Descartes Yanılıyordu: ‘Kişi, Başka Kişiler Aracılığıyla Kişidir’ – Abeba Birhane

//
991 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

Kökenleri eski Afrika’ya dayanan Ubuntu felsefesine göre yeni doğmuş bir bebek, birey değildir. İnsanlar ‘ena’ ya da benlik olmadan doğarlar ve bunu zaman içindeki etkileşimler ve deneyimler yoluyla elde edilir. Dolayısıyla Batı felsefesinde bir aksiyomatik olan ‘ben’/’öteki’ ayrımı Ubuntu düşüncesinde çok daha bulanıktır. Kenya doğumlu filozof John Mbiti’nin African Religions and Philosophy (1975) kitabında belirtmiş olduğu gibi: ‘Ben varım çünkü biz varız ve biz varsak, öyleyse ben de varım.’

Günlük deneyimlerimizden, bir kişinin kısmen toplumun potasında şekillendiğini biliyoruz. İlişkiler insana kendini anlama konusunda önemli bilgiler verir. Kim olduğum birçok “başkasına” bağlıdır: aileme, arkadaşlarıma, kültürüme, iş arkadaşlarıma. Örneğin market alışverişine çıktığım benliğin eylemleri ve davranışları, doktora danışmanımla konuşan benliğinkinden farklı. En özel ve en şahsi düşüncelerim bile benimle aynı fikirde olan, beni eleştiren ya da beni öven farklı insanların bakış açıları ve sesleriyle iç içe geçmiş durumda.

Ancak değişken ve belirsiz bir benlik kavramı son derece rahatsız edici olabilir. Bu rahatsızlığı büyük ölçüde René Descartes’a bağlayabiliriz. Bu 17. yüzyıl Fransız filozofu, insanın özünde bağımsız ve kendi kendine yeten bir varlık olduğuna inanıyordu; Kendi kafasının dışındaki dünyaya şüpheyle yaklaşması gereken, doğası gereği rasyonel, zihne bağlı tekil bir özne. Descartes tek başına modern zihni yaratmamış olsa da, onun ana hatlarını belirlemede ciddi bir yol kat etti.

Descartes kendisine çözülmesi gereken çok özel bir bilmece hazırlamıştı. Tanrı’nın kendisine bahşettiği hikmetlere güvenmeden dünyaya bakabileceği güvenilir bir bakış açısı bulmak istiyordu; Doğanın değişken fenomenlerinin altındaki kalıcı yapıyı ayırt edebileceği bir yer. Ancak Descartes, kuşkusuzluk ile toplumsal, dünyevi zenginlik arasında bir ödünleşim olduğuna inanıyordu. Ona göre emin olabileceğiniz tek şey kendi cogito’nuz, yani düşündüğünüz gerçeğiydi. Diğer insanlar ve diğer şeyler doğası gereği kararsız ve değişkendi. Dolayısıyla bunların, zorunlu olarak bağımsız, tutarlı ve tefekküre dayalı bir bütün olan “bilen benliğin” temel yapısıyla hiçbir ilgisi olmamalıydı.

Çok az sayıdaki saygın filozof ve psikolog, zihin ve maddenin tamamen ayrı olduğuna inanan katı Kartezyen düalistler olarak tanımlanabilir. Ama Kartezyen cogito halen baktığınız her yerdedir. Örneğin hafıza testinin deneysel tasarımı, benlik ile dünya arasında keskin bir ayrım yapmanın mümkün olduğu varsayımından yola çıkmaktadır. Eğer hafıza sadece kafatasının içinde yaşıyorsa, o zaman bir kişiyi günlük ortamından ve ilişkilerinden uzaklaştırmak ve bir laboratuvarın yapay sınırları içinde bilgi kartları veya ekranlar kullanarak hatırlama kabiliyetini test etmek tamamen kabul edilebilirdir. Bir kişi, çevresindekileri hiç hesaba katmaksızın, bir dizi bilişsel süreç olarak beyne kaydedilen bağımsız bir varlık olarak kabul edilir. Bellek, belirli bir bağlamda yaptığınız bir şey değil, yalnızca sahip olduğunuz bir şey olmalıdır.

Sosyal psikoloji biliş ve toplum arasındaki ilişkiyi inceleme niyetindedir. Ancak o zaman bile, araştırma çoğu kez, araştırmanın asıl odak noktasının zaman içinde başkalarıyla birlikte gelişen benlikler değil, Kartezyen öznelerden oluşan bir kolektif olduğunu varsayar. 1960’lı yıllarda  Amerikalı psikologlar John Darley ve Bibb Latané, New York’ta bir gece evine giderken saldırıya uğrayan ve bıçaklanan genç beyaz kadın Kitty Genovese’nin öldürülmesi olayıyla ilgilenmeye başladı. Suça çok sayıda kişi tanık olduğu halde  hiçbiri bunu önlemek için müdahalede bulunmamıştı. Darley ve Latané, insanların ne yaptığını gözlemlemek için sara nöbeti veya yan odadan duman sızması gibi krizleri simüle ettikleri bir dizi deney tasarladılar. İnsanların, etrafta başkaları varsa, sıkıntı içinde olan birine daha yavaş tepki vermesini ifade eden “seyirci etkisi/bystander effect” durumunu ilk tanımlayanlar onlardı.

Darley ve Latané bunun, tepki verme yükümlülüğünün daha büyük bir grup insan arasında dağıtılarak seyreltildiği bir “sorumluluk dağılımından” kaynaklanabileceğini öne sürdüler. Ancak Amerikalı psikolog Frances Cherry’nin The Stubborn Particular of Social Psychology: Essays on the Research Process (1995) adlı kitabında öne sürdüğü gibi, bu sayısal yaklaşım, insanların gerçek güdülerini anlamaya yardımcı olabilecek hayati bağlamsal bilgileri ortadan kaldırıyordu. Cherry, Genovese cinayetinin kadına yönelik şiddetin ciddiye alınmadığı ve insanların aile içi bir anlaşmazlığa müdahale etmekte isteksiz olduğu bir Zemin üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini söyledi. Üstelik zavallı siyahi bir kadının öldürülmesi medyanın ilgisini çok daha az çekerdi. Darley ve Latané’nin odak noktası yapısal faktörlerin görülmesini çok daha zorlaştırıyor.

Benliğe ilişkin bu iki açıklamayı- ilişkisel, dünyayı kapsayan versiyon ve özerk, içe dönük versiyon – uzlaştırmanın bir yolu var mı? 20. Yüzyılda yaşamış Rus filozofu Mikhail Bakhtin, cevabın diyalogda yattığına inanıyordu. Kendi varlığımızı değerlendirmek ve tutarlı bir öz-imaj oluşturmak için başkalarına ihtiyacımız var. Bir şairin, hissettiğiniz ama asla ifade edemediğiniz bir şeyi yakaladığı o parlak anı düşünün; ya da düşüncelerinizi özetlemekte zorlandığınızı, ancak bir arkadaşınızla yaptığınız sohbet sırasında düşüncelerinizin netleştiği o anı. Bakhtin, yalnızca başka bir kişiyle karşılaşma yoluyla kendi benzersiz bakış açınızı anlayabileceğinize ve kendinizi bütün bir varlık olarak görebileceğinize inanıyordu. Kendisi ‘bir başkasının ruhunun penceresinden bakarak’ şunları yazdı: ‘Dışıma hayat veriyorum.’ Benlik ve bilgi sürekli olarak gelişir ve dinamiktir; benlik asla tamamlanmaz; açık bir kitaptır.

Yani gerçeklik öylece orada duran ve ortaya çıkarılmayı bekleyen bir şey değildir. Bakhtin, Dostoyevski’nin Poetika Sorunları (1929) kitabında şöyle der: ‘Gerçek, tek bir kişinin kafasının içinde doğmaz ve bulunmaz; diyalojik etkileşim sürecinde kolektif olarak hakikati arayan insanlar arasında doğar,’. Hiçbir şey, kendisini meydana getiren ilişkiler matrisinin dışında, sadece kendisi değildir. Varlık, benlik ile dünya arasındaki uzayda gerçekleşmesi gereken bir eylem veya olaydır.

Başkalarının benlik algımız için hayati öneme sahip olduğunu kabul etmek Kartezyen görüşün getirmiş olduğu sınırlamaları ortadan kaldırır. Çocuk psikolojisinin iki farklı modelini düşünün. Jean Piaget’nin bilişsel gelişim teorisi, bireysel büyümeyi Kartezyen tarzda, zihinsel süreçlerin yeniden düzenlenmesi olarak tasavvur eder. Büyümekte olan çocuk, dünyayı anlamlandırmak için kendi başına çabalayan, yalnız öğrenen, yaratıcı bir bilim insanı olarak tasvir edilir. Buna karşılık, Lisa Freund’un 1990’da yapmış olduğu ‘bebek evi çalışması’ gibi deneylerde hayata geçirilen ‘diyalojik’ teoriler, çocuk ile ona dünyayı nasıl anladığı konusunda ‘yapı desteği’ sağlayabilecek olan yetişkin arasındaki etkileşimlerin üzerinde durmaktadır.

Daha da acı bir örnek, hapishanelerdeki hücre hapsi olabilir. Ceza, başlangıçta iç gözlemi teşvik etmek için tasarlanmıştı: mahkumun düşüncelerini içe döndürmek, onu suçları üzerinde düşünmeye teşvik etmek ve sonunda ahlaki açıdan temizlenmiş bir vatandaş olarak topluma geri dönmesine yardımcı olmak. Kartezyen bireylerin reformu için mükemmel bir politika. Ancak aslında bu tür mahkumlar üzerinde yapılan çalışmalar, yeterince uzun süre bu şekilde cezalandırılmaları halinde benlik duygularının yok olduğunu göstermektedir. Bu mahkumlar kafa karışıklığı, kaygı, uykusuzluk, yetersizlik hissi ve çarpık zaman algısı gibi derin fiziksel ve psikolojik zorluklarla karşı karşıya kalma eğilimi gösterirler. Temas ve etkileşimden (tutarlı bir öz imaj oluşturmak ve sürdürmek için gereken dışsal bakış açısı) yoksun bırakılan kişi, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya gelir.

Gelişmekte olan bedenlenmiş biliş ve enaktif biliş gibi çalışma alanları, diyalojik kendilik modellerini daha ciddiye almaya başladılar. Ancak bilimsel psikoloji diğerleriyle olan tüm bağları ortadan kaldıran bireyci Kartezyen varsayımları benimsemeye fazlasıyla istekli. Zulu dilinde bir deyim vardır: ‘Umuntu ngumuntu ngabantu’, yani ‘Kişi, başka kişiler aracılığıyla kişidir’. Şahsen bu açıklamanın, ‘Düşünüyorum öyleyse varım’dan daha zengin ve daha iyi bir açıklama olduğunu düşünüyorum.

Abeba Birhane, University College Dublin’de bilişsel bilimler alanında doktora eğitimine devam ediyor. Düzenli olarak bedenleşmiş biliş ve bilişsel bilime enaktif yaklaşım üzerine blog yazıları yazıyor.


Abeba Birhane – “Descartes was wrong: ‘a person is a person through other persons’“, (Erişim Tarihi: 04.05.2024)

Çevirmen: Berk Çakan

Çeviri Editörü: Efe Aytekin

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Video oyunları Farkında Olmadan Beyni Öldürmeyi Rasyonalize Edecek Şekilde Nasıl Eğitiyor? – Teodora Stoica

Sonraki Gönderi

Fizikselcilik Neden Yanlıştır? – Grant Bartley

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü