekilde kıta felsefesinde de dilin analizi belki analitik felsefeden farklı bir şekilde olsa da ciddi yer tutabilmektedir. Postyapısalcılık, hermenötik ve yapısökümcülük ekolleri kıta felsefesinin dil analizine başvurduğu söylenebilecek ekolleri arasındadır. Dahası, soyut konularla uğraşan ve burada söylenen anlamda hayattan kopuk olan kıta felsefesi çalışmalarının olmadığını söylemek mümkün değildir. Anlaşılacağı üzere ekoller arasındaki farkların basit bir şekilde “Analitik felsefe şöyledir, kıta felsefesi böyledir.” denerek ortaya konması oldukça zordur. Ayrımın nasıl yapılması gerektiği sorusunu daha detaylı bir şekilde yanıtlamayı sonraki alt başlıklara bırakacağım.

Yukarıda örneklendirilen farklar gerçekten genel olarak mevcut olsalar dahi analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki ayrımı meşru kılmak için yeterli midirler? Neden ‘analitik felsefe’ ve ‘kıta felsefesi’ yerine sadece ‘felsefe’ demeyelim ki? Bu etiketler filozoflar ve fikirler arasında gereksiz düşmanlık yaratmaktan ve bu geleneklerin takipçilerinin düşüncelerini kısıtlamaktan başka hiçbir şeye yaramıyor olabilirler mi? Bu etiketleri kullanmak günümüzde gerekli mi?

Bu sorulara yanıt aramadan önce hangi durumlarda apayrı bir felsefi geleneğin var olduğunu söylememiz gerektiği hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. İki filozof ve düşünce topluluğunun birbirlerinden ayrı felsefi gelenekler oluşturduklarını söylemekte hangi koşullar altında haklı oluruz?

Ayrı Ekollerden Bahsetmekte Ne Zaman Haklı Oluruz?

Ayrı felsefi ekollerden bahsetmekte ne zaman haklı oluruz? İki filozof ve düşünce topluluğu ne zaman iki ayrı felsefi ekol halini alır?

Bu konuda popüler bir görüş, ayrı ayrı ekollerden bahsedebilmemiz için bu ekollere mensup olmanın gerek ve yeter koşullarının bir listesini vermemizin ve söz konusu ekollerin de birbirlerinden yeterince farklı olmalarının gerektiğidir. Eğer iki filozof ve düşünce topluluğu birbirlerinden yeterli miktarda gerek ve yeter koşulla net bir biçimde ayrılamıyorsa orada iki ayrı ekolden bahsetmemiz doğru değildir. Eğer ekolleri birbirinden gerek ve yeter koşullarla keskin bir şekilde ayırmamız gerekiyorsa analitik felsefenin tanımının da felsefi bir makaleyi ya da kitabı, analitik felsefe geleneğine mensup kılan gerek ve yeter koşulların ne olduğunun bir listesini içermesi gerekir. Analitik felsefenin tanımı bize bir anlamda analitik felsefenin ‘özünü’ vermelidir.

Burada kullandığım ‘yeterli miktarda’ kalıbının netleştirilemeyeceğini düşünüyorum. O nedenle bu yazının amaçları açısından bu kavramı verili kabul edeceğim. Farklılık miktarının yeterli olup olmaması büyük oranda pragmatik bir meseleymiş gibi görünüyor. Şimdi devam edelim.

Eğer bir felsefi geleneğin tanımının o geleneğe mensup olmak için gerekli ve yeterli koşulları vermesi gerekiyorsa analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımına dair daha önce de bahsettiğim bazı problemler hemen gözümüze çarpar. Hem analitik felsefede hem de kıta felsefesinde tanımlama için kullanılan her kriterin istisnaları vardır. Üslubu açık olan kıta filozoflarının olması gibi kapalı üslupla yazan analitik filozoflar da vardır. Sosyal bilimler ve beşeri bilimlerle daha içli dışlı olan analitik filozoflar olduğu gibi doğa bilimlerle daha içli dışlı olan kıta filozoflar da vardır. Günlük hayata dair pratik problemlerle uğraşan analitik filozofların olması gibi soyut ve teorik meselelerle uğraşan kıta filozofları da vardır.

Peki ya kıta felsefesiyle özdeşleştirilen filozofları analitik felsefe ile özdeşleştirilen yöntemlerle çalışan filozoflara ve analitik felsefeyle özdeşleştirilen filozofları kıta felsefesiyle özdeşleştirilen yöntemlerle çalışan filozoflara ne diyeceğiz? Analitik Heideggercilik, Analitik Hegelcilik ve Analitik Kantçılık nerede konumlandırılmalı? Gilles Deleuze’ün Frege ve Russell çalışmış olmasına ne denmeli?

Eğer analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımının meşruiyeti, daha önceden bahsettiğimiz yöntem, konu, ana felsefi figürler, ana felsefi doktrinler, dönem, millet/din gibi kriterler açısından bir geleneğe mensupluğun gerek ve yeter koşullarını ortaya koymamıza bağlıysa, bu gelenekler arasında yaptığımız ayrım meşru olamazmış gibi görünüyor. Çünkü iki gelenekte de belli açılardan diğer geleneğin kriterlerine daha iyi uyan filozoflar, felsefi akımlar ve felsefi düşünceler var. Ekolleri birbirinden ayırmaya yönelik gerek ve yeter koşullar yaklaşımı; her iki ekolle de ortak noktaları olan filozof, felsefi akım ve felsefi düşünceleri iki felsefi gelenekten herhangi birinde konumlandıramamamıza neden olmaktadır.

Bu noktada önerilebilecek çözümlerden biri konumlandıramama durumunun kabul edilmesi ve geleneklerin sadece bahsettiğimiz gerek ve yeter koşullara uyan filozof, felsefi akım ve felsefi düşünceleri içlerine alan ‘dar’ bir biçimde tanımlanmalarıdır. Listelenen gerek ve yeter koşulları karşılamayan filozof ve düşünceleri iki geleneğe de dahil etmezsek sınırların bulanıklığı problemi ortadan kalkar. Analitik Hegelcileri analitik filozof saymayız, kıta geleneğine mensup olduğu söylenen ve doğa bilimleriyle ilgilenen filozofları kıta filozofu saymayız, olur biter! Ancak bunu yaparsak söz konusu felsefi gelenekleri fazla katı bir biçimde tanımlayıp geleneklerin sahip oldukları zenginliği gözden kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu nedenle felsefi gelenekleri birbirlerinden daha gevşek kriterlerle ayırmayı denememiz gerekiyor.

Ekolleri birbirlerinden ayırırken daha gevşek kriterler kullanacaksak Ludwig Wittgenstein’ın ‘aile benzerliği’ (İng: “family resemblance”) kavramına başvurabiliriz. Bir aileyi düşünelim. Bu ailenin her bir bireyini o ailenin üyesi yapan gerekli ve yeterli koşulların bir listesini çıkarabilir miyiz? Bir kişinin burnu şöyledir, mizacı şöyledir, boyu şu kadardır, şu genetik özelliklere sahiptir ve bu sayede şu ailenin bir üyesidir diyebilir miyiz? Bu kişinin ailesinin diğer bütün üyeleriyle beraber karşıladığı, aile üyeliği için gerekli ve yeterli koşulların bir listesine ulaşabilir miyiz?

Belki bir ailenin belirleyici kıstası Güneş'e doğru aynı anda zıplarken fotoğraf çektirmektir?
Belki bir ailenin belirleyici kıstası Güneş’e doğru aynı anda zıplarken fotoğraf çektirmektir?

Ulaşamazmışız gibi görünüyor. Çünkü bir ailenin üyelerinin burun büyüklüğü, mizaç, boy gibi özellikleri birbirlerinden farklı olabilir. Bütün aile üyelerinin paylaştığı herhangi bir özellik olmayabilir bile! Bu nedenle aile üyeliğini belirleyen, aile üyeliğinin gerek ve yeter koşullarının karşılanması değilmiş gibi görünüyor. Sadece yaklaşık olarak geçerli çeşitli kriterleri karşılamak anlamında aile üyelerinin birbirlerine benzediklerini söylememiz daha makul görünüyor.

Tıpkı aile üyelerinin birbirlerine benzerliklerinden bahsederken yaptığımız gibi felsefi geleneklerden bahsederken de geleneğe mensup olmanın gerek ve yeter koşullarını aramak yerine yaklaşık olarak doğru ayrım kriterlerine ne dereceye kadar uyulduğuna bakabiliriz. Eğer felsefe eserleri ve filozoflar bu kriterleri önemli bir seviyede karşılıyorlarsa aynı geleneğe mensup olduklarını söyleyebiliriz.

Bunu yaptığımızda, az sayıda kriter açısından diğer gelenekle benzerlik gösteren filozof ve eserleri de daha makul bir şekilde tasnif edebilmiş oluruz. Örneğin analitik Hegelcileri Hegel çalışmaları nedeniyle kıta felsefesine almak yerine; üslup, yöntem gibi çeşitli konularda analitik felsefeyle daha fazla ortak noktaları olduğu için analitik felsefeye dahil edebiliriz.

Ludwig Wittgenstein
Ludwig Wittgenstein

Kısacası bir felsefi geleneğin üyeleri arasında bir aile benzerliği ilişkisi olduğunu düşünebiliriz. Felsefi geleneklerin üyelerini aynı geleneğin üyesi yapan gerek ve yeter koşulların bir listesi yapılamasa bile aile benzerliği kavramı sayesinde analitik felsefe ve kıta felsefesi nitelemelerinin hala meşru nitelemeler olduklarını söyleyebiliriz. Geleneklere aşina olan herkes okuduğu makale ya da kitabın hangi geleneğe mensup olduğunu oldukça yüksek bir doğruluk oranıyla belirleyebilmektedir. Bu, gelenekler arasındaki sınırlar keskin olmasa bile analitik felsefe ve kıta felsefesinden ayrı gelenekler olarak bahsetmemizin makul olduğunu düşündürmektedir.

Günlük hayattan bir örnek düşünelim. Masalar ve sandalyeleri normal koşullar altında birbirlerinden kolayca ayırabiliriz. Ancak bazı ‘ilginç’ tasarımlar söz konusu olduğunda tasarımın bir masa mı yoksa sandalye mi olduğunu belirleyemeyebiliriz. Ama bu ilginç tasarımların olması, masa ve sandalye kavramlarını kullanmamızın meşru olmadığını, bu iki tür eşya arasında objektif ayrım kriterlerinin olmadığını göstermez.

Belli bir masa tasarımı, sandalye tasarımına yakınsayabilir.
Belli bir masa tasarımı, sandalye tasarımına yakınsayabilir.

Benzer bir şekilde bazı filozofların, felsefi ekollerin ve düşüncelerin analitik felsefeye mi yoksa kıta felsefesine mi dahil edilmeleri gerektiğini tespit edemeyebiliriz. Ancak bu, söz konusu ayrımın meşru bir ayrım olmadığını göstermezdi. Tersine, söz konusu ayrım filozoflar ve felsefi düşünceleri oldukça yüksek bir doğruluk oranıyla kategorilendirmemize olanak sağlamaktadır. Ayrım keskin olmasa bile meşru görünmektedir. Felsefi gelenekler arasında yapılan ayrımlarda en önemli kriterlerden biri söz konusu ayrımın kullanışlılığıdır. Analitik felsefe ve kıta felsefesi arasında yapılan ayrım da bu kriteri kolaylıkla karşılıyor görünmektedir.

Kısacası analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımı, yapılması meşru bir ayrımmış gibi görünmektedir. İki geleneği birbirinden ayıran gerek ve yeter koşulların bir listesinin verilememesi, gelenekleri birbirinden ayırmamızın meşru olmadığı anlamına gelmez. İki geleneğin keskin sınırlarla birbirinden ayrılamaması nedeniyle bu geleneklere dahil olan filozof, ekol ve düşüncelerin birbirlerine bir aile benzerliği ilişkisiyle bağlı olduğunu söylemek en doğrusu gibi görünmektedir.

Buraya kadar analitik felsefe ve kıta felsefesi arasında ayrım yapmak için kullanılan kriterlerden biraz bahsettim. Ancak iki gelenek arasındaki benzerlik ve farklılıkları detaylı bir şekilde ele almadım. Şimdi bunu yapacağım. Şimdilik akılda tutulması gereken şey kıta felsefesi ve analitik felsefenin kendi içlerinde aile benzerliği gösteren iki ekol olarak tasavvur edilmesi gerektiği.

Analitik Felsefe ve Kıta Felsefesi Karşılaştırması

Bu alt başlıkta analitik felsefe ve kıta felsefesi geleneklerini detaylı bir şekilde karşılaştıracağım. Bunu yapmadan önce belirtmem gereken önemli noktalardan biri burada bahsedeceğim ayrım noktalarının her birinin, önceki başlıkta da belirttiğim gibi, istisnalarının olduğudur. Bahsettiğim her farkın en az bir istisnası bulunabilir. Bu nedenle yapılan ayrımların keskin bir sınır çizmediği akılda tutulmalıdır. Ancak burada belirtilen kriterler ışığında iki geleneğin eserlerini birbirinden oldukça yüksek bir doğruluk oranıyla ayırabileceğinizi söyleyebilir ve aile benzerliğinin ne oranda olduğunun tespiti için burada bahsedeceğim kriterlere başvurabiliriz.

Şimdi iki geleneğin karşılaştırılmasına geçelim.

Analitik felsefe ve kıta felsefesi karşılaştırması
Analitik felsefe ve kıta felsefesi karşılaştırması

İşlenen Konular

Analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımı çağdaş felsefeyi oldukça geniş iki kategoriye ayırmaktadır. Bu kadar geniş kategoriler söz konusu olduğu zaman işlenen konuların en azından ana hatlarıyla ciddi bir paralellik göstermesi de bizi şaşırtmamalı. İşlenen konuların ana başlıklar itibariyle ortak oldukları söylenebilir. Sonuçta hem analitik felsefe hem de kıta felsefesi aynı gerçeklikle ilgili felsefi sorulara cevap arıyor. Her iki ekol de değer, bilgi, zihin, insanın evrendeki yeri, din, dil-gerçeklik ilişkisi, toplumsal gerçeklik gibi geleneksel olarak felsefi akıl yürütmeye konu olmuş başlıklarla ilgili problemlere eğiliyor.

Ancak ortaklık en geniş başlıkların ortaklığının ötesine geçmiyor. Bu konu başlıklarıyla ilgili sorulan sorular ve benimsenen yaklaşımlar ciddi şekilde farklılık gösterebiliyor. Dolayısıyla genel kategoriler açısından benzerlik olsa da iki ekol ayrıntılar bazında birbirlerinden son derece farklı. Mesela kıta geleneği içerisindeki din felsefesinde Tanrı’nın varlığı ve sıfatlarıyla ilgili pek çok tartışma fazla yer etmese de bu tartışmalar analitik din felsefesinde merkezi bir konuma sahip.

Bu şekilde elinize kıta etiği, metafiziği, epistemolojisi, siyaset felsefesi gibi alanlardan kitaplar alıp incelediğiniz zaman bu eserlerin aynı alanlardaki analitik felsefe kitaplarından sadece ele alınan düşünürler açısından değil; sorulan sorular, ağırlık verilen başlıklar, kabul edilen pozisyonlar gibi açılardan da oldukça farklı olduklarını görebilirsiniz. Analitik felsefe ve kıta felsefesi geniş bir şekilde bakacak olursak aynı konu başlıklarıyla ilgili olmalarına rağmen birbirleriyle neredeyse hiç kesişim noktası olmayan ekoller gibi görünmektedir.

Yakın Olunan Bilimler

Analitik felsefenin formel bilimler denen mantık ve matematiğin yanı sıra fizik ve biyoloji gibi doğa bilimlerine yakın olduğunu görüyoruz. Matematik, fizik ve biyoloji felsefesi alanlarıyla ilgilenen filozoflar büyük oranda analitik felsefe geleneğine mensuplar. Bu bilimlere dair felsefi problemlerin kıta felsefesinde çok daha az ele alındığını görüyoruz. Kıta felsefesiyle ilgilenen filozoflarsa özellikle sosyoloji, tarih, edebiyat gibi sosyal bilimler ve insan bilimleriyle (Humanities) daha fazla ilgileniyor gibi görünmekteler.

Üslup

Analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki en önemli farklardan biri bu geleneklere mensup filozofların üslupları ile ilgilidir. Özellikle kıta felsefesinin kurucu figürlerinin eserleri anlaşılmalarının zorluğuyla ve çok sayıda farklı yoruma açık olmalarıyla ünlüdür. Kant, Hegel, Fichte, Foucault, Heidegger ve Derrida gibi kıta filozoflarının fikirlerinin nasıl yorumlanması gerektiği hala oldukça tartışmalıdır.

Analitik felsefedeyse az sayıda filozof haricinde filozof yorumlama tartışmaları pek yaygın değildir. Analitik filozoflar kavramlarını kılı kırk yararcasına tanımlamaya ve argümanlarını terimlerini titizce tanımlamalarının ardından sunmaya çalışırlar. Bu nedenle analitik filozoflara sık sık kuru ve sıkıcı bir üsluba sahip oldukları eleştirisi getirilmektedir. Kıta filozoflarıysa üslup olarak daha etkileyici, edebi açıdan daha zengin denebilecek anlatımlara sahip olup yazdıklarını daha fazla metaforla zenginleştirmiş filozoflar olarak düşünülmektedir.

Pek çok analitik filozof, üsluplarındaki kuruluğun daha iyi anlaşılmak için ödenmesi makul bir bedel olduğunu söyleyecektir. Kıta felsefesini sevenlerse kıta filozoflarını okumanın çok daha keyifli olduğunu ve bu filozofların eserlerinin çok daha etkileyici olduğunu söyleyecektir.

Felsefe Tarihine Verilen Önem

Pek çok kıta filozofu için detaylı bir felsefe tarihi çalışması, felsefe öğrenmenin olmazsa olmazıdır. Dahası, pek çok meşhur kıta filozofu felsefe tarihçiliği yapmıştır. Bu duruma örnek olarak Deleuze’ün Spinoza ve Hume, Heidegger’in de Aristoteles çalışmış olmaları verilebilir.

Gilles Deleuze
Gilles Deleuze

Analitik felsefe odaklı bölümlerin de çoğunda öğrencilere felsefe tarihiyle ilgili genel bir kavrayış verme amaçlı dersler bulunmaktadır. Ancak bu bölümlerin odak noktası öğrencilerin analitik felsefenin görece ‘çağdaş’ klasiklerini öğrenmeleridir. Felsefe tarihinin analitik felsefe programlarında detaylı bir şekilde bulunması nadirdir. Pek çok analitik filozof da kendi alanlarında uzmanlaşırken detaylı bir felsefe tarihi okuması yapmamıştır.

Analitik filozofların felsefe tarihine gereken önemi vermediklerini iddia edenler tarafından ciddi eleştirilere maruz kaldıklarını görmekteyiz. Bu eleştiriler tamamen yersiz değildir. Analitik filozofların çoğu tarihteki filozofları birincil kaynaklardan çalışmaya pek istekli değildir. Hatta bu durum pek çok analitik filozofun felsefe tarihindeki filozoflardan bahsederken bu filozofların nasıl yorumlanacaklarına dair tartışmaları göz ardı edip ciddi hatalar yapmalarına neden olmuştur.

Felsefeye Tarihsel/Tarih Üstü Bakış

Analitik felsefenin felsefe tarihine kıta felsefesinden daha az önem vermesine paralel bir başka nokta, analitik filozofların tarihteki filozofları ‘tarih üstü’ bir bakış açısıyla yorumlamaya çalışmalarıdır. Pek çok analitik filozof, felsefe tarihi yaparken dahi filozofların yaşadığı tarihi koşulları, maruz kaldıkları toplumsal etkileri, yaşadıkları kültürü, yaşantılarını, kişiliklerini ve daha pek çok tarihsel ayrıntıyı nispeten dışarıda bırakarak yorum yapar. Filozofların düşüncelerini tarihsel ayrıntılardan soyutlayıp, öne sürülen argümanların içeriklerine odaklanmamız gerektiğini söylerler.

Pek çok kıta filozofuysa filozofları yorumlarken onları parçası oldukları tarihsel süreçten soyutlamamızın yanlış olduğunu söyleyecektir. Filozof ne kadar orijinal olursa olsun yaşadığı toplumun bir ürünüdür ve ortaya çıktığı toplumdan soyutlanamaz. Pek çok analitik filozof da tarihsel ayrıntıların ilginç olduğunu kabul etmekle beraber filozofu yorumlarken bize çok da yardım etmeyeceğini söyleyecektir.

Bu noktada kıta felsefesi kampından analitik felsefeye, analitik felsefenin felsefeye tarih üstü bir şekilde bakmaya çalışmasının bazı problemlere neden olduğu eleştirisi gelebilir. Mesela analitik felsefe tarihteki filozofları bizim dönemimizin ön yargılarıyla okumaya itmekle suçlanabilmektedir. Tarihteki filozofların düşüncelerine nasıl ulaştıklarının ve parçası oldukları tarihin göz ardı edilmesi onlara haksız eleştirilerde bulunmaya ya da tam tersi gereğinden fazla hak vermeye yol açılabilir. Bu eleştiriler tamamen haksız da değildir.  

Hayata Dokunma Kaygısı

Kıta filozofları arasında, felsefenin insan hayatına dokunma amacı taşıması gerektiği görüşü oldukça yaygındır. Koç Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Zeynep Direk, analitik felsefe odaklı eğitim veren Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığı eğitimi eleştirirken özellikle bu konudaki kaygısını belirtir ve analitik felsefenin özellikle hayata dokunma konusunda sınıfta kaldığından bahseder.

Zeynep Direk
Zeynep Direk

Gerçekten de kıta felsefesinde hayata dokunmak ana kaygılardan biriyken analitik felsefe kısmen insanlara daha teknik ve akademik ‘ayrıntılar’ ile cebelleşiyormuş gibi görünebilmektedir. Bunun tamamen haksız bir gözlem olmadığını teslim etmekle beraber bunun analitik felsefeye karşı başarılı bir eleştiri olup olmadığına analitik felsefeye yapılan eleştirilerden bahsederken değineceğim.

Sanatın Felsefeyle İlişkisi

Sanat ve felsefe ilişkisine dair konumları, analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki en derin fikir ayrılıklarından biri gibi görünmektedir. Analitik filozoflar arasında müzik, sinema, mimari, romanlar ve şiir gibi sanatsal faaliyetlerin felsefeye önemli bir katkıda bulunduğu iddiasına son derece güçlü bir karşı çıkış vardır. Öyle ki analitik felsefe savunucuları arasında sanat eserlerine yapılan felsefenin ‘gerçek’ ya da ‘iyi’ felsefe olmadığı yönünde sık sık fikir belirtildiğini görmekteyiz.

Elbette kıta felsefesi geleneğinde de sanat ve felsefe ilişkisi hakkında farklı düşünceler bulunmaktadır. Ancak sanatın felsefedeki rolünün oldukça önemli olduğu yönündeki görüşün kıta felsefesinde çok daha yaygın olduğu bariz bir şekilde doğru görünmektedir. Kıta felsefesinde resim, şiir, roman yorumu, mimari eserlerin analizi gibi şeylere rastlamamıza, ve oldukça sık rastlamamıza, rağmen analitik felsefede bunun bir benzerini göremiyoruz. Analitik filozoflar felsefede sanata asli bir rol atfetmeyip en fazla onu zaman zaman pedagojik bir araç gibi kullanmışlardır denebilir. Özellikle analitik felsefenin popülerleştiricileri zaman zaman sanat eserlerini araçsal olarak kullanmaktadırlar.

Mesela zamanda yolculuktan bahsedilirken Back to the Future’dan, şüphecilik tartışmalarından bahsedilirken The Matrix’ten bahsedilebildiğini görebilmekteyiz. Hatta Martha Nussbaum gibi bazı ahlak filozoflarının edebiyatın ahlaki eğitimin bir parçası olması gerektiği yönünde fikir beyan ettiklerini de görmekteyiz. Ancak sanat analitik felsefede, pek çok kıta filozofunda olduğu gibi, felsefe metodolojisinin ana unsurlarından biri değildir.

Siyaseten Nötrlük

Analitik felsefede pek çok tartışmanın siyaseten nötr olduğu ya da en azından bu kabulle hareket etmemiz gerektiği görüşü hakim görünmektedir. Bunun anlamı şudur: Analitik felsefede siyasi alan ve siyasi olmayan alan birbirlerinden, en azından çoğu felsefi tartışmada, kalın sınırlarla ayrılıyormuş gibidir. Argümanlar analiz edilirken tarafların siyasi konumları, sahip olabilecekleri ön yargılar ve benzeri şeyler büyük oranda önemsenmez.

Denebilir ki, tartışmaların arka planında yer alan güç/iktidar ilişkileri pek çok felsefi tartışmada görmezden gelinir. Argümanlar, tarih üstü bir bakış açısının yanı sıra, bir anlamda siyaset üstü bir bakış açısıyla da analiz edilmeye çalışılır. Bu sadece siyaset felsefesi dışı alanlarda değil, bizzat siyaset felsefesinde de böyledir. Tarafların konumları, yaşamış olabilecekleri tecrübeler ve mağduriyetler analitik felsefe tartışmalarında hemen hemen hiçbir şekilde önemsenmez. Sadece argümanların içerikleri önemsenir. ‘Kimin nereden geldiği’ önemli değildir.

Kıta felsefesindeyse -en azından bu geleneğin önemli bir bölümünde- düşünürlerin hangi siyasi ön yargılarla yazdıkları, ne tür tecrübeler yaşamış oldukları, yaşadıkları mağduriyetler gibi şeylerin felsefe yaparken önem taşıdığı yaygın bir biçimde düşünülür.

Analitik felsefe bunları önemsememesi nedeniyle baskın ideolojilerin sahip olmamıza neden olduğu baskıcı bakış açılarına karşı bir tür ideolojik körlüğü beslemekle eleştirilebilmektedir. Belki de siyaseten nötrlüğün kendisi siyasi bir konum olarak görülmelidir ve analitik felsefenin nötrlük ideali baskın ideolojinin tahakkümüne yarıyordur? Bu konu hakkında analitik felsefeye yapılan eleştirilerle ilgili bölümde daha fazla şey söyleyeceğiz.

Coğrafya

Felsefi ekollerin yaygın oldukları ya da ortaya çıktıkları coğrafyalarla birbirlerinden ayrıldıklarını sık sık görmekteyiz. Kıta felsefesi ve analitik felsefe ayrımını da coğrafya üzerinden yapmak mümkündür.

Analitik felsefe İngiltere ve ABD başta olmak üzere Anglo-Amerikan denen ülkelerde yaygın olan bir felsefe yapma biçimidir. Kıta felsefesiyse Almanya ve Fransa başta olmak üzere Kıta Avrupası ülkelerinde yaygın olan bir felsefe yapma biçimidir. Bu ayrımın, özellikle söz konusu geleneklerin ortaya çıktıkları yerler açısından yapıldığı da görülmektedir.

Ancak analitik felsefenin de başta Frege olmak üzere Almanya’da da kökleri bulunan bir felsefe yapma biçimi olduğunu unutmamak gerekiyor. Yine de Frege’nin analitik felsefenin başlangıcındaki ilham kaynaklarından biri olup, yeni bir felsefe yapma biçimine fikir babalığı yapma niyeti olmadığını söyleyen yorumcuların haklı olduklarını düşünecek olursak, analitik felsefenin başlangıcını İngiltere’de Bertrand Russell ve G.E. Moore’un çalışmalarına götürmemiz daha doğru görünmektedir.

Söz konusu ekollerin gerek kökenleri, gerekse yaygın oldukları ülkeler açısından burada belirtilen coğrafyalarla ilişkilendirilmeleri makuldür. Ancak coğrafi ayrım bu felsefi geleneklerin özleri itibariyle birbirlerinden nasıl ayrıldığını göstermez. Dolayısıyla coğrafi ayrımın tek başına doyurucu olmadığı, yapacağımız ayrımın sadece bir bölümünü teşkil ettiği söylenebilir.

Soru Odaklılık / Filozof Odaklılık

Özellikle çağdaş kıta filozoflarına baktığımız zaman bu filozofların oldukça ciddi bir bölümünün belli filozoflar çevresinde kümelendiklerini görmekteyiz. Şu tespit oldukça yerinde görünmektedir: “Hangi filozofu çalışıyorsun?” sorusu, özellikle kıta felsefesinde karşımıza çıkmaktadır ve analitik felsefede bu sorunun makul bir soru olduğu söylenemez. Özellikle kıta felsefesinde pek çok filozof, belli bir filozofun uzmanı ya da takipçisi olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Kıta felsefesi geleneğinden filozoflar Butler, Foucault, Heidegger, Hegel, Kant, Baudrillard gibi belli filozofları uzun süreler çalışmaya ve bu filozofları yorumlamaya ciddi bir mesai harcamaktadır.

Analitik felsefedeyse belli analitik filozoflar üzerinde uzmanlaşan ve belli analitik filozofları yorumlamaya mesai harcayan filozof sayısı oldukça azdır. Analitik filozoflar genellikle belli felsefi sorulara odaklanıp bu sorular konusunda uzmanlaşırlar.

Burada göz önünde bulundurmamız gereken nokta şudur: Elbette kıta filozofları belli filozofları çalışırken bunu aynı zamanda belli konuları/soruları çalışma motivasyonlarından dolayı yapmaktadırlar. Yani elbette onlar da esasen belli konulara odaklanmaktadırlar. Ancak bunu yaparken belli filozoflara yoğunlaşma yolunu izlemeleri, kıta filozoflarını analitik filozoflardan ayıran noktalardan biridir.

Bilim Hakkında İyimserlik

Analitik filozofların bilime karşı daha iyimser bir tavra sahip oldukları söylenebilir. Bilim, hem objektif gerçeğe ulaşabilme konusunda ciddi bir şekilde başarılı olması, hem de siyasi/sosyal ön yargıların pençesine düşmesini engelleyecek türden kurumsal mekanizmalara sahip olması nedenleriyle, tarafsız olmaya oldukça fazla yakınsayan bir faaliyet olarak görülür.

Kıta felsefesindeyse bilimin devletlerin elinde bir oyuncak oluşu ve kültürel/siyasi ön yargılardan nasibini aldığı vurgusu oldukça güçlüdür. Bilimin hedeflediği türden bir objektifliğe ve hatta bilimin keşfetmeye çalıştığı türden bir objektif gerçeklik fikrine karşı şüphecilik kıta filozoflarında zaman zaman görebildiğimiz bir tutumdur. Bilimsel bilginin üretim süreçlerinin de sosyolojik etkenlerden, kişisel menfaatlerden ve iktisadi ilişkilerden ciddi şekilde etkilendiğini ifade eden bilgi sosyolojisi/bilgi arkeolojisi gibi alanlara pek çok kıta filozofları ciddi önem vermektedir. Bilimin işleyiş sürecinin tarafsızlığı/güvenilirliğine ve ulaşmaya çalıştığı sonuçların doğruluğuna dair şüphecilik kıta felsefesinde daha fazla hakim olan tavırlardandır. Analitik felsefedeyse kusursuz olmamasına rağmen bilimsel kurumlar ve bilimsel yöntemlerin hataları ortadan kaldırmak konusunda oldukça başarılı olduğu kabulü daha yaygındır.

Ancak bu söylenenlerden analitik bilim felsefesinin kıta felsefesinde gördüğümüz kötümser görüşleri tamamen reddettiği anlaşılmamalıdır. Tersine, Kuhn ve Feyerabend gibi analitik gelenek içerisinde de kabul edilebilen filozofların bilimin objektifliğine yaptığı çeşitli eleştiriler analitik bilim felsefecilerinin çoğu tarafından kısmen de olsa kabul edilmektedir. Tam anlamıyla, idealize edilmiş şekilde objektif bilgi üreten bir bilime inanç, analitik bilim felsefecilerinin bilime en fazla güven duyanları arasında bile yaygın değildir.

Elbette kıta felsefesi ve analitik felsefe geleneklerine mensup olup bilime karşı tavırları daha farklı olan filozoflar da vardır. Ancak genel trend, analitik filozofların kıta filozoflarına kıyasla bilime daha fazla güvendiğini gösteriyor diyebiliriz. 

Analitik Felsefeye Yapılan Eleştiriler

Bu bölümde analitik felsefeyi çeşitli eleştirilere karşı savunacağım. Bahsedeceğim eleştirilerin bir bölümü Türkiye’den meşhur kıta filozofları tarafından yapılmıştır. Özellikle bu eleştirilere detaylı bir biçimde değinerek iki şey yapmak istiyorum.

İlk olarak analitik felsefe ve kıta felsefesi karşılaştırması yaparken kıta felsefesine atfettiğim niteliklerin kıta felsefesi yapan akademisyenlerce de kabul edildiğini göstermek istiyorum. Bu sayede kıta felsefesi dediğim şeyin aslında kimse tarafından savunulmayan bir ‘saman adam’ olduğu yönündeki itirazları geçersiz kılmayı amaçlıyorum. Diğer amacımsa, analitik felsefeye yapıldığını söylediğim eleştirilerin gerçekten de eleştirmenler tarafından yapıldığını göstermek.

Şimdi analitik felsefeye yapılan eleştirilere geçebiliriz.

1. Analitik Felsefe Mantıksal Pozitivizm midir?

Analitik felsefeye yapılan en yaygın eleştirilerden biri, analitik felsefenin mantıksal pozitivizmden ibaret olduğudur. Eleştirmenlere göre mantıksal pozitivizm, felsefeyi gereksiz yere kısıtlayan, felsefeyi dil analizinden ibaret gören bir ekoldür. Dolayısıyla analitik felsefe, iyi bir felsefe yapma yöntemi değildir. Felsefeyi dil analizinden ibaret görür ve pek çok önemli felsefi problemi yok sayar.

Analitik felsefenin mantıksal pozitivizmle eşdeğer görülmesinin, Türkiye’de yayılamamasının nedenlerinden biri olarak görülebileceğini aşağıda savunacağım. Ayrıca Türkiye’de bu algının yerleşmesine neden olması mümkün tarihsel nedenlerden de bahsedeceğim. Ancak bu eleştirinin cevabı için bu detaylardan bahsetmeme gerek yok. Önce analitik felsefenin mantıksal pozitivizmle aynı şey olduğu görüşünün öne sürüldüğü birkaç yere bakalım:

Felsefe.gen.tr adresinde analitik felsefeden şu şekilde bahsedilmektedir:

Analitik felsefe, pozitivizmin 20. yüzyılda çağdaş bir görünüm almış şeklidir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir grup bilim adamı Viyana’da bir araya gelerek bu akımı oluşturmuştur ve akım daha sonra İngiltere ve Amerika’da gelişerek yayılmıştır. Neopozitivizm (yeni olguculuk) ya da mantıkçı pozitivizm olarak da bilinir. Bu akıma göre felsefenin asıl uğraş alanı dildir. Analitik filozoflara göre felsefenin görevi dil çözümlemeleri yapmaktır. Çünkü onlara göre doğru bilgi ancak böyle elde edilebilir.

Analitik felsefeye göre felsefe varlık, değer ve Tanrı üstüne doğruluğu test edilemeyen görüşler öne sürmemelidir. Felsefenin görevi dildeki kavramları çözümlemektir. Dildeki kavramlar çözümlendiği taktirde kafa karışıklığı yaratan geleneksel felsefe problemleri de çözümlenebilir.

Nedir.org sitesinin ‘Analitik Felsefe’ maddesindeyse şunlar söylenmektedir:

Analitik felsefe Hegel kökenli “Mutlak Gerçeklik” kavramı ve idealist sentezine karşı bir reaksiyonu temsil eder. İdealist felsefede; gerçeğin görünüşlerden büsbütün bağımsız olduğu ve felsefenin de bu bağımsız alanla ilgilendiği kabul edilmekteydi. Analitik felsefede ise felsefenin işlevinin duyularımızdan bağımsız olduğu varsayılan veya inanılan alanla ilgili spekülasyon yapmak değil, bilgi dediğimiz şeyin hangi anlamda bir bilgi olduğunu lingüistik araştırmalarla analiz etmek ve felsefeden entelektüel kargaşa veya yanlış anlama gelen ve hatta yanlış sorulan soruları ayıklamak olduğunu kabul edilmektedir.

Bunların analitik felsefeye karşı eleştiri mahiyeti taşımadıkları, sadece analitik felsefeyi tanımlama girişimleri oldukları iddia edilebilir. Neticede alıntıladığım bölümler bahsettikleri şeylerin analitik felsefenin ‘negatif’ yönler olduğunu söylemiyor. Yani ortada analitik felsefeyle ilgili olumsuz bir değer yargısı yok.

Ancak analitik felsefeye mantıksal pozitivizmle özdeş olduğu, felsefeyi dil analizine indirgemeye çalıştığı ve varlığa/değere dair geleneksel felsefi problemleri tamamen terk etmeyi amaçladığı şeklinde bakılması durumunda, analitik felsefenin gelenek dışındakiler tarafından eleştirileceğini görmek hiç de zor değil. Bir kere, felsefeyle ilgili analitik felsefe dışı ekolleri benimseyenlerin mantıksal pozitivizmin felsefeyi gereksiz yere kısıtladığını, geleneksel problemleri çöpe atan bir felsefenin yapılamayacağını ya da oldukça kısır olacağını düşünecekleri bariz görünüyor. Dolayısıyla mantıksal pozitivist olmayan ve analitik felsefeyi mantıksal pozitivizm olarak gören birinin bunu otomatik olarak analitik felsefenin bir kusuru olarak görmesini beklemeliyiz. Dahası, analitik felsefe mantıksal pozitivizmden ibaretse mantıksal pozitivizmin çöküşü analitik felsefenin de çöküşünü beraberinde gerektirecektir. Son olarak, bizzat bu yazının yazarı olarak kıta felsefesini savunanların analitik felsefeye bakarken bu görüşün 20’lerde ve 30’larda kalıp öldüğünü söylediklerine tanıklık ettim, bunu iddia eden akademisyenlerin olduğunu da başka arkadaşlarımın söylediklerinden duydum. Dolayısıyla analitik felsefeye mantıksal pozitivizmle özdeşleştirerek eleştiri getirme durumu gerçekten de mevcut.

Analitik felsefeye dair bu eleştiri doğru mudur? Analitik felsefe cidden mantıksal pozitivizmden mi ibarettir?

İlk olarak mantıksal pozitivizmin analitik felsefe tarihinin belli bir döneminde popüler olup, sonra popülerliğini yitirmiş bir görüş olduğunu söyleyerek başlayalım. Hem analitik felsefenin kuruluş döneminde, hem de mantıksal pozitivizm sonrası analitik felsefede mantıksal pozitivizm çoğu analitik filozof tarafından kabul edilmemiştir. Bu nedenle analitik felsefeyi mantıksal pozitivizmden ibaret görmemiz doğru değildir.

Analitik felsefenin kurucularından birkaç örneğe bakarak analitik felsefenin değere ve varlığa dair geleneksel felsefi problemlerle ilgilenmediği iddiasının yanlışlığını kolayca görebiliriz.

Frege, kitap ve makalelerinde sayıların ne olduğu meselesiyle ilgilenmiş ve matematiksel nesnelerin varlığıyla ilgili metafiziksel tartışmalara girmiştir. Bertrand Russell muhtemelen analitik felsefenin kurucuları arasında metafiziğe en fazla katkı yapan kişidir. Russell’ın zamanın doğası, nedenselliğin doğası, tümeller problemi, muğlaklık problemi gibi pek çok metafiziksel probleme dair etkileri uzun süre devam etmiş makaleleri vardır. G.E. Moore ise değerin objektifliğini kabul eden, geleneksel tarzda bir ahlak felsefesi yapmıştır. Analitik felsefenin kurucuları dil analizini ve mantığı kullanmış ve bunlara büyük önem vermiş olsalar da geleneksel felsefi problemlerle uğraşmayı terk ettikleri iddiası bariz bir şekilde yanlıştır. Her ne kadar alıntıladığımız pasajlardaki bazı ifadeler doğru olsa da, mesela analitik felsefenin Hegelci felsefeye bir tepki olarak doğması gibi, analitik felsefenin kuruluş dönemi ve sonrasındaki bazı filozofların görüşlerinin analitik felsefenin geneli hakkında konuşmak için iyi bir zemin oluşturamayacaklarını söyleyebiliriz.

2. Celal Şengör’ün Temel Eleştirisi: Analitik Felsefe Çökmüş müdür?

Pek çok sansasyonel açıklaması ve geniş genel kültürüyle de meşhur olan jeolog Celal Şengör, kısa bir Youtube videosunda analitik felsefe hakkında bazı ilginç iddialarda bulunmuştur. Videodaki ana iddia günümüze yanıt verebilen felsefi görüşün kritik rasyonalizm olduğudur. Karl Popper’ın kurucusu olduğu kritik rasyonalizmin Peter Medawar gibi pek çok bilim insanının da kabul ettiği görüş olduğu Şengör tarafından belirtilmektedir. Kritik rasyonalizmin günümüz ihtiyaçlarına cevap verdiğini söyledikten sonra Şengör “Analitik felsefe, vs. bunlar hep çökmüştür.” diyerek cevabını sonlandırmaktadır.

Burada kritik rasyonalizmin ne olduğundan bahsetmeme gerek yok. Sadece Şengör’ün eleştirisine odaklanacağım. Şengör’ün eleştirisi tam olarak nedir?

Video kısa olduğu için Şengör’ün analitik felsefeden neyi anladığını ve eleştirisinin tam olarak analitik felsefenin hangi yönüne olduğunu tam olarak anlayamıyoruz. Ancak Şengör’ün sözlerinin en azından analitik felsefe ve kritik rasyonalizmin birbirlerini dışlayan anlayışlar oldukları iddiasında olduğu söylenebilir gibi görünüyor. Ama Şengör bunu söylüyorsa, bu kesinlikle doğru değildir.

Karl Popper, analitik felsefe geleneği içinde yer alan bir filozoftur. Yani analitik felsefenin dışından biri değildir. Dolayısıyla kritik rasyonalizmin başarılı bir ekol olması durumunda ‘analitik felsefenin çuvallamış olması’ mümkün değildir. Şengör en fazla analitik felsefenin belli ekollerinin çuvalladığını ve başka bir ekolününse –yani kritik rasyonalizmin ise başarılı olduğunu söyleyebilir.

Acaba burada Şengör’ün yaptığı hata ilk eleştirideki hata olabilir mi? Yani Şengör analitik felsefeyi mantıksal pozitivizmle aynı şey gibi görüyor olabilir mi? Ben bu sorunun yanıtının “muhtemelen evet” olduğunu düşünüyorum. Bunu düşünmemin nedeni, Popper’ın mantıksal pozitivizmin en ünlü eleştirmenlerinden biri olmasıdır. Şengör, Popper’ın pozitivizme yönelttiği eleştirinin genel olarak analitik felsefeye yöneltilmiş olduğunu düşünme hatasına düşmüş gibi görünmektedir. Bu hataya düşmesinin bir nedeni, geçmişte akademide analitik felsefe adının özel olarak mantıksal pozitivizm için kullanılması olabilir. Analitik felsefe adı, günümüzde kullanılan daha geniş biçimini sonradan almış olabilir.

Ancak ben bu varsayımı kabul etmek ve Şengör’ün söylediklerini yanlışlıkla eski bir akademik terminolojiyi benimsediği için kullandığını kabul etmemiz için iyi bir gerekçe görmüyorum. Şengör analitik felsefeyi mantıksal pozitivizmle eş görerek pek çok analitik felsefe karşıtının düştüğü hataya düşüyor gibi görünüyor.

3. Analitik Felsefe Hayattan Kopuk mudur?

Analitik felsefeye yapılan en popüler eleştirilerden biri hayatın içinden problemleri ele almadığı eleştirisidir. Bu eleştiriye göre analitik felsefe için felsefe neden savunduğumuz belli olmayan pek çok pozisyonu tartışıp beyin jimnastiği yapmaktan ibarettir. Hayata dokunan, insanın varlığı, gündelik ve yerel problemleri ve çeşitli sanatlar gibi konulardan bağımsız yapılan felsefe insan yaşamına anlam katacak türden bir etkinlik değildir. Koç Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden Profesör Zeynep Direk bir röportajında analitik felsefeyi oldukça açık bir üslupla eleştirirken benzer bir şekilde şunları söylemektedir:

Felsefe yapmak, felsefeyle ilgilenmek -bu ister çağdaş felsefe olsun isterse modern ve hatta antik felsefe olsun- basitçe analitik bir zihinsel uğraşsa ve burasıyla, kendi hayatımızla hiçbir alakası yoksa (böyle de yapılabilir felsefe) benim için bir anlam ifade etmiyor. Mesela bugün ben Hegel’i okuyorsam bunun mutlaka buradaki tecrübemle bir alakası vardır. Heidegger, Levinas, Derrida, Merleau-Ponty, feminist felsefe aslında yeryüzündeki varoluşumuza ilişkin düşünceler oldukları için benim için bir anlam taşırlar. Dünyaya bağdan, varoluşsal meselelerden, siyasi ajandalardan, travmatik tecrübelerden koparak felsefe yapmak benim için hiçbir zaman cazip olmadı. Ben öyle bir iş olarak görmüyorum zaten felsefeyi. Aksi bir felsefe yapma şekli bana göre bir tür beyin jimnastiğidir ve aslında analitik felsefenin yaptığı şey de bundan ibarettir.

Analitik felsefede bizim yaşadığımız deneyim şuydu: İki pozisyon vardı karşımızda, birinden birini seçecek, birini savunacak, diğerini eleştirecektik. Ama niye bunu savunayım, niçin diğerini eleştireyim sorusunun hiçbir gerçek cevabı yok aslında. İngilizce’de “what is at stake” derler, yani tuzağa takılıp kalmış olan, ölecek ya da kalacak olan nedir, o soruya şöyle değil de böyle yanıt versek hayat nasıl değişir, ne kaybedilir ne kazanılır? Bunun yanıtı yoksa ortada aşılamaz bir saçmalık hissi vardır. Hayattan koptuğu zaman felsefe de böyle bir hale geliyor. Böyle de yapılabilir felsefe, ama bununla bir ömür geçirmenin lüzumu var mı?

Bu kısmı uzun bir şekilde alıntılamamın nedeni, Direk’in analitik felsefeye pek çok kıta filozofunun bakış açısını çok net bir şekilde ortaya koymasıdır. Direk, analitik felsefeyi insan hayatına dair önemli meselelerden, kişisel tecrübelerden uzak bir beyin jimnastiği olarak görmektedir. Analitik felsefe adeta satranç oynarken olduğu gibi birden fazla tarafın birbirlerine karşı hamleler yaptığı bir ‘oyun’a benzer.

Bu oldukça kısa pasajda Direk analitik felsefeye birbirleriyle bağlantılı pek çok eleştiri sunuyor. Ben ilk olarak Direk’in kendi lisans eğitiminde fark ettiği bazı sorunlarla ilgili konuşmak istiyorum. Kendim de şu anda felsefe lisans öğrencisi olduğum için, bu konuda özellikle bir şeyler söyleme hakkına sahip olduğumu düşünüyorum.

Herhangi bir alanda lisans eğitiminin amacı nedir? Lisans eğitimi, en azından ideal olarak o alanın genel bir kavrayışını sunmayı, iş hayatına katılımı kolaylaştırmayı ve o alanda daha yüksek seviyede eğitim almaya hazırlıklı olmayı sağlamaya çalışır. Felsefe, özellikle akademik tarafına ağırlık verilen bir alan olduğu için özellikle daha ileri akademik eğitime hazırlıklı olmanızı sağlayacak temel yeteneklerin verilmeye çalışıldığını görüyoruz. Tartışma, metinleri dikkatle okuyup analiz edebilme, bir pozisyonun lehinde ve aleyhinde argümanlar sunabilme yeteneği gibi.

Ancak lisans eğitimi süresinde bunlar çoğu zaman robotik bir şekilde yapılabiliyor. Öğrenci, lisans seviyesinde olduğu için ‘gerçekten önem arz eden’ bir araştırma programına lisans süresince neredeyse hiçbir zaman sahip olmuyor. Belli metinleri, filozofları ve pozisyonları robotik bir şekilde değerlendirdiğiniz hissine özellikle lisans eğitiminiz sırasında kapılmanız işten bile değil.

Bu noktada Direk’in, hele ki felsefenin daha pratik taraflarına ilgisi olan biri olarak, eğitimi sırasında yaşadığı yılgınlık anlaşılır görünüyor. Pek çok felsefe öğrencisi ‘evrenin sırlarını keşfetmeyi’, ‘hayatın anlamını bulmayı’ beklerken, onlara önemli gelmeyen teknik ayrıntıları ve argümanları öğrenmeleri gerektiği zaman felsefe bölümlerinden, özellikle de analitik felsefe ağırlıklı bölümlerden soğuyabillir. Dahası felsefe -Direk’in anladığı tarzda kıta felsefesinin amaçladığı gibi- sanatlarla, gündelik deneyimlerle ve problemlerle ilgilenmediği zaman sıkıcı bir uğraşmış gibi görünebilir. Zeynep Direk’in kaygısı, analitik felsefe eğitimi almış pek çok öğrencinin de lisans eğitimleri boyunca ve hatta sonrasında hissettiği bir kaygıdır. Analitik felsefenin detay meselelerini dert etmek pek çok felsefe öğrencisi -ve akademisyeni!- için kolay değildir ve bunlarla uğraşmak özellikle felsefenin gündelik hayatla ilgilenmesi gerektiğini düşünenler için bir ‘önemsizlik’ hissiyatı yaratabilir.

Bu şekilde baktığımızda, yapılan eleştiri tamamen haksız değildir. Ben de, analitik filozofların uğraştığı pek çok soruya baktığımda ‘önemsizlik’ hissiyatına kapılmaktan kendini alamayan biriyim. Felsefenin ana ‘esprisinin’ çeşitli ‘büyük’ sorularla uğraşmak olduğu kanaatindeyim. Ancak bu önemsizlik hissine, çok teknik ve detay herhangi bir tartışmaya dahil olan herkes sahip olabilir. Kıta felsefesinin de günlük hayattan ve pratik meselelerden kopma tehlikesiyle -eğer bu bir tehlikeyse- sürekli bir biçimde karşılaştığı rahatlıkla iddia edilebilir. Dolayısıyla ben bu eleştirinin özellikleanalitik felsefeye karşı genel bir eleştiri olarak abartılı bir eleştiri olduğunu düşünüyorum.

Bu eleştirinin tamamen haksız olmadığını düşünme nedenim pratik felsefenin bazı biçimlerinin analitik felsefe içerisinde ciddiye alınmadığını gözlemliyor olmam. Mesela direkt olarak günlük hayatla ilgili problemler, iyi yaşamın nasıl olması gerektiği ve hayatın anlamı gibi problemlerin özellikle analitik felsefenin ‘sert’ ya da ‘zor’ alanları olarak nitelenebilecek metafizik, epistemoloji, bilim felsefesi ve zihin felsefesi gibi alanlardaki teknik tartışmalarla ilgilenenler tarafından daha az ciddiye alınabiliyor. Bu tür ‘salt’ teknik ve akademik felsefe, pratik sorulara da ciddi ağırlık vermiş klasik felsefeden büyük bir sapma anlamına geliyor.

Geçmişte en teknik meselelerle uğraşan filozoflar bile sanat, erdemli yaşam gibi pratik meselelerle uğraşmaktan kaçınmıyordu. Bu anlamda bir tür akademik elitizmin analitik felsefe camiasında bulunmadığını, pratik problemlere ağırlık verilen türden felsefenin küçümsenmediğini söylemek makul değil. Pratik felsefeye de ilgi duyan ve felsefi kişisel gelişim gibi türlerin iyi örnekleri bulunduğunu düşünen biri olarak, bunun en azından benim açımdan üzücü bir eğilim olduğunu söylemem gerek.

Analitik filozoflardaki bu eğilimin birkaç nedeni var. İlk olarak bu tür pratik konular tartışılırken kullanılan tanımların pek çoğu oldukça muğlak. Mesela klişe bir örnek olması nedeniyle ‘hayatın anlamı’ terimini düşünelim. Bu terim, kötü tanımlanmış olma suçlamasına maruz kalan belki de en meşhur felsefi terimdir. Ahlak felsefesiyle ve genel olarak pratik felsefi meselelerle uğraşan analitik filozoflar bile “Hayatın anlamı konusuyla ilgileniyorum.” demekten çekinmekteler, çünkü bu konu hakkında konuşanların gerçekten de ‘ciddiyetsiz’ felsefe yaptıkları ve kötü kişisel gelişimciler oldukları algısı oldukça yaygın. Ancak hayatın anlamı da dahil olmak üzere her türden pratik felsefe konusuna ilginin gitgide arttığını söylemek yine de mümkün. Analitik felsefenin bu konuda bir hatası, özellikle kuruluşundan 20. Yüzyılın ortalarına kadar geçen sürede, gerçekten olmuşsa dahi bu hatadan dönülmeye başlandığı açıkça görülüyor.

Ancak analitik filozoflar genellikle işledikleri konuların yerel değil, evrensel olmasına özen gösteriyorlar. Yani ‘burası’ ile değil, ‘her yer’ ile ilgilenmek istiyorlar. Bu Zeynep Direk için bir kusur olabilir. Ancak pek çok analitik filozof bunun analitik felsefenin bir erdemi olduğunu söyleyecektir. Bu noktada analitik filozofların yerele önem vermemesi, yerelin tamamen dışlanması olarak görülmemelidir. Evrensel meseleler aynı zamanda yerel meseleler için de önemli sonuçlar doğurur. Türkiye’nin ya da başka bir ülkenin tamamen kendine has, yerel bir felsefeyi gerektirecek türden olağanüstü seviyede özgün problemleri olduğunu söylemek en azından bana çok makul gelmiyor. Bu bir anlamda coğrafya fetişizmi diyebileceğimiz bir şey. Halbuki pek çok problem Dünya’nın pek çok yerinde ortak. Yaşadığımız ve yanıt aradığımız her problemle ilgili olarak ‘buradan’ olmayan birilerinin daha önce başka bir yerde konuştuğunu görüyoruz. Dahası, felsefenin ‘buraya’ odaklanması sanki onun ruhuna aykırıymış gibi görünüyor.

Direk’in analitik felsefeye yaptığı eleştiriyle ilgili bir diğer problem analitik felsefe içerisinde ahlak felsefesi ve siyaset felsefesinin analitik felsefenin en popüler alanları arasında olduğunun görmezden gelinmesiymiş gibi görünüyor. Pratik etik ve siyaset felsefesi analitik felsefenin en popüler alanları arasındayken analitik felsefenin pratik meselelere duyarsız kaldığını, insanların dertleriyle ilgilenmediğini nasıl iddia edebiliriz? Dahası, analitik feminizm de son yıllarda ciddi şekilde revaçta olan bir alan. Pek çok analitik felsefe departmanında feminist felsefe alanında dersler, konferanslar ve bu alan hakkında çalışan akademisyenler olduğunu görüyoruz. Analitik felsefenin günümüzde hayattan kopuk olduğunu söylemek geleneğin günümüzdeki durumu düşünülecek olursa oldukça büyük bir haksızlık gibi görünüyor. Olsa olsa analitik felsefenin bazı alanlarının gerçek hayattan kopuk denebilecek soyut, teorik meselelerle ilgilendiğini söyleyebiliriz.

Ancak bu durum kıta felsefesinde de söz konusu değil mi? Bu tür meselelerle uğraşmak analitik felsefeyi kategorik olarak kötü mü yapıyor? Nasıl ki bilimler de gündelik kaygıların ötesinde meselelerle uğraşabiliyor, felsefe de bunu zaman zaman yapabilmeli. Kaldı ki analitik filozoflar uğraştıkları teorik problemlerin pek çoğunun belli şekillerde pratik tartışmalar açısından da önem taşıdığını söyleyecektir. Yani soyut, teorik, günlük hiçbir şeye etkisi yokmuş gibi görünen tartışmaların dahi aslında nihai anlamda pratik tartışmalarla ilgili sonuçlar doğurdukları iddia edilebilir.

Bu noktada tek tek örnekleri tartışmak ve Direk’in pratikle ilgisiz dediği meselelerin neler olduğuna bakmak gerek. Herhalde kimse analitik felsefenin teknik detaylara aşırı takılıp, problemleri aşırı titiz tanımlama isteği nedeniyle meselelerin özünü zaman zaman kaçırdığını reddetmeyecektir. Analitik filozofların kesin ifade etme istekleri nedeniyle zaman zaman ukalaca (İng: “pedantic”) yorumlar yapabildikleri doğrudur. Bir felsefi makalenin ya da kitabın analitik felsefe ekolünden olması onun otomatik olarak ‘iyi felsefe’ olduğunu elbette göstermiyor. Analitik felsefenin de kötü örnekleri var. Direk’in analitik felsefeyle ilgili rahatsızlıklarını analitik felsefeyi çöpe atarak ortadan kaldırmaya çalışması doğru görünmüyor.

Sonuç olarak analitik felsefenin pratik meselelerden uzak alanlarının olması bir kusur değil. Felsefenin tamamının pratik ya da yerel meselelerle ilgilenmesi gibi bir şeyi beklememeliyiz. Dahası, Direk’in ithamlarının aksine analitik felsefe özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren pratik felsefe meseleleriyle git gide daha fazla ilgilenmeye başladı. Bunun belki hala olması gereken kadar sık olmadığı iddia edilebilir. Ama analitik felsefenin günlük hayattan kopuk olduğu ithamı bariz bir şekilde yanlıştır.

4. Preston’un Temel Eleştirisi: Analitik Felsefe Hakkında İllüzyonist Tez

Analitik felsefeye yapılan en ilginç eleştirilerden biri analitik felsefe diye bir geleneğin aslında hiç olmadığı eleştirisidir. Bu eleştiri ilk bakışta tamamen sağduyuya aykırı görülebilir. Eleştirinin hakkını tam anlamıyla verebilmek için, tezin savunucusu Aaron Preston’ın konuyla ilgili kitabında söylediklerinden daha detaylı bir biçimde bahsetmem gerekiyor. Preston’ın stratejisi şu şekilde:

  • İlk olarak, analitik felsefenin pek çok kaynakta linguistik tez adı verilen görüş üzerinden tanımlandığı gösterilir. Linguistik tez, felsefenin temelinde dil analizinin yattığını iddia eden ve felsefe için esas olanın dil analizi olduğunu öne süren görüşün adıdır. Preston kitabında analitik felsefenin linguistik tez ile karakterize edildiğini gösterme amacı taşıyan çok sayıda örnek verir.
  • İkinci olarak, analitik felsefenin ilk dönemi dahil olmak üzere analitik filozofların aslında linguistik teze bağlı olmadığı gösterilmeye çalışılır. Bu sayede aslında ortada hiçbir zaman analitik felsefe diye ayrık bir ekolün olmadığı gösterilmiş olur. Analitik felsefe hakkındaki illüzyonist tez budur. Analitik felsefe tanımı gereği linguistik tezi kabul etmelidir. Ancak bu tez analitik filozof dediğimiz kişilerce tam anlamıyla kabul edilmemiştir. Dolayısıyla analitik felsefe tanımına uyan bir felsefi gelenek hiçbir zaman var olmamıştır.

Bu eleştiri hakkında söylenebilecek pek çok şey var ancak analitik felsefenin tarihiyle ilgili ince detaylar arasında boğulmanızı istemiyorum. Burada sadece Larkin’in Preston’ın kitabına yaptığı incelemede belirttiği birkaç noktaya dikkat çekmem yeterli. İlk olarak analitik felsefenin linguistik tezle tanımlandığı iddia edilen kaynakların hemen hemen tamamı tanımlarına analitik felsefenin dil analizinden ibaret olmadığını belirten ifadeler eklemektedir. Larkin’in iddiasına göre dil analizine yapılan vurgu analitik felsefenin tam teşekküllü bir tanımını vermekten ziyade, ‘referans sabitleme’ (reference-fixing) içindir. Yani linguistik tezin kullanılması kimlerden bahsettiğimizi belirginleştirmek için kullanılan bir kısa yoldur. Geleneği tam teşekküllü bir biçimde tanımlamak için lingüistik tezi kullanmak yerine linguistik tezin analitik felsefecilerin kimler olduğunu ‘göstermemizi’, özellikle de analitik felsefenin dil analizine daha fazla ağırlık verdiği dönemlerde, sağlayan yararlı bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir.

Peki ‘geleneksel’ analitik felsefe kavrayışının felsefeyi büyük oranda ya da tamamen dil analizinden ibaret görmemesi, yani linguistik tezi kabul etmemesi, durumunda illüzyonist tezi kabul etmezsek analitik felsefeyi nasıl tanımlamalıyız? Bu durumda Preston’a göre mümkün iki alternatif var. İlki yani cins revizyonizmi (genus revisionism) analitik felsefenin yöntem ve doktrin açısından değil, bir aile ağacı şeklinde birbirlerini etkileyen filozofların bağlı olduğu sosyal/akademik bir ‘hareket’ olarak tanımlanması gerektiğini söyler. İkinci alternatif olan fark revizyonizmiyse analitik filozoflar arasında ortak olan ‘öz’ün linguistik tezin kabulü değil, başka bir görüş ya da yöntemsel araç olduğunu belirtir.

Açıkçası ben analitik felsefe geleneğine mensup filozofların görüş ve metodlar açısından birbirlerine aile benzerleriyle de bağlı olduklarını düşünmekle beraber, yani saf bir cins revizyonizmini benimsememekle beraber, cins revizyonizmi yaklaşımına da eğilim göstermekteyim. Analitik felsefe aile benzerliğiyle birbirlerine bağlı bir filozoflar topluluğunun yanı sıra birbirlerini etkileyen filozoflardan oluşan bir aile ağacını/hareketi de belirtiyor denmeli. Bunu söylememin en önemli nedeni 19. Yüzyıl öncesinde analitik felsefe diye bir şeyin olmadığını düşünmem. Analitik felsefe geleneğine mensup olmak için belli düşünürler, zaman aralığı ve coğrafi bölgeyle de doğrudan ya da dolaylı yoldan ilişkili olunması gerekiyor. Sadece yöntem ve doktrinler açısından aile benzerliğinin söz konusu olması bir filozofun analitik felsefe geleneğine mensup olması için yeterli olsaydı 19. Yüzyıl öncesinde açık yazan ve analitik felsefenin argüman formatına benzer argümanlar öne süren filozofları komple analitik felsefe kapsamına almamız gerekirdi. Ancak bunun yapılması anakronistik kaçacaktır. Hem cins revizyonisti görüş, hem de aile benzerliği görüşü analitik felsefenin tanımına dahil edilmesi gereken önemli noktalar belirtiyormuş gibi görünüyor.

5. Aziz Yardımlı’nın Eleştirisi

Aziz Yardımlı, Aaron Preston’ın kitabının Türkçe çevirisinde analitik felsefeye bazı ilginç eleştiriler yöneltiyor. Bu eleştiri de Zeynep Direk’in eleştirisi gibi uzunca alıntılanmayı hak ediyor:

Felsefe Tarihinde bir dönem kapanmakta, analitik “felsefe” tarih olmaktadır. Belki de Anglo-Saxon analitik gelenek felsefenin ne olduğunu, en azından bir “dil analizi” sorunu olmadığını, bir us ve düşünce sorunu olduğunu anlamanın eşiğine geldi demek daha doğru olacaktır. Preston’a göre, “analitik felsefeciler kendileri bile analitik felsefede bir şeylerin çok kötü bir biçimde ters gittiğini ve analitik felsefenin varoluşunun kendisinin tehlikede olduğunu kabul etmektedirler.” Bu gerçekte felsefeci kuşaklar için kurtuluş olarak görülecek bir olaydır. Ve gene de henüz erkendir, çünkü örneğin ABD’de çok yakınlara dek “Tüm Ivy League üniversiteleri (yani en iyileri), tüm önde gelen devlet araştırma üniversiteleri, tüm California Üniversitesi kampüsleri, liberal sanatlarda en iyi kolejlerinin çoğu, ikinci sınıf devlet araştırma üniversitelerinin en iyi kampüslerinin çoğu karşı durulamayacak bir yolda kendilerini ‘analitik’ olarak tanımlayan felsefe bölümleri ile övünmektedir: Akademik olarak ve profesyonel olarak analitik felsefeden daha sağlam yerleşmiş bir ‘devim’ imgelemek güçtür” (Brian Leiter). Analitik “felsefe” gerçek bir entellektüel içerik üzerine olmaktan çok felsefe tarihi konusunda tam bilgisizlik üzerine beslenen bir “hegemonya” üzerine dayanabilirdi: “İngilizce konuşan dünyanın büyük bir bölümünde, bir felsefecinin, eğer meslektaşları ne olursa olsun onu ciddi bir felsefeci olarak göreceklerse, analitik yaklaşımı paylaştığının düşünülmesi gerekiyordu.” Analitik gelenek Anglo-Saxon kültürde etik bir sorun da yarattı.

Tüm analitik felsefenin felsefi düşüncede tam bir kavramsızlık, yöntemsizlik ve dizgesizlik uğruna yapılmakta olması, felsefe tarihinin anlamsız metafizik olarak görülmesi ve dolayısıyla felsefe tarihi konusunda tam bilgisizliğin yüreklendirilmesi, ve ek olarak analitik felsefenin başlıca Anglo-Saxon kültüre sınırlı olması olgusu karşısında, yerelliğini bir “hegemonya” ile desteklemesi anlaşılabilir bir şeydir. Ama “hegemonya” felsefenin, özgürlüğün, insan değerinin bittiği yerdir. Dahası, “analitik felsefe” adının kendisi açık bir saçmalık olduğu, aslında “analitik felsefe” kendini tanımlayamadığı için, “felsefe” adı bile bir yana atılmakta ve “in the United Kingdom, United States, Canada, Australia, New Zealand, and Scandinavia, the majority of university philosophy departments today identify themselves as ‘analytic’ departments.”

Görgücülüğü ile, ruhbilimselciliği ile ve kavramsızlığı ile, “analytic philosophy has no special subject matter. You can philosophise about Tuesday, the pound sterling and lozenges (pastil ) and philosophy itself” (J. Wisdom). Ya da, Moore ile birlikte, “the concept of the sensation of yellow” üzerine felsefe yapılabilir—simgeler ile, önerme kalkülüsleri ile, sintaks kuramları ile, 0/1 Boolean mantığı ile, uylaşım mantığı vb. ile. Analitik “felsefecilik” felsefeye yabancılığı ile daha çok kültürel bir fenomen olarak, ve entellektüel olmaktan çok etik bir fenomen olarak görünür.

Gelenekçilerin ayırdedici yanlarından biri, tıpkı Viyana Çevresi pozitivistleri gibi, güçlü despotik karakterler sergilemeleridir. Kimileri için geleneğin gerçek babası olan Frege bir Nazi idi (Heidegger gibi). Ama analistlerin çoğunluğu, aralarında Maoistler de olmak üzere, Marxist eğilimde idiler. Russell “I believe that Communism is necessary to the world, and I believe … Bolshevism deserves the gratitude and admiration of all the progressive part of mankind’’ diyordu. Felsefeyi, etiği, estetiği “gizemli”nin alanına süren Wittgenstein dostları arasında “Stalinist” olarak biliniyordu ve “had strong sympathy for Stalin and the Soviet Union,” öyle bir düzeyde ki Sovyet zulmü vb. söz konusu olduğunda, “Die Leidenschaft verspricht etwas” diyordu—tutku bir şey için söz verir.

Analitik “felsefe”yi felsefi olarak çürütmek aptalcadır çünkü böyle bir “felsefe”nin varolduğunu düşünmek olanaksızdır. Kültürün tözü, sağlamlığının güvencesi “monkey see monkey do” formülü ile varlığını sürdüren gelenektir. Felsefenin bir gelenek değil bir us sorunu olduğunun anlaşılması analitik “gelenek” denilen şeyi tinin bir hatası olarak silinmeye götürür. Ama bir yanılsama arkada olumsuz bir kazanç bile bırakmaz.

Bu uzun ‘söylev’ hakkında ne düşünmeliyiz? Tek tek kilit noktalara bakalım:

Her şeyden önce bizzat Yardımlı’nın arka kapağında analitik felsefeye bu eleştirileri yönelttiği kitap analitik felsefe adı verilen geleneğin -bu şekilde ifade etmemin nedeni kitabın yazarı Preston’ın böyle bir geleneğin olduğunu reddetmesi- hiçbir zaman felsefeyi tamamen bir dil analizi sorunu olarak görmediği görüşünü savunuyor. Ancak kitabın bu konuda hata yaptığını düşünelim. Özellikle Wittgenstein, Viyana Çevresi ve gündelik dil felsefesinin bazı savunucularının felsefeyi temelde dille ilgilenen bir alan olarak gördükleri kısmen de olsa makul bir iddia. Ama analitik felsefenin kurucularının çoğunun felsefeyi dil analizine indirgemeye çalışmıyor olmaları, mesela G. E. Moore dil analizine değil, kavramsal analize başvurduğunu söyler ve felsefeyi de kavramsal analizden ibaret görmediğini açıkça belirtir, analitik felsefenin özünde linguistik tezin yatmadığını düşünmemiz için güçlü bir neden sunuyor.

Her ne kadar dil analizine verilen önem, yani linguistik tezin kabulü, çeşitli kaynaklarda analitik felsefenin tanımlanmasında kullanılmışsa da analitik felsefenin muhtemelen hiçbir döneminde, Preston’ın da kabul ettiği üzere, felsefenin tamamen dil analizinden ibaret olduğu savunulmadı. Dil analizi analitik felsefe tarihinde oldukça önemli bir yere sahipti elbet. Ama Yardımlı’nın belirttiğinin aksine analitik filozoflar felsefenin bir ‘us ve düşünce sorunu olduğunun’ her daim farkındaydılar. Analitik felsefenin dil analizi ağırlıklı ekolleri dahi dil analizini esasen bu amaca hizmet eden bir araç olarak kullanılıyordu.

Üstelik dil analizinin baskın yöntem olarak benimsenmesinin terk edilişi öyle yeni olan bir şey de değil. Aziz Yardımlı sanki bunun ‘henüz olmakta olan’ ya da ‘sonunda gerçekleşmiş olan’ bir şey olduğunu, analitik felsefecilerin ‘nihayet’ hatalarından dönmeye başladığını söylüyor. Ama özellikle 20. Yüzyıl ortalarından itibaren analitik felsefeye baktığımız zaman dil analizinin analitik felsefeye ‘hakim’ olduğunu söylememizin oldukça zor olduğunu görüyoruz. Mantıksal pozitivizmin çöküşünden bu yana felsefeyi dil analizine indirgemeye çalışan hemen hemen hiçbir görüş analitik felsefe ekolü içerisinde popüler olamadı. Hatta bunu yapmaya çalıştığı bir dereceye kadar söylenebilecek ekoller Jacques Derrida ile beraber kıta düşünürleri arasından çıktılar.

Analitik filozofların genellikle felsefe tarihine yoğun bir ilgi göstermedikleri gerçekten doğru. Bundan birazdan bahsedeceğim. Ancak bunun kendi başına analitik filozofların yaptığı türden felsefenin kötü felsefe olduğunu nasıl gösterdiği hiç de aşikar değil. Elbette felsefe tarihi konusundaki cehaletin bazı zararları var. Analitik filozofların felsefe tarihiyle ilgili söyledikleri pek çok şeyin felsefe tarihine eğilmemeleri nedeniyle yanlış olduğunu görebiliyoruz. Ama bu analitik felsefenin argümanlarının önemli bir problemini mi gösteriyor? Bunun yanıtının hayır olduğunu düşünüyorum. Analitik filozofların çoğunun yaptıkları türden felsefede felsefe tarihinin yarattığı önemli bir fark yok. Analitik filozofların felsefe tarihine eğilmemelerinin nedeni de çoğu zaman bu zaten.

Yardımlı’nın bazı tespitleri analitik felsefeye karşı oldukça ucuz zaferler kazanmayı amaçlıyor. Mesela bazı bölümlerin kendilerini ‘analitik bölümler’ olarak nitelemeleri ve felsefe kelimesinin atılmasından çıkarabileceğimiz önemli bir ders var mı gerçekten? Kıta felsefesi ağırlıklı bölümlere de “Kıta bölümleri” (continental departments) dendiğini sık sık görüyoruz.

Analitik felsefenin spesifik bir konuya sahip olmamasının neden bir problem olduğu hiç de aşikar değil. Felsefenin geneli de spesifik bir konuya sahip değil ki! Felsefe son derece genel soru kategorileriyle uğraşan bir alan. Sorulan spesifik soruların olmaması felsefe açısından bir problem mi peki? Hiç sanmıyorum. Kaldı ki Wisdom’ın her şey hakkında felsefe yapılabileceğini söylerken mübalağa yaptığını görmemiz hiç de zor değil. Eğer ortada abartı yoksa çoğu analitik filozofun Wisdom’ın sözlerine katılmayacağı kesin. Bir şekilde her konuyu felsefeye bağlamak mümkün olsa dahi analitik filozofların çoğunun belli türden, geleneksel sorular etrafında kümelendiklerini ve pastiller hakkında felsefe yapmadıklarını görüyoruz.

Yardımlı’da, analitik felsefenin mantığa ve matematiğe boğulduğu eleştirisinin bir versiyonunu görüyoruz. Ancak analitik felsefeye biraz aşinalığınız varsa bunun genel olarak yanlış bir stereotip olduğunu fark etmeniz oldukça kolay. Analitik filozofların %90’ı standart sembolik mantığın ötesinde mantık ve matematiğe ihtiyaç duymadan felsefe yapmayı rahatlıkla sürdürür. Yine de bu zaman zaman analitik filozofların gereksiz yere makalelerini sembollere boğmadıkları anlamına gelmez. Ortalığın mantık ve matematik kullanımından geçilmediği kesinlikle karşı tarafın kanıtlaması gereken bir iddia. Bunların kullanıldıkları pek çok yerde gerekli oldukları ve analitik filozofların teknik alet çantasında bulunmaları gerektiği söylenebilir. Kaldı ki analitik filozofların pek çoğu yazdıklarında temel düzeyde bile mantık ya da matematik kullanmaz. Peki Yardımlı, analitik filozofların mantık ve matematiği gereksiz yere kullanmalarına verdiği tepkinin benzerini yazdıklarını çok daha yalın bir şekilde ifade edebilecek kıta filozoflara da vermekte midir? Ben açıkçası problemin mantık ve matematik kullanımında değil, felsefe yazımını gereksiz yere karmaşıklaştırmakta olduğunu düşünüyorum. Kıta filozofları bu problemden analitik filozoflara kıyasla daha fazla muzdarip midir yoksa değil midir? Yardımlı’nın sevdiği filozofları düşünecek olursak gereksiz karmaşıklık konusunda analitik filozoflara haksızlık ettiğini söylemek gerekiyor.

Analitik felsefenin kurucularının ve geleneğe mensup meşhur filozofların ideolojilerinin konumuzla bir ilgisi yok. Faşizm ve Marksizm gibi ideolojilere mensubiyet yarışı yapmamız durumunda bu yarıştan kıta filozofların ‘galip’ geleceğine şüphe yok. Bu konu analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki tartışma açısından önem taşımıyor. Ancak analitik felsefenin ‘despotik karakteri’ni göstermek için gelenek içindekilerin ideolojilerinin kullanılmaya çalışılması, hatta Yardımlı’nın buna değinmeye gerek duyması bile oldukça ilginç ve bir o kadar üzücü. Elbette burada Yardımlı’nın Heidegger’i örnek vererek konuya ‘dengeli’ yaklaşmaya çalıştığı söylenebilir. Ancak geleneğin mensuplarının ideolojilerinin analitik felsefenin despotik bir karakter gösterdiği şeklinde yorumlanması Yardımlı’nın bunu gerçekten bir eleştiri mahiyetinde söylediğini ima ediyor.

6. Tarihsel Bağlamı ve Felsefe Tarihini Göz Ardı Etme Eleştirisi

Analitik filozoflara yapılan en ciddi eleştirilerden biri felsefe tarihini göz ardı ettikleri eleştirisidir. Bu eleştiride iddia edilen şudur: Analitik filozofların tarihteki filozofları; onların yaşadıkları toplumu ve filozofların hayatlarını işin içine sokmadan analiz etmeye çalışmaları büyük bir hatadır. Filozof tarihin bir ürünüdür. Bu yüzden de içinde bulunduğu tarihsel koşullarla beraber anlaşılmaya çalışılmalıdır. Önceki eleştiride Aziz Yardımlı’nın belirttiği noktayı hatırlayalım. Analitik filozofların felsefe tarihini anlamsız metafizik olarak gördükleri ve felsefe tarihiyle ilgili cehaleti özendirdikleri söyleniyordu. Belki de analitik filozofların felsefe tarihindeki filozofları küçümsemelerinin önemli nedenlerinden biri felsefe tarihi bilmemeleridir? Bunu biraz açayım.

Diyelim ki felsefe tarihinden bir filozofun argümanlarına bakıyoruz. Argümanda günümüz felsefesinde inanılmaz saçma bulunacak bazı kabuller olduğunu gördük. Bu durumda söz konusu filozofun ‘saçmaladığını’ mı söylemeliyiz? Söz konusu filozofun iyi bir filozof olmadığını mı düşünmeliyiz? Elbette hayır. Bir kere filozofların parçası oldukları felsefi gelenekleri, bu geleneklerin kabullerini, söz konusu kabullerin neden benimsendiğini, bu kabullerin hakim olmasına neden olan toplumsal koşulları ve bu filozofların dönemlerinin bilimsel bilgi birikiminin ne seviyede olduğunu bilmeden kendimizi o filozofun yerine koyamayız. O koşullar altında bulunan birinin, filozofun sahip olduğu düşüncelere sahip olması aslında en makul durum olabilir. Dolayısıyla bize saçma gelen şeyleri savunması söz konusu filozofun kalitesiz bir filozof olmasından değil, dönemsel kısıtlılıklardan hareket etmesinden kaynaklanıyor olabilir.

Ya da tam tersini düşünelim. Felsefe tarihinden bir filozofun inanılmaz özgün ve güçlü olduğunu düşündüğümüz bir argümanını ele aldığımızı varsayalım. Eğer felsefe tarihi bilmiyorsanız bu filozofun argümanına kaynaklık edebilecek ortam ve filozoflar hakkında bilgi sahibi değilsiniz demektir. Bu da o filozofun özgünlüğünü abartıp taraflı bir felsefe tarihi anlatısı ortaya koymanıza neden olabilir. Dahası, filozofun savunduğu görüşleri savunmasının nedeni çeşitli ideolojik ön yargıları da olabilir. Bu ön yargılardan haberdar olmadan, sadece filozofun yaratıcı tarafına odaklanmamız ciddi bir taraflılık problemi yaratabilir. Yani felsefe tarihindeki filozofları sadece olduklarından kötü filozoflar olarak görme tehlikesi değil, olduklarından daha iyi filozoflar -ve daha iyi kişiler- olarak görme tehlikesi de ciddi bir tehlike olarak karşımıza çıkıyor.

Açık konuşmak gerekirse ben bu eleştirinin güçlü bir eleştiri olduğunu düşünüyorum. Ancak bu eleştirinin analitik felsefenin bir yaklaşım olarak başarılı bir yaklaşım olamayacağını göstermekte de başarısız olduğunu düşünüyorum. Böyle düşünmemin nedenleri şu şekilde:

Analitik filozoflar felsefe tarihine nadiren değinir. Bundan dolayı analitik filozofların felsefe tarihi hakkında yanlış yorumlar yapmaları da en azından oransal olarak nadirdir. Dolayısıyla tarihsel hatalar analitik filozoflar açısından çok ciddi problemler çıkarmaz.

Bu eleştiri olsa olsa analitik filozofların felsefe tarihi hakkında yorum yaparken daha temkinli olmaları gerektiğini gösterir.

Analitik filozofların yaklaşımlarının ciddi şekilde hatalı olduğunu gösterebilmek için kıta filozoflarının göstermesi gereken şey analitik filozofların felsefe tarihi hakkında hatalar yaptıklarının ötesindedir. Gösterilmesi gereken şey analitik filozofların değindiği konular hakkında öne sürdükleri argümanların kapsamlı bir felsefe tarihi okuması yapılmaması nedeniyle kaçınılmaz bir biçimde zayıfladığıdır. Ancak analitik filozofların eserlerine göz gezdirdiğimiz zaman hiç değilse ilk bakışta tarihsel ayrıntıların onların tartışmalarına önemli bir katkı sağlayacağı iddiasını kabul etmemiz için bir gerekçemiz yok.

Analitik filozoflar, kıta filozofları gibi, sürekli büyümekte olan bir literatüre yetişmek zorunda. Kıta filozoflarının istediği türden kapsamlı bir felsefe tarihi okumasının da çok ciddi bir emek gerektirdiği aşikar. Böyle bir emek yatırımının analitik filozof açısından ciddi bir fırsat maliyeti var. Dolayısıyla kapsamlı bir felsefe tarihi okumasından ‘kaçınılmasının’ başlıca nedeni bunun fırsat maliyetinin son derece ciddi olması diyebiliriz. Benzer bir şekilde X filozofu çalışan ya da Y ekole mensup kıta filozofları da çalışmalarını büyük oranda bu ekollere yoğunlaştırıyor. Bunun sonucunda hem analitik felsefe hakkında hem de kıta felsefesinin diğer ekolleri hakkında bilgisiz olabiliyorlar. Ancak bu günümüz akademisinde neredeyse kaçınılmaz bir durum. Uzmanlaşma her alanda git gide artıyor. Dolayısıyla kıta filozoflarının analitik filozofları felsefe tarihine yıllarını vakfetmedikleri için eleştirmeleri gerçekçi olmayan bir eleştiriymiş gibi görünüyor.

7. İdeolojik Ön Yargıları Besleme Eleştirisi

Bu tür eleştiriler hiçbir zaman ‘net’ bir şekilde öne sürülmüyor ancak analitik felsefenin çeşitli ideolojik ön yargıları beslediği yönünde eleştirilere sık sık rastlıyoruz. Bu eleştirinin alabileceği birkaç biçim var.

  • İlk olarak, analitik felsefenin Anglo-Amerikan kültüre ve Aydınlanma’nın akılcılığına eleştirel bir şekilde bakmayı başaramadığı.
  • İkincisi, analitik felsefenin tarihe bakmaması nedeniyle pek çok tarihsel adaletsizliği görmezden gelebildiği eleştirisi.
  • Üçüncü eleştiriyse, analitik filozofların kendi görüşlerinin tarihin belli bir bölümünde konumlandığının farkındalığından yoksun olmakla ve kendi görüşlerinin tarih üstü bir doğruluğa sahip olduğunu iddia etmekle suçlanması.
  • Son olarak, analitik filozofların argümanları ideolojik açıdan nötr bir biçimde analiz etmeye çalışmalarının bizzat kendisinin, yani tarafsızlık çabasının bizzat kendisinin, hakim ideolojilere destek verdiği iddia edilebiliyor.

Bu eleştirilere nasıl yanıt verilebilir? Tek tek değinelim:

Analitik felsefenin Anglo-Amerikan kültürün ve Aydınlanma akılcılığının hangi unsurlarına eleştirel bakmadığı iddia ediliyor? Eğer kapitalizme ve liberalizme eleştirel bakılmadığı iddia ediliyorsa analitik felsefe geleneği içinde bunu yapmaya çalışan pek çok komüniteryen ve analitik Marksist filozof var. Analitik siyaset felsefesi genel olarak sol liberal ve egaliteryen eğilimlere sahip olsa da bu kabullere eleştirel bakılmadığı kesinlikle doğru değil.

Aydınlanma akılcılığı konusuysa daha karışık. Analitik filozoflar pozisyonları lehinde akılcı argümanlar öne sürmeleri gerektiği düşüncesine ve inandıkları şeyleri temellendirme yönündeki Aydınlanma projesine sıkı sıkıya bağlılar. Ancak onların aklın kapasiteleri konusunda Aydınlanma rasyonalistleri kadar iyimser oldukları ve aklın kapasitelerine eleştirel yaklaşmadıkları iddiası büyük bir iddia ve temellendirilmesi gerek. Bunu kabul etmek için makul gerekçelerimiz olduğunu düşünmüyorum. Çoğu filozof aklın ulaştırabileceği yer konusunda Descartes ve Leibniz gibi modern çağ rasyonalistlerinden daha kötümser.

İkinci eleştirinin ne şekilde yapıldığı pek açık değil ancak bu eleştirinin özellikle ırk ve cinsiyet meselesiyle ilgili yapıldığını görüyoruz. Bu konuların son yıllarda analitik filozoflar tarafından git gide daha fazla çalışılmasında kıta filozoflarından gelen eleştirilerin ciddi bir payı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Tarihsel adaletsizliklerin analitik felsefenin çoğu alanındaki tartışmalar açısından ne şekilde fark yaratabileceği açık değil. Ancak fark yaratacağı siyaset ve ahlak felsefesi gibi alanlarda tarihsel adaletsizlikler konusunun git gide daha fazla ön plana çıktığı söylenebilir. Gerek çeşitli azınlıklara tazminat ödenmesi ya da azınlıklara pozitif ayrımcılık yapılmasının gerekip gerekmediği, gerekse gelir dağıtımı adaleti ile ilgili tartışmalar analitik siyaset felsefesinde sık yer bulan tartışmalar arasında.

Üçüncü eleştiri pek açık değil. Görüşlerinin doğru olduğunu savunan herkes bir şekilde ‘tarih üstü doğruluk’ iddiasında bulunur. Buna kıta filozofları da dahil. ‘Tarih üstü olmayan doğruluk’ diye bir şeyden bahsetmemiz mümkün görünmüyor. Belki bu eleştiriyi analitik filozofların kendi hata yapma ihtimallerinin ne kadar yüksek olduğunun ve gelecek yüzyıllarda geçmiş filozoflar gibi görülmeleri ihtimallerinin olduğunun farkındalığından yoksun olmaları şeklinde de anlayabiliriz. Ancak bu eleştirinin de ne yapmaya çalıştığı pek anlaşılır değil. Analitik filozoflar belli görüşleri savunan monolitik bir grup değiller. Analitik filozoflarca kabul edilen görüşlere getirilen eleştiriler yine analitik filozoflardan geliyor. Analitik filozofların diğer filozofların kendi görüşlerinin doğru olduğunu savunmalarının ötesinde bir tarih üstü doğruluk iddiasında bulundukları hiç de açık görünmüyor.

İdeolojik açıdan nötr olmak ideolojik bir tutum mudur? Hakim ideolojiye çanak tutmak mıdır? Bu soruya dört yanıt vermek istiyorum. İlk olarak bazı tartışmalar ideolojik nötrlük gözetilmeden yapılırsa tartışılan konunun özü unutulup herkesin birbirlerine siyasi ithamlarda bulunduğu bir kavgaya dönüşebilir. Tartışmaların daha iyi bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için siyasi kabullerin en azından bir süre görmezden gelinmesi daha sağlıklı bir felsefi tartışma zemini yaratabilir. İkincisi, direkt olarak siyasetle ilgili olmayan tartışmaların dahi siyasi varsayımların bilincinde olarak yapılması gerekliliği ve doğruluğu hiç de aşikar değildir. Mesela karşı tarafı epistemolojik ve metafiziksel görüşlerinin ‘hizmet ettiği’, ya da ‘desteklediği’ ideoloji üzerinden eleştirmeye çalışmak basitçe ad hominem safsatasına düşmek olmaz mı? Siyasi kabullerin metafiziksel ya da epistemolojik tartışmalarla direkt bir ilgisi var mı? Belli bir ideolojinin kabul ettiği epistemolojik ve metafiziksel varsayımlarla çelişmek bir görüşü yanlış mı kılar? Bu soruların cevabı hayır gibi görünüyor. Üçüncüsü nötrlüğü nötrlüğün sonucu üzerinden değerlendirip hakim ideolojiye çanak tutmakla itham etmemiz hiç de doğru görünmüyor. Kaldı ki felsefi tartışmaların siyaseten nötrlüğünün, hakim ideolojilere çanak tutulsa bile, güncel siyasi tartışmalarda siyaseten nötr olmaya kıyasla çok ama çok daha önemsiz olduğunu düşünecek olursak analitik felsefe tartışmalarının siyasi nötrlüğünün herhangi bir felakete yol açmayacağını söylememiz makul görünüyor. Bu tartışmaların çoğu kitlelere erişmeyen, akademik tartışmalar zira. Son olarak siyasetin her yerde olması, siyasi tartışmaların değersizleşmesine yani enflasyona uğramasına neden oluyor. En ufak olayın ve her türden görüşün politize edilmesi gerçekten politize edilmesi gereken olayların arada kaynamasına ya da önemlerini yitirmesine neden olabilir. Politik alanı sınırlamak, politik alana hak ettiği önemi vermemizi sağlayabilir pekala. Bazı görüşlerin siyasi imalarının göz ardı edilmesi, siyaseten daha önemli olan konulara verdiğimiz kıymetin aşınmaması için daha doğru olabilir.

Kıta Felsefesine Yapılan Eleştiriler

Analitik felsefeye yapılan eleştirileri gördük. Şimdi de kıta felsefesine analitik felsefe kampından yapılan eleştirilere bakalım.

1. Kıta Felsefesi sadece edebiyat yapıyor ve argüman öne sürmüyor

Analitik kamptan kıta felsefesine yapılan en yaygın eleştirilerden biri kıta filozoflarının ‘edebiyat yaptıkları’ ve herhangi bir argüman öne sürmedikleridir. Ancak bu eleştirinin yerinde olmadığı açıktır. Belki kıta felsefesinde sistematik argümanların analitik felsefedeki gibi öncülden sonuca giden biçimde kolay kolay görülmediği doğrudur. Ama bu kıta felsefesinde argüman olmadığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Sadece kıta filozofları değil, pek çok analitik filozof da öncülden sonuca düzenli bir şekilde giden argümanlar kullanmamaktadır. Dahası; Spinoza, Kant, Hegel, Husserl, Heidegger ve kıta felsefesine yaslanan feminist filozofların pozisyonları lehinde hiçbir argüman öne sürmediklerini iddia etmemiz mümkün değildir. Argümanlarla akıl yürütmelerin kolayca metinlerde ‘seçilemediği’ doğru olsa bile bu, kıta felsefesi metinlerinin sadece edebiyat içerdiğini ve argüman içermediğini göstermez. Bu eleştiri bence kıta filozoflarına karşı fazla kolaya kaçıyor. Dahası, analitik felsefe savunucularının bu argümana başvurmaları kıta kampının ‘Metinler üzerinde zaman harcamadığınız için argüman yok diyorsunuz’ şeklindeki eleştirilerine de haklı olarak davetiye çıkarmaktadır.

2. Kıta Felsefesi üslubu nedeniyle sorunlu

Kıta felsefesinde argüman olmadığı eleştirisinden daha ciddi bir eleştiri, kıta filozoflarının üsluplarının kapalı olmasından yola çıkıyor. Özellikle Kant, Hegel, Heidegger ve Derrida gibi bazı kıta filozofları yazdıklarının kapalı ve anlaşılmaz olmasıyla sıklıkla suçlanıyor. Üstelik bazı durumlarda söz konusu kıta filozofları bunu kabul de ediyorlar. Kıta felsefesinin pek çok meşhur filozofunun yorumlanması hususunda hala ciddi tartışmaların olması da bu durumun bir kanıtıymış gibi görünüyor. Ya da bu gerçekten böyle mi?

Burada söylenebilecek şeylerden biri kıta felsefesi geleneğine dahil edilmemelerine rağmen yorumlanmaları ile ilgili pek çok tartışma olan başka filozofların da olmasıdır. Descartes, Leibniz, Hume gibi filozofların nasıl yorumlanacağına dair tartışmalar hala sürmektedir. Bunun nedeni nedir? En azından Descartes ve Hume’un yalın yazan filozoflar oldukları söylenebilir. Yalın yazan filozofların eserleri dahi yüzyıllardır tartışılageliyorsa demek ki yorum tartışmaları bir filozofun yalın yazıp yazmaması konusunda bir kriter olarak alınmamalı.

Ancak bu noktada analitik filozofların kıta filozoflarını üslupları nedeniyle eleştirirken kıta felsefesini analitik felsefeyle kıyasladıklarını hatırda tutmamız gerekiyor. Kıta filozoflarına nazaran analitik filozofların terimlerini dikkatle tanımlamaya ve yalın yazmaya daha fazla önem verdikleri aşikar. Geçmişte en açık yazan filozoflar dahi açıklığa günümüzdeki analitik filozoflar kadar önem vermiyordu. Bu nedenle geçmiş standartlara göre açık yazmış filozofların yazdıklarının bile pek çok noktayı karanlıkta bıraktığı söylenebilir. Bu yorum tartışmalarının nedeni de yorum tartışmalarının kaçınılmaz olması değil, pek çok noktanın eski filozoflar tarafından karanlıkta bırakılmış olması gibi görünüyor. Dolayısıyla analitik filozoflar felsefenin yazım tarzı açısından geçmişin en açık filozoflarının yazım tarzlarına kıyasla bile ilerleme kaydettiğini söyleyecek ve bu yorum tartışmalarının kaçınılmaz olduğunu reddedecektir.

Burada bir diğer nokta da kıta filozoflarının kapalı yazmalarıyla neyin kastedildiğiyle ilgili. Eğer kıta filozofları sadece yazdıkları konunun karmaşıklığı ve terminoloji nedeniyle karmaşık yazıyorsa eserlerinin karmaşıklığının kaçınılmaz olduğunu ya da hiç değilse kısmen gerekli olduğunu iddia edebiliriz. Ancak kıta filozoflarının yorumcularının kitaplarına göz atmamız durumun bundan ibaret olmadığını kolayca göz önüne serer. Pek çok tartışmalı pasaj sadece alana aşina olmayanlar tarafından değil, bizzat alanın uzmanları tarafından da anlaşılmaz ve farklı yerlere çekilebilir niteliktedir.

Bir gelenekte bu tarz yorum tartışmalarının az olması onun bir erdemi olarak görülmeli midir? En azından analitik filozoflar bunun böyle görülmesi gerektiğini söyleyecektir. Felsefi eserler tartışılmaları ve düşünceye katkı sağlamaları için yazılırlar. Dolayısıyla felsefe eserlerinin kaçınılmaz karmaşıklık düzeyinin ötesine geçmeden, yorumlamayı kolaylaştıracak açık bir üslupla yazılmaları gerektiğini söylemek makul görünüyor. Bu noktada analitik felsefenin kıta felsefesine kıyasla avantajlı olduğu da en azından bana, analitik felsefeyle uğraşan hemen hemen herkes gibi, bariz görünüyor.

3. Kıta Felsefesi içine girilmesi zor olduğu için sorunlu

Bazı kıta filozoflarının takipçileri belli filozofları okumak için yıllarca felsefe tarihi ve yine yıllarca da filozofun kendisini çalışmamız gerektiğini söylüyor. Kıta filozoflarında olduğu düşünülen ‘anlaşılmazlık’, bu filozofların belli bir uzmanlığı gerektirmesinin ürünü olarak görülüyor. Ancak analitik filozoflar pek çok kıta filozofunu tam da bu nedenle eleştiriyorlar.

Şöyle ki, okunacak tonla kitap ve yapılacak tonla şey var. Okuduğunuz her kitap zamanınızı başka kitaplar okumak için kullanamamanız anlamına geliyor. Kıta felsefesi geleneğinden filozofların pek çoğunu anlamak ciddi bir zaman yatırımı gerektiriyorsa, kıta felsefesine girmemizin fırsat maliyetinin oldukça yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda analitik filozofları kıta felsefesine aşina olmamaları nedeniyle suçlamamız ne derecede makul olur? Analitik felsefeye dair pek çok temel eser okunması ya da hiç değilse temel iddialarının anlaşılması görece kolay eserler. Yani hiç değilse temel tartışmaların öğrenilmesi kıta felsefesine kıyasla oldukça kolay. Eğer kıta filozofları veya kıta geleneğini savunanlar analitik felsefe geleneğinin savunucularını kendilerini anlamamakla ve görüşlerini yanlış yorumlamakla suçluyorlarsa, geleneğe girişin oldukça zor olması nedeniyle suçun bir bölümünü de kendilerinde aramaları gerektiği doğru görünüyor. Pek çok kıta filozofu tam olarak anlaşılmak istemiyormuş gibi görülebiliyor.

Bu noktada analitik filozofların kıta filozoflarına kıyasla daha az tembel olduklarını iddia etmiyorum. Neticede kıta filozoflarını uzmanlarının basit bir dille anlattığı ikincil kaynakların sayısı da oldukça bol. Ancak analitik filozoflar hiç değilse okuyucuları tarafından daha fazla anlaşılmaya çalışıyor ve bu anlaşılabilirlik durumu birincil kaynaklar için de geçerli.

4. Kıta felsefesinin doğa bilimlerinden uzak olması ve doğa bilimlerine karşı kötümserliği

Kıta felsefesine yapılan en popüler eleştirilerden biri kıta felsefesinin doğa bilimlerden uzak olduğu eleştirisidir. Kıta felsefesi hangi anlamda doğa bilimlerinden uzak olmakla itham ediliyor? Kıta felsefesinin objektif bilginin imkanını reddettiği şeklindeki ithamlardan bir sonraki başlıkta bahsedeceğim. Burada özellikle 2 eleştiriden bahsedeceğim. İlk eleştiri kıta filozoflarının değinmeleri gereken konularda dahi bilimlerle içli dışlı olmayı reddetmeleri yüzünden bilimlere duyarsız olmakla suçlanmaları. Gerçekten de analitik felsefede gördüğümüz şekliyle fizik, biyoloji, nöroloji ve bilişsel bilimler felsefesi alanlarına kıta geleneğinde rastlayamıyoruz gibi görünüyor. İkinci eleştiriyse kıta filozoflarının bilimlere ve bilimlerin gerçeğe ulaşma kapasitesine fazlasıyla şüpheci yaklaştıkları eleştirisi. Bu eleştiriye dair pek çok örneği kıta filozoflarından alıntılarla destekleyen Erdinç Sayan’ın makalesinde görüyoruz. Sayan, Bergson ve Heidegger gibi kıta filozoflarının bilimin gerçekliğe ulaşma kapasitesine dair kötümserliğini belirten alıntılar yapar. Bilimin erişemeyeceği bir takım hakikatlerin olduğu, bilimin teknolojiden ibaret olduğu, hatta Heidegger tarafından ‘ruhun hadım edilmesi’ türü ifadelerle kötülendiği ifade edilir. Teknolojiye eleştirel bakış da kıta felsefesinde oldukça yaygındır.

Bu noktada Sayan kıta filozoflarının kendilerini saldırdıkları şeyin bilimin kendisi değil, bilimcilik olduğunu söyleyerek savunduklarını belirtiyor. Ancak Sayan bu savunmanın kıta filozofları tarafından yapılan bir tür ‘takiye’ olduğunu belirtirken ben o kadar ileri gidemeyeceğimizi düşünüyorum. Dahası, kıta filozofları arasında Heidegger’de görülen türden bilime karşı aşırı denebilecek kötümserliğin ne kadar yaygın olduğu da bariz değil. Kıta filozoflarının bilimle ilgili olarak analitik filozoflara kıyasla çok daha fazla kötümser oldukları doğru olmakla beraber bazı örnekler dışında ‘düpedüz bilim karşıtlığının’ ne kadar yaygın olduğunu bilmemizin bir imkanı yok. Ama yine de bunun kıta felsefesinde çok daha yaygın olduğu söylenebilir.

5. Görecelilik eleştirileri

Kıta felsefesinde objektif gerçek ve objektiflik gibi kavramlara ciddi bir karşı çıkışın olduğu iddiası sık sık dile getiriliyor. Kıta felsefesi sahiden de göreceliliğin yaygın bir şekilde görüldüğü bir ekol mü?

Bu noktada söyleyebileceğim ilk şey en azından analitik felsefeye kıyasla kıta felsefesi geleneğinde görecelilik savunucusu eğilimlerin daha fazla yer tuttuğu. Ancak bu, kıta filozoflarının büyük oranda görecelilik savunucusu olduğu anlamına da gelmiyor. Zaten bu yüzden analitik felsefe ve kıta felsefesi arasındaki farklara objektif olabilme yeteneğimizin ve objektif gerçek fikrinin reddini eklemedim. Ama kıta felsefesinin özellikle objektif bir şekilde araştırma yapabilme yeteneğimize ve objektif gerçeklik kavramına dair kötümserliğinin analitik felsefeye kıyasla çok daha fazla olduğunu da düşünüyorum.

6. Kıta filozofları belli filozofları putlaştırıyor

Kıta felsefesinde belli filozoflara odaklanarak felsefe yapmanın çok daha yaygın olduğunu söylemiştim. Bazı durumlarda kıta filozoflarının belli filozofları yıllarca çalışmalarının çeşitli sorunlar yarattığı söylenebilir. Mesela bir filozofa çok fazla bağlanılması durumunda ona objektif yaklaşma yeteneğimizin azalacağı söylenebilir. Kıta felsefesinde belli filozofların felsefeleri etrafında kümelenmiş çok sayıda akademik çevrenin olduğu ve bu çevrelerin entelektüel ‘yankı odalarına’ (echo chamber) dönüştüğü eleştirisi yapılabilir.

Bu eleştirinin kıta felsefesinin geneline mi yoksa belli kıta felsefesi çevrelerine mi yapılması gerektiği tartışmalı. Ancak tek bir filozof çevresinde kümelenmiş olmanın tek başına dogmatizme götürmeyeceği bariz görünüyor. Dahası, analitik felsefede de benzer kümelenmelerin resmen filozoflar çevresinde gerçekleşmese de fikirler/doktrinler çevresinde gerçekleşmesi mümkün görünüyor.

Sanırım burada bu eleştiriyi genelleştirmek için ampirik verilere başvurmak veya hiç değilse alan içi deneyime başvurmak gerekiyor. Hem analitik felsefe hem de kıta felsefesi geleneklerine mensup akademik çevrelere aşina olup ikisini de tecrübe etmeden bu eleştiriyi ikna edici bir hale getirmek zor. En azından analitik felsefe çalışan bazı akademisyenlerin duyduğum kadarıyla bu kişilerin tecrübelerinin ‘yankı odası’ durumunun kıta felsefesi çevrelerinde daha kötü olduğu yönünde olduğunu söyleyebilirim. Ancak sistematik bir eleştiri için bunun yeterli olmadığı da aşikar. Nitekim pek çok kıta filozofu da analitik filozofları kıta geleneğine karşı ön yargılı olup bir yankı odasında olmakla suçluyor. Taraflardan hangisinin haklı olduğuna her iki akademik ortamda da bulunup kendiniz karar vermelisiniz.

7. Kıta filozofları analitik felsefe hakkında yeterince bilgi sahibi değiller

Analitik felsefeyi mantıksal pozitivizmle özdeşleştiren, ‘devrinin geçtiğini’ beyan eden kıta geleneğine mensup filozofların sayısı beni kıta filozoflarının en azından analitik felsefenin şu andaki durumundan habersiz olduğunu düşünmeye itiyor. Ancak bu kıta felsefesine yapılabilecek bir eleştiri mi? Pek sanmıyorum. Çoğu akademisyen alanının dışındaki konuları pek bilmiyor. Buna analitik filozoflar da dahil. Kaldı ki uzman olmak için diğer alanlara verebileceğiniz zamandan da feragat etmeniz gerek. Analitik filozoflar da pekala aynı şekilde kıta felsefesini bilmemekle suçlanabilirler. Bence burada tarafların birbirlerini alan konusunda bilgisizlikle suçlamaktan ziyade diyalog çabalarını artırmaları gerekiyor. Mesela Türkiye’de analitik felsefe ve kıta felsefesi ayrımına dair bir sempozyum olsa, geleneklerin mensupları birbirleriyle metafelsefi meseleleri tartışsa bundan iki gelenek de yararlanmaz mıydı? Ancak gerek akademinin yoğunluğu, gerekse geleneklerin mensuplarının birbirlerinden pek haz etmiyor oluşları bu tür bir diyaloğun önüne taş koyuyor.

Analitik Felsefe Türkiye’de Neden Popüler Değil?

Bu yazının son bölümünde analitik felsefenin Türkiye’deki durumuna dair nispeten spekülatif bazı tespitler yapmak istiyorum. Türkiye’de analitik felsefe ağırlıklı diyebileceğimiz felsefe bölümlerinin sayısı oldukça az. Felsefeyle ilgili popüler dergilere, çeviri metinlere ve yazılan kitaplara baktığımız zaman da analitik felsefenin kıta felsefesine kıyasla çok daha sönük bir varlığı olduğunu görüyoruz. Ancak bunun nedeni nedir? Eğer Dünya genelinde durum bu olsaydı Türkiye’nin Dünya geneli trendleri takip etmesi nedeniyle analitik felsefenin popüler olmadığını söyleyebilirdik. Ancak Dünya geneline baktığımız zaman akademik sıralamalarda ilk 500’de olan felsefe bölümlerinin büyük bir kısmının analitik geleneğe ağırlık veren okullar olduklarını görüyoruz. Benzer bir durum akademik felsefe yayınlarında da geçerli. Etki faktörü en yüksek akademik yayınların büyük bir bölümü analitik felsefeye ayrılmış durumda. Hal böyleyken durum Türkiye’de neden bunun tam tersi şekilde? Dünya geneli trendden sapılmasını açıklayan çeşitli, Türkiye’ye has nedenler olmalı.

Bu noktada tahminde bulunmak için koltuk felsefesine -yani ampirik verilere dayanmadan oturduğunuz yerden düşünerek felsefe yapma etkinliğine- benzer bir şekilde koltuk sosyolojisi ve tarihi yapmak durumundayım. Ne yazık ki analitik felsefenin Türkiye’de yaygın olmayışını açıklamaya yönelik akademik herhangi bir girişime rastlamadım. O nedenle elimden gelenin en iyisini yaparak bu konuda kendim bir takım iddialar öne süreceğim. Şimdi analitik felsefenin Türkiye’de popüler olmamasıyla ilgili çeşitli açıklamaları değerlendirelim:

1. Dil Bariyeri

Hemen devre dışı bırakabileceğimiz açıklamalardan biri analitik felsefenin popüler olmamasını dil bariyeri ile açıklıyor. Bu açıklamaya göre İngilizce bilen kişilerin sayısının azlığından ve analitik felsefeye dair Türkçe kaynakların kısıtlılığından dolayı analitik felsefe Türkiye’de popülerleşemedi.

Bu açıklama akademi dışındaki kişilerin kendi kendilerine analitik felsefe hakkında bilgi edinememelerini nispeten açıklıyor olsa da analitik felsefenin Türkiye’deki mevcut durumunu açıklamaya yetmiyor. Açıklamamız gereken şey çevirilerin, akademisyenlerce yazılan eserlerin ve felsefe akademisyenlerinin arasında analitik felsefenin neden popüler olmadığı. Dil bariyeri bunları açıklayamıyor. Zira akademisyenlerimizin büyük bir bölümü İngilizce biliyor ve yurt dışındaki gelişmeleri takip etmelerine engel teşkil edecek türden bir dil bariyeri bu nedenle söz konusu değil. Dahası, kıta felsefesinin Almanca ve Fransızca olan ana eserlerinin aksine analitik felsefenin ana eserleri İngilizce olduğu için kıta felsefesi için dil bariyerinin daha da ciddi bir problem olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle dil bariyeri açıklaması başarılı bir açıklama değil.

2. Pozitivizmin Gözden Düşüşü

Pozitivizmin gözden düşüşünün analitik felsefenin Türkiye’de popülerleşememesini nasıl etkilediğini görmeden önce pozitivizm hakkında birkaç şey söylemeliyiz.

Başlangıcında pozitivizmin bilimin yapabileceklerine dair ciddi bir iyimserliği merkeze alan bir felsefe olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür pozitivizm bilimsel ilerlemenin aynı zamanda toplumsal ve ahlaki ilerlemeyle beraber dogmatik düşüncelerden arınmayı da beraberinde getirdiğini iddia eder. Bu pozitivizm türünün Cumhuriyet’in kurucuları üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu biliyoruz.

Pozitivizmin bizim konumuzla daha ilgili olan bir başka türüyse Nazi Almanyası’ndan kaçarak İstanbul Üniversitesi’ne gelip felsefe bölümüne gelen Hans Reichenbach ile ilişkilidir. Reichenbach’ın etkisi; Nusret Hızır, Halil Vehbi Eralp, Cemal Yıldırım ve Hüseyin Batuhan gibi felsefeciler aracılığıyla Türkiye felsefesinde hissedilmiştir. Hüseyin Batuhan daha sonraları Teo Grünberg’le beraber ODTÜ Felsefe Bölümü’nü kurar. Reichenbach ve onun yetiştirdiği öğrencilerin Türkiye’de bir dönem analitik felsefenin başlıca temsilcileri olduklarını söyleyebiliriz.

Ancak Reichenbach ile Türkiye’ye gelen pozitivist felsefenin etkisi 20. Yüzyıl’ın sonraki yıllarında azalıp yok olmuştur. Reichenbach’ın Türkiye’ye geldiği yıllar Dünya’da mantıksal pozitivizmin etkisinin azalmaya başladığı yıllara denk gelmektedir. Reichenbach’ın etkisinin Türkiye’de pozitivizme eğilimli bir analitik felsefe anlayışının yerleşmesine neden olması mümkün müdür? Mesela Türkiye’deki, analitik felsefe dışı akademisyenlerin Reichenbach nedeniyle analitik felsefeyi pozitivizmle özdeşleştirmiş olmaları ve pozitivizmin düşüşüyle beraber analitik felsefenin de ciddiyetini yitirmiş olduğu hissiyatına kapılmaları mümkün müdür? Peki Reichenbach’ın yetiştirdiği veya etkisi altında bıraktığı akademisyenlerin pozitivizme eğilim gösterip bu anlayışı sürdürmeleri nedeniyle yurt dışındaki analitik felsefe içindeki pozitivizm karşıtı gelişmelerin Türkiye’ye gelmemiş olması söz konusu olabilir mi? Özellikle o dönemlerde yurt dışı kaynaklarının takip edilmesinin ne kadar zor olduğu düşünülürse Reichenbach’ın Türkiye’deki analitik felsefe algısı üzerindeki etkisinin ortadan kalkmasının ne kadar zor olabileceği aşikardır.

Bütün bunlar nedeniyle Türkiye’de analitik felsefe mantıksal pozitivizmle özdeşleştirilmiş ve o yıllarda bilgiye erişimin zorluğu nedeniyle mantıksal pozitivizm dışı analitik felsefenin ülkeye girişi konusunda sıkıntı ortaya çıkmış olabilir. Pozitivizmin düşüşü de, özellikle pozitivizmden etkilenen filozoflar Türkiye’de analitik felsefenin ilk döneminde ağırlık gösterdiği için, analitik felsefenin artık ‘geride kaldığı’ izlenimini yaratmış olabilir.

3. Cumhuriyet’in Kuruluş Dönemi ve Öncesinde Avrupa Sempatisi

Cumhuriyet öncesinde yayılmakta olan Frankofon kültürü, Fransız laikliği/milliyetçiliği ve 1. Dünya Savaşı sırasında Almanya ile müttefikliği düşünelim. Hem Fransa’nın hem de Almanya’nın gerek teknik, gerek entelektüel açıdan Cumhuriyet dönemi entelektüel iklimi üzerinde ciddi etkileri varmış gibi görünüyor. Dahası muhafazakar olmayan Cumhuriyet dönemi aydınlarının pek çoğu medeniyeti ABD-İngiltere’den ziyade Kıta Avrupası medeniyetiyle özdeşleştiriyordu denebilir. Hele ki İngiltere’nin ‘baş düşman’ olarak görüldüğü yıllarda Fransa ve Almanya’nın üstümüzdeki etkisinin İngiltere’den daha fazla olması işten bile değil.

Bir nevi denebilir ki o dönemlerde ‘medeniyet’ dendiğinde akla ABD ve İngiltere değil, Fransa ve Almanya ile beraber Kıta Avrupası geliyordu. Bu nedenle felsefede de Fransız ve Alman felsefesinin etkisi güçlü bir şekilde hissedilmiş olabilir. Bu durum aynı zamanda ağırlıklı olarak ABD ve İngiltere’de hakim olan analitik felsefe geleneğinin Türkiye’ye gelmesine engel olmuş olabilir.

4. 80’lerden İtibaren Çeşitli Sol Düşünce Kuruluşlarının ve Yayın Evlerinin Faaliyetleri

Türkiye’de entelektüel iklime özellikle sol ideolojileri savunan düşünce kuruluşlarının ve İslami düşünce kuruluşlarının hakim oldukları söylenebilir. Özellikle 80’lerden itibaren sol ideolojileri savunan pek çok sivil toplum kuruluşu ve yayın evinin kıta felsefesinin klasik eserlerini Türkçeye kazandırdıkları aşikar.

Burada elbette yapılan şeyi yermek ya da ideolojik bir tespitte bulunmak istemiyorum. Sadece kıta filozoflarının geniş anlamda sol düşünce kuruluşları ve yayın evleri tarafından Türkiye’ye tanıtıldıklarını belirtiyorum.  Burada söz konusu yayın evi ve sivil toplum kuruluşlarına bir eleştiri getirmediğimi belirtmem gerek. Ayrıca niyetimin yanlış anlaşılabileceğini düşünerek yayın evi ve düşünce kuruluşu ismi vermemin de doğru olmayacağını düşünüyorum.

Bu kuruluşların faaliyetleri sadece akademiyi değil, popüler kültürdeki felsefe algısını da ciddi oranda şekillendirmiş gibi görünüyor. Bu durum kıta felsefesinin yayılmasını hızlandıran bir pozitif geri besleme döngüsü yaratıp analitik felsefenin Türkiye entelektüel ikliminde yer bulamamasına, insanların bu geleneği araştırmamalarına neden olmuş olabilir.

5. İslami Camianın Getirdiği Kıta Felsefesi Düşünürleri

İslami camianın ve ilahiyat çevrelerinin de belli kıta filozoflarının Türkiye’ye gelmesinde önemli rolleri vardır. Mesela geçmişte idealizm/materyalizm tartışmaları ilahiyat çevrelerinin ciddi mesai harcadığı tartışmalardandı. Özellikle Bergsonculuk, muhafazakar çevrelerde önemli bir etkiye sahipti. Bergson’un eserleri Türkçe’ye çevrildi ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da yayınlandı. Mustafa Şekip Tunç ve Nurettin Topçu’nun Bergsoncu düşüncenin yayılmasında önemli bir etkisi oldu.

Çok sonraları analitik din felsefesinin ilahiyat çevrelerine girişi Mehmet Aydın’ın meşhur Din Felsefesi ders kitabıyla beraber gerçekleşti. Bu kitaptan önce Türkiye’deki din felsefesi çalışmalarının felsefe tarihi, özellikle İslam felsefesi tarihi, ve kıta felsefesi ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz. 


Kaynaklar ve İleri Okuma

  1. Z. Direk. Türkiye’de Türkçe’de Felsefe. (2013, Ocak 31). Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2019. Alındığı Yer: Zeynep Direk’in yazıları ve konuşmaları
  2. A. Preston. Analytic Philosophy. Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2019. Alındığı Yer: Internet Encyclopedia of Philosophy
  3. Felsefe. Analitik Felsefe (Çözümleyici Felsefe) Nedir, Ne Demektir?. Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2019. Alındığı Yer: felsefe.gen.tr
  4. Nedir. Analitik Felsefe Nedir?. Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2019. Alındığı Yer: nedir.org
  5. C. Şengör. Bir Elit Bilim İnsanı: Prof. Dr. Celal Şengör – Bölüm 11 | Günümüzün Felsefesi. (2018, Kasım 04). Alındığı Tarih: 20 Ağustos 2019. Alındığı Yer: Youtube
  6. A. Preston. (2017). Analitik Felsefe: Bir Yanılsamanın Tarihi. ISBN: 9753971898. Yayın Evi: İdea Yayınevi.
  7. W. Larkin. ‘Analytic Philosophy: The History Of An Illusion’ Kitap Incelemesi. (2008, Nisan 15). Alındığı Tarih: 23 Ağustos 2019. Alındığı Yer: Notre Dame Philosophical Reviews
  8. A. Preston. Moore, George Edward. Alındığı Tarih: 23 Ağustos 2019. Alındığı Yer: Internet Encyclopedia of Philosophy
  9. Erdinç Sayan. (2019). Kıta Felsefesi — Bilim Ve Akla Muhalefet Çabasındaki Bir Felsefe Geleneğinin Eleştirisi. .

1 Yorum

  1. Merhaba,
    Zahmetli diye felsefe tarihini okumaya anlamaya çalışmamak belki bir tercih olabilir ama karşı argüman olarak sunulması garip olmuş. Daha bir çok noktada savunulan karşı argümanların temellendirilmesi yetersiz kalmış bence, mesela anlaşılır olmama gibi, bunu kıta felsefesinin kendi anlaşılır olmamasının nedenini birazda kendine araması gibi bir sonuç ile eleştirmek de aynı şekilde garip olmuş. Başka bir açıdan burada kişisel yetersizliğimizin, zaman azlığımızın, araştırma sürelerinin uzunluğunun savunma olarak sunulması, en basit tabirle tembelliğin karşı argüman olarak sunulduğunu düşündürüyor.
    Teşekkürler.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Felsefe Röportajları #2 Kemal Batak

Sonraki Gönderi

Ahlaki Bozukluğu Önlemek İçin İnsanları Sherlock’un Gördüğü Gibi Görmeyin! – Rima Basu

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü