Clamdigger 1935 by Edward Hopper. Courtesy Sharon Mollerus/Flickr

Başkalarıyla Birlikte Olmadan Önce Tek Başına Olmayı Öğrenin- Jennifer Stitt

//
869 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

1840 yılında Edgar Allan Poe, gün batımından şafağa kadar Londra sokaklarında dolaşan yaşlı bir adamın ‘çılgın enerjisini’ tanımlamıştı. Dayanılmaz çaresizliği ancak kendini şehir sakinlerinin çalkantılı kalabalığına bırakarak geçici olarak hafifleyebiliyordu. “Yalnız kalmayı reddediyor,” diye yazmıştı Poe. O ‘derin suçun tipi ve dehasıdır… O kalabalığın adamıdır’.

Çağlar boyunca pek çok şair ve filozof gibi Poe da tek başınalığın önemini vurgulamıştı. İnsanın kendisiyle baş başa kalma kapasitesini kaybetmesinin, kalabalığa kapılmanın ve kişinin tekilliğini insanın aklını uyuşturan bir uyumculuğa teslim etmesinin ‘çok büyük bir talihsizlik’ olduğunu düşünüyordu. Yirmi yıl sonra, yalnızlık fikri Ralph Waldo Emerson’ın hayal gücünü biraz daha farklı bir şekilde ele geçirdi: Pisagor’dan alıntı yaparak şunları yazdı: ‘Sabahleyin – tek başınalık; … Doğa hayal gücüyle konuşabilir, ama bunu asla biri yanımızdayken yapmaz. Emerson, en bilge öğretmenleri, öğrencilerine ‘ciddi ve soyut düşünceyi’ mümkün kılan alışkanlıklar olan ‘tek başınalık dönemlerinin ve alışkanlıklarının’ önemini vurgulamaya teşvik etmiştir.

20. yüzyılda yalnızlık fikri Hannah Arendt’in düşüncesinin merkezini oluşturmuştur. Nazizm’den kaçarak Amerika Birleşik Devletleri’ne sığınan bir Alman-Yahudi göçmeni olan Arendt, hayatının büyük bir bölümünü birey ve toplum (polis) arasındaki ilişkiyi inceleyerek geçirmiştir. Ona göre, özgürlük hem özel alana (vita contemplativa) hem de kamusal, politik alana (vita activa) bağlıydı. Özgürlüğün, insanın toplum içinde kendiliğinden ve yaratıcı bir şekilde hareket etme kapasitesinden daha fazlasını gerektirdiğini anlamıştı. Aynı zamanda, tek başınalık bireye eylemlerini düşünme ve vicdanını geliştirme, kalabalığın kakofonisinden kaçma ve nihayet kendi düşüncesini duyma gücü verdiği özel alanda düşünme ve yargılama kapasitesini de gerektiriyordu.

1961’de The New Yorker, Arendt’i Holokost’un organizasyonuna yardım eden bir Nazi SS subayı olan Adolf Eichmann’ın davasını takip etmesi için görevlendirdi. Bir insan nasıl olur da böyle bir kötülük yapabilirdi, bilmek istiyordu. Şüphesiz sadece kötü bir sosyopat Shoah’ya katılabilirdi. Ancak Arendt, Eichmann’ın hayal gücünden yoksunluğu, kusursuz gelenekselliği karşısında şaşırmıştı. Eichmann’ın eylemleri şeytani olsa da Eichmann’ın kendisinin ‘oldukça sıradan olduğunu, ne şeytani ne de canavarca olduğunu’ savunmuştu. Onda sağlam ideolojik inançlara dair hiçbir işaret yoktu. Arendt, onun ahlaksızlığını- suç işleme kapasitesini, hatta hevesini- ‘düşüncesizliğine’ bağladı: Eichmann’ın toplu katliama katılmasına izin veren şey, durup düşünememesiydi.

Tıpkı Poe’nun kalabalığın içindeki adamın derinlerinde uğursuz bir şeylerin gizlendiğinden şüphelenmesi gibi, Arendt de bunun farkına varmıştı: (Ne söylediğimizi ve ne yaptığımızı incelediğimiz)  ‘sessiz ilişkiyi bilmeyen bir kişi, kendisiyle çelişmekten çekinmeyecektir ve bu da söylediklerinin ya da yaptıklarının hesabını asla veremeyeceği ya da vermeye istekli olmayacağı anlamına gelir; ne de herhangi bir suç işlemekten çekinecektir çünkü bir sonraki anda unutulacağına güvenebilir. Eichmann, Sokratik öz-düşünümden kaçınmıştı. Eve, kendisiyle tek başınalık durumuna dönmeyi başaramamıştı. Vita contemplativa‘yı bir kenara bırakmış ve böylece şeylerin anlamını incelemesine, gerçek ile kurguyu, doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt etmesine olanak tanıyacak temel soru-cevap sürecine girmeyi başaramamıştı.

“Yanlış yapmaktansa yanlışa katlanmak daha iyidir,” diye yazmıştı Arendt, “çünkü acı çekenin dostu olarak kalabilirsiniz; kim bir katilin dostu olmak ve onunla birlikte yaşamak ister ki? Başka bir katil bile değil. Bu, düşünmeyen insanların canavar olduğu ve dünyanın hüzünlü uyurgezerlerinin yalnızlık içinde kendileriyle yüzleşmektense cinayet işlemeyi tercih edecekleri anlamına gelmez. Eichmann’ın Arendt’e gösterdiği şey, toplumun ancak düşünme faaliyetiyle -tek başınalık gerektiren bir faaliyetle- meşgul olan bireylerden oluşması halinde özgürce ve demokratik bir şekilde işleyebileceğiydi. Arendt, ‘başkalarıyla birlikte yaşamanın insanın kendisiyle birlikte yaşamasıyla başladığına’ inanıyordu.

Peki ya tek başınalığımız içinde yalnızlaşırsak? Arkadaşlığın zevklerinden koparak izole bireyler haline gelmemiz gibi bir tehlike yok mu? Filozoflar uzun zamandır yalnızlık ve tek başınalık arasında dikkatli ve önemli bir ayrım yapmışlardır. Platon, Devlet kitabında (MÖ 380 civarı) Sokrates’in yalnız filozofu kutladığı bir benzetme sunar. Mağara alegorisinde filozof, bir yeraltı ininin karanlığından- ve diğer insanların arkadaşlığından- tefekkürün güneş ışığına kaçar. Tek başına olan ama yalnız olmayan filozof, kendi iç benliğine ve dünyaya uyum sağlar. Tek başınalık içinde, ‘ruhun kendisiyle sürdürdüğü’ sessiz diyalog nihayet duyulabilir hale gelir.

Platon’u yineleyen Arendt şu gözlemde bulundu: “Düşünmek varoluşsal olarak konuşursak, tek başına yapılan bir iştir ama yalnız bir iş değildir; tek başınalık, kendime eşlik ettiğim insani durumdur. Yalnızlık… arkadaşsız olduğumda, ama onu arzuladığımda ve bulamadığımda ortaya çıkar. Arendt, tek başınalık içinde hiçbir zaman arkadaş özlemi çekmemiş ya da yoldaşlık için can atmamıştır çünkü hiçbir zaman gerçekten yalnız olmamıştır. İçsel benliği, sohbet edebileceği bir arkadaştı, hayati önem taşıyan Sokratik soruyu ‘Ne demek istiyorsun..?’u soran o sessiz sesti.

Arendt’e göre benlik, “düşünmeyi bırakmak dışında kendisinden asla kaçamayacağınız tek kişidir. Arendt’in uyarısı kendi zamanımızda hatırlanmaya değer. İnternet üzerinden sürekli ve anında iletişim kurabildiğimiz hiper-bağlantılı dünyamızda, tek başımıza tefekkür etmek için kendimize alan açmayı nadiren hatırlıyoruz. E-postalarımızı günde yüzlerce kez kontrol ediyoruz; ayda binlerce kısa mesaj atıyoruz; Twitter, Facebook ve Instagram’da takıntılı bir şekilde geziniyor, yakın ve sıradan tanıdıklarımızla her saat bağlantı kurmak için can atıyoruz. Arkadaşlarımızın arkadaşlarını, eski sevgililerimizi, çok az tanıdığımız insanları, hiç tanımadığımız insanları arıyor, sürekli yanımızda birilerini istiyoruz.

Ancak Arendt bize, tek başınalık kapasitemizi, kendimizle baş başa kalma yeteneğimizi kaybedersek, o zaman düşünme yeteneğimizi de kaybedeceğimizi hatırlatıyor. Kalabalığa kapılma riskimiz var. Kendi deyimiyle ‘herkesin yaptığı ve inandığı şeylere kapılma’ riskiyle karşı karşıyayız- artık düşüncesiz bir uyumluluk kafesinde ‘doğruyu yanlıştan, güzeli çirkinden’ ayırt edemiyoruz. Tek başınalık sadece bireyin bilincinin- ve vicdanının- gelişimi için gerekli bir ruh hali değil, aynı zamanda kişiyi toplumsal ve siyasi hayata katılmaya hazırlayan bir pratiktir. Başkalarıyla arkadaşlık etmeden önce, kendimizle arkadaşlık etmeyi öğrenmeliyiz.


Jennifer Stitt –Before you can be with others, first learn to be alone”, (Erişim Tarihi: 17.02.2024)

Çevirmen: Çağnur Erdoğan

Editör: Beyza Nur Doğan

2 Yorum

  1. Nazi Subayı Adolf Eichmann’ın Yahudi soykırımının psikopatolojisine ilişkin Arendt’in tespiti:

    “Yanlış yapmaktansa yanlışa katlanmak daha iyidir çünkü acı çekenin dostu olarak kalabilirsiniz; kim bir katilin dostu olmak ve onunla birlikte yaşamak ister ki?”

    Kim bir katilin [Gazze’de üç ayda 15.000 bebek çocuk ve kadının katili Netanyahu, Yoaw Gallant ve İsrail Kabile Devleti?] dostu olmak ister? Bir düşünelim bakalım Arendt’in bu muhteşem sorusunun cevabını. Postmodern kalabalığın gürültüsünden biraz sıyırarak kendimi, tek başınalığımın asude doğasıyla uyumlu bir tarzda hafızama küçükçe bir yolculuk yapıyorum ve benliğime Arendt’in sorusunu soruyorum; gerçekten de kimdir katil [son güncel katil: Israel] dostları ve kimdir maktülün düşmanları? Susuyorum, kendimi dinliyorum ve o sessizliğimin içerisinde benliğim bana şu gerçekleri haykırıyor:

    Çıkarları için şeytanla masaya oturmayı erdem sayan diplomasi dehası İngilizler… Dosttur. Şu meşhur incelmiş duygularından Afrikalıların payını fazla fazla aldığı Fransızlar… Dosttur. İşi, iş işten geçince kavrayan Nazi dostu Almanlar… İnsan hakları, “adalet”, eşitlik, özgürlük, kardeşlik, kadın hakları, çocuk hakları ve benzeri mitolojileriyle Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler…

    Arendt gibi Numan da sorar: Sahi kim bir katilin dostu olmak ve onunla birlikte yaşamak ister ki? Belki soruyu tekrar formüle etmek gerekir:

    Gerçekten de, acaba soysuz postmodern linç kültürüyle öteki [bugünün ötekisi Gazzeli bebekler,çocuklar ve kadınlar] üzerine çullanan bu gaddarlar da kim?

    Mezarlıkları bile yakıp yıkanlar kim?

    1700 yıllık Porphrius Kilisesi’nu bombalayanlar kim?

    Gözlerimizin içine baka baka “insansı hayvanları=Gazze halkı” öldürmek suç değil, katliam da değil” diyen “evrim ve toplumsal ilerleme Tanrıları” kim?

    Netanyahu önünde titreyerek ve ezilip büzüle büzüle ceketinin düğmelerini tek tek ilikleyenler ve Majesteleri, Efendimiss, my Preciouss diyerek kendilerine ne denli büyük ölçüde sadık ve itaatkar olduklarını sergileme yarışında olan Avrupalı diplomatlar kim?

    Liste uzuyor ancak zamanım kısıtlı işim çok. Belki de sorumu şöyle sormalıydım diyor içimden bir ses: Kim maktüllerin, katledilenlerin yanında olmak ister? Çünkü katil güçlü, zengin, imkânı bol, satın alma gücü yüksek, her yanında Avrupalı dalkavuk var ve sessizce şöyle diyor katillere: “Keep on killing! Go on my Lord, my preciouss! I’m ready for cleaning your bloody hands”

    İşte, böyle oluyor sevgili Arendt. Postmodern kaos ve çıldırmışlık evreninde analitik felsefenin iflası sentetik edebiyattan akıtılan suyla bu kadar doluyor. Yoksaymaya alıştığın Veritas ise aradığın, bak işte Gazze’deki kuşların yaralı kanatlarının ucunda duruyor, yıkık kilisenin çan sesinde, okunmayan ezanların derin sessizliğinin senfonisinde seni bekliyor Aletheia!

    Saygılarımla.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Nedenselliğin Karşı Olgusallık Teorisi ve Ateizm Lehine Bir Argüman – Kemal Furkan Onat

Sonraki Gönderi

Annemi Kaybettikten Sonra Bir Ortaçağ Endülüs Öyküsünde Teselli Buldum – Veronica Menaldi

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü