Dini Dışlayıcılığın Eleştirisi – Fevzi Ata Demirtaş

/
1501 Okunma
Okunma süresi: 30 Dakika

Yeryüzünde çok sayıda din vardır. Bu yazının iddiası şayet mutlak iyi/adaletli bir Tanrı varsa; bir bireyin bu dinlerin herhangi birine müntesip olmasının bırakın sonsuz cehennemi, en ufak bir cezayı dahi gerektirmeyeceği, başka deyişle Tanrı varsa, dini dışlayıcılığın yanlış olduğu şeklindedir. Ancak öncelikle belli kavramlardan ne kastedildiğinin belirtilmesi ve açıklığa kavuşturulması gerekiyor:

  • Tanrı: İbrahimi dinlerdeki her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve mutlak iyi/adaletli Varlık.
  • Dini Dışlayıcılık: Tek bir dinin doğru olduğu ve kurtuluşun da ancak bu dinin inananlarına açık olduğu görüşü. 
  • Dini Kapsayıcılık: Tek bir dinin doğru olduğu, diğer dinlerin de hakikatten izler taşıdığı ve o dinlerin inananlarının da kurtuluştan dışlanmadığı görüşü.
  • Dini Çoğulculuk: Bütün dinlerin doğru, hakikate eşit uzaklıkta olduğu ve bütün dinlerin inananlarının kurtuluşa aynı ölçüde ortak olduğu görüşü.

Birçok dini gelenek Tanrı’nın insanları, ahlaki seçimlerine (bu içinde Tanrı’nın emir ve yasaklarında dair yaklaşımı da içerebilir) göre yargıladığını ve onlara bu yargının sonucunda belli ödüller ve cezalar bahşedeceğini söyler. Ancak bir istisna vardır. O da imtihanın ancak ve ancak o dine müntesip kişiler için böyle olduğu, o dine inanmayanların ahlaki seçimleri önemsenmeksizin cezaya çarptırılacağı şeklindedir. Bu iddianın 2 gerekçesi olabilir.

  • 1. Tanrı’nın gönderdiği dine ve kendisine inanmayanlara katı bir sınır çektiği.
  • 2. Tanrı’ya veya dinine inanmamanın bir ahlaksızlık olduğu.

1. iddia özetle “Tanrı ne derse o olur. Biz O’nu sorgulamamalıyız.” şeklinde bir savunuyu içermektedir. Eğer Tanrı “mutlak iyi” gibi bir sıfata sahip olmasaydı, ahlaken kayıtsız ve -kişisel değil de- mekanik bir varlık olsaydı yahut kötü bir varlık olsaydı bu itiraz bir noktaya kadar anlamlı olabilirdi. Ancak Tanrı’ya hem mutlak iyi deyip hem de adil olmadığı iddia edilen bir eylemi yapabileceğini savunmak bir tür çelişkidir. Nitekim mutlak iyi bir varlık her şeyden önce mutlak iyiliğinin gereği olarak dahi adaletsiz bir şekilde eyleyemez. Peki, ya bu bir tür adaletsizlik değilse? “Ya Tanrı’nın kendisine inanmayanları cezalandırması için makul gerekçeleri varsa?”  Bu da bizi 2. iddiaya ve argümanıma götürüyor. 

  • (1) Bir varlık ancak ve ancak ortada bir suç varsa ve cezası o suçla orantılı olursa adaletlidir.
  • (2) Tanrı’ya ve/veya dinine inanmamak -başlı başına- bir suç değildir.
  • (3) -Dolayısıyla- Tanrı’nın dinine inanmayanlar sadece inanmadıkları için suçlu değildir (2’den).
  • (4) Tanrı’nın bu kişileri cezalandırması adaletli değildir (1-2-3’ten).
  • (5) Tanrı adaletlidir.
  • (6) Tanrı varsa Dini Dışlayıcılık yanlıştır (1-2-3-4-5’ten).

1. öncülün doğruluğunun açık olduğunu düşünüyorum. Nitekim bu öncülü reddetmek bütün ahlaki anlayışımızın kökünü kazıyacaktır. Argümanın başarılı olması için savunulması gereken öncül 2. öncüldür ve geriye kalan bütün öncüller de kendilerinden önceki öncülden çıkmaktadır. 

Tercih Sorunu

Bu bölümde Tanrı’ya yahut belirli bir dine inancın tercih meselesi olmadığını, aksine genellikle dindar insanların inandığı dini kabul etmek zorunda olduklarını, bu noktadaki kanaatlerini değiştirmelerinin çok zor olduğundan dolayı bu noktada masum olup istenilen dine inanamadıkları için cezayı hak etmediklerini, yeryüzündeki farklı dinlerin varlığından doğan unsurlarla açıklayacağım.

Bilişsel Çelişki Teorisi     

İnsanlar özellikle siyaset ve din gibi kapsayıcı alanlarda, halihazırda sahip oldukları inançlarını terk etmemeye eğilimli bir zihin yapısına sahiptirler. Bu alanlar alternatif seçeneklere dair, dinleyeceğimiz müziği veya yiyeceğimiz yemeği seçmek gibi rahatça tercihte bulunabildiğimiz alanlar değildir. Çünkü bunların çok ciddi duygusal, entelektüel ve toplumsal imaları vardır.

Örneğin insanlar bütün dünya görüşünü, ahlaki yargılarını, olaylara dair bakış açılarını sahip oldukları dini inanç çerçevesinde şekillendirirler. Ayrıca birçok din çeşitli ibadetleri inananlara şart koşar ve bu ibadetler fiziksel olmak zorunda da değildir. Zira kendisini her an dinleyebilen bir kişi vardır karşısında, dolayısıyla inananlar dinleriyle duygusal bağ kurar. Dini öğrenmek için çok ciddi zaman ayırıp okumalar yapar, zihnini dini bilgilerle doldurur, hatta bazı bireyler dine onu geçim kaynağı yapacak kadar bağlanırlar.

Öte yandan dinler kültürel olgulardır. Yani olası bir din değişiminde bireyin bütün duygusal temeli, harcadığı eforlar, belki hayatının anlamı boşa gitmiş olacak ve toplumsal olarak da bir tür dışlanmayla karşı karşıya kalabilecektir en azından öyle hissedecektir. Yani dini inançların hem teorik hem pratik çok çeşitli ve köklü etkileri vardır.

Bilişsel Çelişki Teorisi’nin mimarı Leon Festinger’in de dediği gibi “Kararın önemi ve değeri uyumsuzluk boyutlarını belirleyen en önemli değişkenlerden biridir.” [1] Bilişsel Çelişki Teorisi’ne göre tam da bundan ötürü insanlar, inançlarını koruma eğilimindedirler: “Bilişsel uyumsuzluk, kişinin birbiriyle tutarsız iki ya da daha fazla biliş’e (bilgi parçaları) sahip olması sonucu ortaya çıkan psikolojik rahatsızlık durumudur. Uyumsuzluğa neden olan tutarsız düşüncelere sahip olunduğunda duygularla yüzleşmek olarak da tanımlanabilir. Bu uyumsuzluk tatsızdır ve birey farklı bakış açısı sunan bilgi kaynaklarını önlemenin ya da kendi düşüncelerini rasyonalize etmenin yollarını arar.” 

Yani insanlar kendi dünya görüşlerine karşı tehditkar tecrübeler, bilgiler ve argümanlarla (bilişsel çelişkilerle) karşılaştıklarında bilinçli veya bilinçsiz inançlarını korumak ve bilişsel çelişkiyi önlemek için her şeyi yaparlar. BÇT’ye göre bu seçici maruz kalma ve seçici kaçınma olmak üzere iki şekilde olur. Seçici maruz kalma, birtakım tehditlerle karşılaşmış olan inancımızın lehine olan görüşleri inceleme eğilimidir ve kişi bu görüşleri incelerken genelde onları doğru bulma eğilimindedir. Seçici kaçınma ise tehditkar görüşlerden kaçınma veya onları incelerken, kendi görüşümüzü değerlendirdiğimiz kadar hassas olamama, onlara karşı önyargılı olma eğilimidir.

McFarland ve Warren tarafından gerçekleştirilen bir çalışmada bir grup, İncil’i yanılmaz ve mutlak otorite olarak kabul eden Hristiyan dindar kesime ve “arayışta” olan gruba 6 tanesi Hristiyanlık lehine, 6 tanesi Hristiyanlık aleyhine ve 12 tanesi de dini olmayan konular hakkında toplam 24 tane makalenin yazarı, başlığı ve özeti sunularak bu kişilerin seçici maruz kalma ve kaçınma eğilimleri test edilmiştir. Ve seçici maruz kalma teorisinin öngördüğü üzere dindar Hristiyanlar dinleri lehine olan makaleleri okumayı seçerlerken, arayışta olanlar ise Hristiyanlık karşıtı makaleleri okumayı tercih etmiştir. [2]

Yani kişiler özellikle yerleşmiş kanaatleri söz konusu olduğunda fikir değiştirmekte oldukça zorlanırlar. Hatta halk arasında bunun örneklerini dini konularda şüpheye düşen birini acilen o konu hakkında şüphesini dindirecek açıklamalara sahip din adamlarına götüren, kafasının karışmasını önlemek için dua eden kişilerden de görebiliriz.

Öte yandan bilişsel çelişki, etkisini delilci bir tahkikte de gösterebilmektedir. Nitekim birçok kişi halihazırda sahip olduğu inanca dair çok daha titiz olurken, inancını çok daha güçlü delillerle desteklerken yahut savunurken diğer inançlara çok daha yüzeysel yaklaşabilmekte ve eleştirileri genelde kendi inançlarını desteklerken kullandıkları yöntem ve sarf ettikleri çabadan çok uzak olmaktadır, dahası buna dair motivasyon bulamamaktadır.

O halde neden neredeyse bütün dinlerin müntesipleri kendi dinlerine dair tehditkar unsurlarla karşılaştıklarında yukarıdaki alıntıdan da hatırlanacağı üzere psikolojik bir rahatsızlık (huzursuzluk) hissetmektedir? Ve BÇT’ye göre -bundan dolayı- bunu gidermek için -çoğu kişide bu bilinçsizce gerçekleşmek üzere- yukarıda bahsedilen yöntemlere başvurup inançlarına sıkı sıkı sarılırlar? Eğer tek bir din doğru olup kurtuluşun da zorunlu unsuru o dine inanmak ise, o dine inanmayanlar kurtuluşa eremeyecekse sevgi dolu bir Tanrı için kullarının kendisine ve dinine inanması çok değerli ve O’nun isteyeceği bir şeydir. Ancak yeryüzünde binlerce din olduğunu ve bunların da coğrafyalara düzensiz olarak yayıldığını tekrar göz önünde bulundurduğumuzda dini dışlayıcılığa göre bunlardan bir tanesi hariç hepsi yanlıştır ve o dinlere inananlar cehenneme gidecektir.

O halde neden Tanrı insan zihnini yanlış olan dinlerin inananlarına o dinin aleyhine unsurlarla karşılaştıklarında huzursuzluk yaşayacakları şekilde yaratmıştır? Halbuki Tanrı kendisine ve dinine inanmamızı istiyorsa yanlış olan dinin aleyhine olan unsurlarla karşılaşan insanlarda bu durumun, onları yanlış olan dinden çıkararak doğru olana yaklaştıracağından, onlarda bir tür mutluluk uyandırıp değişimine daha açık olmalarını beklerdik. Ayrıca insanların bu huzursuzluktan çoğu zaman farkında olmadan ve refleksif olarak kaçınması ve inançlarına sıkı sıkı tutunması, kişilerin inanç sahibi olma süreçleri göz önünde bulundurulduğunda adaletli bir Tanrı’dan pek de beklenir bir senaryo değil.

Zira bireyler inançlarını en başta dahi seçmezler, daha ziyade bunun farkındalığına sahip olurlar ve bu farkındalık kendilerine kültürel aktarım yoluyla sağlanır. Demem o ki, birey doğduğu çevrenin inancını benimser. Ve elbette kişinin nerede doğacağı kendi elinde değildir. O halde Tanrı’nın milyarlarca kulunu hem yanlış dini kabullere sahip bir coğrafyada yaratıp hem de onların zihin yapısını o “yanlış” dine inanmaya -büyük ölçüde- mahkum bir şekilde yaratması Tanrı’nın adaletli ve sevgi dolu olması durumunda beklemeyeceğimiz bir şeydir. Burada şöyle bir itiraz gelebilir: Ya kişinin kendi dinine karşı yaşadığı bilişsel çelişki, onun Tanrı’dan daha uzak bir pozisyonda konumlanmasını sağlarsa? Bu itiraza iki şekilde cevap verilebilir:

  • 1. Kişinin ateist bir çevrede doğup ateist olması durumunda aynı bilişsel çelişkileri, inancına dair birtakım içsel çürüten yahut teizm lehine bir takım unsurlarla karşılaşması durumunda da çözme çabası içine girebileceğini göz önünde bulundurduğumuzda geçersiz olacaktır. Nitekim bir ateistin de en az bir teist kadar kendi inancı aleyhindeki olgularla karşılaşması durumunda hem teorik hem de pratik unsurlar sonucu bilişsel çelişki ve bunu takip eden psikolojik huzursuzluk yaşayacağını düşünebiliriz çünkü ateizm de teizm gibi kişinin yaşamını ve bakış açısını kuşatan bir inançtır.
  • 2. Dini Dışlayıcılık doğruysa, şuan yeryüzündeki sadece bir din hem doğru hem de kurtuluş için ona olan inanç zorunludur. Ve bu din herhangisi ise onun en az bir yanlış dini inanca sahip kişinin epistemik alanına girip onu epistemik açıdan tehdit ettiğini söyleyebiliriz. Bu durumda yanlış bir dini inanca sahip bir kişinin hayatı boyunca doğru olan dini inançla karşılaşması -kendisi bunun farkında olmasa da- şaşırtıcı olmasa gerek. O halde doğru dinle karşılaşmış ve o din özelinde bilişsel çelişki yaşamış bir kişinin Tanrı’dan daha da uzaklaşmayıp doğrudan onu bulacağı bir fırsata karşı kişinin bilişsel çelişki sonucu huzursuzluk yaşaması bu itirazı geçersiz kılmaktadır.

Dini Tecrübeler

Pek çok dinde, inananlar bir Mutlak Gerçekliği tecrübe ettiklerini iddia etmekle kalmaz aynı zamanda böyle tecrübelerin kendi hayatlarını önemli ölçüde anlamlandırdığını ve yönlendirdiğini iddia eder.” [3] “Dini tecrübenin birçok farklı çeşidinden bahsedilebilir. Bazı tecrübeler dini pratik tarafından şekillendirilir, bazıları mucizelerden etkilenim sonucu, bazıları rüya veya vizyon, diğer bazıları ise mistik kutsal metinlerden etkilenim yoluyla ortaya çıkabilir. [4]

Bu tecrübeler her ne şekilde zuhur ederse etsin, bir kişinin imanını epey güçlendirecek özelliklere sahiptir. Hatta bazıları o denli güçlü olabilir ki, kişinin tecrübeyi yaşadığı dinin doğruluğunu o denli gösterebilir ki kişi istese de o dinden çıkamaz. Ancak Steven Katz, “Biz bütün tecrübeleri inançlarımızla, öğrenilmiş kategorilerle ve kavram çerçeve aracılığıyla işleriz. Sezgiler bilginin modeli olan benlik şuuru bile kavramsal olarak kayıtlanmıştır. Bunun sonucu olarak, dini ve kültürel inançlar dini tecrübeyi kayıtlar, o kadar ki farklı dini gelenekteki kişiler fiilen farklı farklı tecrübeler yaşarlar.” diyerek dini tecrübelerin halihazırda müntesibi olunan din özelinde meydana geldiğini vurgulamıştır.

Gerçekten de X dinine inanmayanların X dinine dair dini tecrübe yaşadığına şahit olunmaz. Bir Hristiyan, İsa’yı veya Meryem’i (Hristiyan konseptte) görerek dini tecrübe yaşarken, bir Hinduist bunu Vişnu’yu görerek yahut hissederek yaşar. Bir Hinduist’in İsa’yı görerek dini tecrübe yaşaması yahut bunu bir dini tecrübe olarak addetmesi (bunda bilişsel çelişkinin de etkisi olabilir) pek rastlanmayacak bir şeydir. Mutlak sevgi sahibi bir varlık kullarının hidayete erip cennete girmesini istemelidir. Ve eğer kişinin sahip olduğu inanç cennete girme noktasında bu kadar önemli ise Tanrı’nın kullarına neden bu tarz tecrübeler yaşattığı/yaşamalarına izin verdiği ve adeta onları yolundan “kendisi” saptırdığı anlaşılmaz bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Dini Dışlayıcılık ve Ateizm

Yazımın bu bölümünde Dini Çoğulculuğun -her ne kadar tanım olarak uymasa da- ateizmi de kapsadığını savunacağım. Yukarıda bahsedildiği üzere kişinin sahip olduğu inancın Tanrı’nın gönderdiği dinden farklı olması durumunda cezayı hak edeceği koşullar olarak ahlaksızlıktan bahsetmiştik. Bu bölümde ateistlerin de sahip oldukları inanç noktasında rasyonel olabileceklerinden dolayısıyla ateist oldukları için herhangi bir cezaya -eğer mutlak iyi bir Tanrı varsa- çarptırılmayacaklarını savunacağım. Ateistlerin, ateist olduklarından dolayı her halükarda suç işleyecekleri iddiasına kaynaklık teşkil edebilecek 2 durum vardır: 

  • 1. Tanrı’yı sorgulamanın başlı başına yanlış olduğu.
  • 2. Ateizmin kabul edilemeyecek kadar irrasyonel olduğu ve kişinin irrasyonel bir şeyi tercih etmesinin de epistemik açıdan erdemsizlik olduğu.

2. iddia ile başlayalım: Ateizm gerçekten kabul edilmesi durumunda her halükarda kişinin erdemsizlik yapacağı bir inanç mıdır? Tabi ki hayır. Bunun için burada ateistik argümanlar üzerinden bir inşaya girmeye gerek olduğunu düşünmüyorum. Çünkü böyle bir girişim yazının kapsamını epey genişletecektir. Kaldı ki iddiamı desteklemek için buna gerek olduğunu dahi düşünmüyorum ancak ilgilenenler, ateizme dair 200+ argüman için şu bağlantıyı inceleyebilir.

Ben bunu göstermek için epistemolojiden yararlanacağım. Herhangi bir görüş, çok uzun zamanlar ayakta kalmış ve görüşün dahil olduğu disipline dair uzman kişilerce hararetle savunulması, bize söz konusu görüşün kabul edilmesi halinde hiçbir makul durumun mümkün olamayacağı ve bundan dolayı da bu görüşü benimseyen kişilerin epistemik bir suç işlemeye mahkum olacakları kadar irrasyonel olmadığına dair çok güçlü gerekçeler verir. Bir başka deyişle; bu görüşü savunanların pek tabi epistemik sorumluluklarını ihmal etmeden, sahip oldukları görüş noktasında tamamen samimi olarak bu görüşü tercih ettikleri ve bu noktada da suç işlemediklerine dair çok güçlü gerekçeler sağlar. Burada bir görüşün çok uzun zamanlar boyunca ayakta kalmasının ve bu görüşün o alanda uzman kişilerin önemli bir kısmı tarafından ciddi bir şekilde savunulmasının o görüşü doğru yapacağını iddia etmiyorum. Bunun için önceki iki cümleyi tekrar okuyabilirsiniz. 

Fikir Birliğinin Epistemik Önemi

Ben bir bağdaşmazcıyım ve David bir bağdaşırcı (…) David’in benim bağdaşmazcılığa dair bildiğim bütün argümanları ve özgür iradeyle ilgili diğer bütün felsefi iddiaları tamamen anladığına dair şüpheye yer bırakmayacak şekilde ikna oldum (…) Bu yüzden bu konuda onun benden daha düşük epistemik şartlarda olduğunu iddia etmek zor görünüyor (…) Ve David’in aptal olduğunu, felsefi yeteneği olmadığını veya özgür irade problemi üzerine düşünmede herhangi bir bilişsel yetersizlik altında çalıştığını söylemek epey zor. Aynı zamanda, ben bağdaşmazcılığa olan kendi kanaatimin irrasyonel olduğunu söylemeye de razı değilim. Sadece ben bağdaşmazlığı kabul etmekle David’in de bağdaşırcılığı kabul etmekle rasyonel olduğu sonucuna varabilirim. Ve böylece elimizde bir filozofun kabul ettiği önermeyi diğerinin reddettiği ve her ikisinin birden rasyonel olduğu en az bir durum var. [5]

Yukarıda Peter Wan Inwagen’in David Lewis ile özgür irade problemi üzerine yaptığı sohbetten çıkardığı sonucu görüyorsunuz. Peki bu sonuç tanrı veya dinler üzerine sahip olunan kanaatlar için de geçerli olabilir mi? Yani, -argümanımla alakalı olacak şekilde- Tanrı hakkındaki yargısında bir Ateistin de rasyonel ve haklı olduğu bir durum var mıdır? Böyle düşünmemiz için elimizde birtakım gerekçeler var mı? Evet. Epistemolojide epistemik failler arası 2 durumdan bahsedebiliriz:

  • 1. Epistemik Akranlık
  • 2. Epistemik Uzmanlık

Epistemik Akranlık’ta insanlar, bir tartışma başlığında haklı olma ihtimallerinin eşit olması halinde, o konuda “epistemik akran” olurlar. Bunun anlamı şudur: Taraflar, doğru inançlara sahip olmalarını sağlayan faktörler olan bilgi, zeka ve entelektüel erdemler açısından kabaca birbirlerine denk ve eşittirler. [6] (Yukarıdaki alıntı bu türe örnektir.)

Epistemik Uzmanlık’ta ise kişilerden en az birinde epistemik bir avantaj bulunur. Bu avantaj da bilgi, zeka ve entelektüel erdemler açısından epistemik faillerin farkını içerir. (Örneğin benim yarın havanın nasıl olacağına dair yargımın epistemik derecesi ile bir meteoroloğun bu noktadaki yargısının epistemik derecesi arasında ciddi farklar vardır.)

Genelde bu alandaki tartışma konusu Epistemik Akranlık veya Epistemik Uzmanlık durumunda anlaşmazlığın yahut fikir birliğinin sahip olacağımız inanca etkisinin ne olması gerektiği şeklindedir.

Bir örnek olarak Felipe Miguel “İstisnai Teist Filozoflar ile Fikir Birliğinin Epistemik Önemi” (The Epistemic Significance of Agreement with Exceptional Theistic Philosophers) adlı makalesinde çoğunluğu ateistlerden oluşan çağdaş filozoflara “tüm zamanların en büyük filozofları kimdir?” sorusunu içeren ankete verilen cevaplardan oluşan listedeki isimlerin (Sokrates, Platon, Aristoteles, Aquinas, Descartes, Locke, Leibniz, Hume, Kant, Wittgenstein) çoğunun Tanrı hakkındaki kanaatlerinin teistik yahut teizme yakın olmasının; geri kalanının ise belirsiz, en azından açıkça ateistik olmamasının (Hume, Wittgenstein) teizm lehine delil sağladığını savunmuştur. (Bu noktada Miguel’in ateist olmanın tarihsel açıdan imkanı gibi önemli bir unsuru görmezden geldiği için argümanının başarısız olduğunu düşünüyorum.)  Ancak bunun argümanım açısından pek bir önemi yok çünkü ben uzman fikir birliğinin belli bir dünya görüşünün doğruluğuna/yanlışlığına yahut sahip olduğumuz inanca dair güvenimizin/güvensizliğimiz lehine delil olmasını değil de uzmanların çoğunluğunun olmasa dahi göz ardı edilemeyecek bir bölümünün sahip olduğu kanaatin o kanaati rasyonel kılacağı yahut bu inancı benimseyen en az bir bireyin epistemik açıdan masum olduğu/olacağı gibi oldukça minimal bir iddiayı savunacağım.

Demem o ki kişilerin epistemik statüleri, fikir birliği veya çokluğu oluşturacak şekilde söz konusu grup tarafından benimsenen görüşün epistemik değerini belirlemede söz hakkına sahiptir.

Filozoflar Neye İnanır?

2013 PhilPapers anket sonuçlarında “ateizm %72,8; teizm %14.6; diğer %12.6” gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. 2020 PhilPapers anket sonuçlarında ise “ateizm %66,9; teizm %18.9; diğer %14.0” gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır. [7] Bu verilerin ne kadar sağlam olduğu anketin veri olarak kullanım amacına göre tartışmaya açıktır. Nitekim bu anket çok farklı alanlardaki filozofların kendi inancını belirttiği bir ankettir. Öte yandan din felsefesindeki filozoflar özelinde gerçekleştirilen ankete göre teizm oranı daha yüksek çıkmaktadır. Ve biz her 3 sonucuna göre bir tür “seçim önyargısı” olabileceğini söyleyebiliriz. Yani halihazırda Tanrı’ya inanan filozofların din felsefesi çalışmayı tercih etmeye eğilimli olacağını tahmin edebiliriz ve bunun için “tebliğ” gibi bir amaçlarının da olması muhtemeldir. Ancak durum ne olursa olsun bu oranların birbirlerine en azından yakınsadığı söylenebilir. “Eğer felsefenin hakikate yakınsama eğilimi varsa, o zaman filozofların görüşleri felsefi görüşlerin hakikati hakkında bazı rehberlikler sağlayabilir.”  [8] (David Bourget, David Chalmers)

Bilim Adamları Neye İnanır?

2009 yılında Pew Araştırma Merkezi tarafından bilim insanları arasında yapılan bir araştırmaya göre, bilim insanlarının %33’ü kutsal kitapların Tanrısına inanmaktadır (yani teisttir). Yine bilim insanlarının %18’i, kutsal kitaplara inanmasalar da bir yaratıcıya inanmaktadırlar (yani deisttirler). [9]

Bu veriden görülebileceği üzere, bilim insanları arasında “inançlı olma” oranı %51 dolaylarındadır. Hedef aldığımız Tanrı teizmin Tanrı’sı olduğu için bilim adamları arasındaki inanç oranı (%33 teist, %49 ateist) şeklindedir. Her iki anketten de görüleceği üzere bizim belli bir hipotezin -burada Tanrı- doğruluğuna dair yararlanacağımız 2 yöntem olan felsefe ve bilimin uzmanları arasında her iki görüşe de sahip azımsanmayacak bir kesim vardır.

Argümanımıza dönersek; her iki anketteki “ateizm” oranlarına baktığımızda ateizmin doğru olmasa bile rasyonel bir pozisyon olduğunu, en azından kabul edilmesi halinde bir tür erdemsizliği ortaya çıkaracak ölçüde irrasyonel olmadığını, daha da minimal bir iddia olarak bu oranlara dahil olan bütün ateistlerin epistemik bir erdemsizliğe düşeceği kadar irrasyonel olmadığını kabul etmek gerekmez mi? Daha net konuşmak gerekirse çağdaş birçok teist filozofun da takdirini toplamış ve fikirleri titizlikle değerlendirilmiş Graham Oppy, Paul Draper, Willam Rowe, J.L. Schellenberg ve Sean Carroll gibi çok sayıda filozof ve bilim adamlarının tek birinin dahi rasyonel olabileceğini düşünmemiz gerekmez mi?

Bu sonuçlardan en az birini kabul etmek dahi argümanım için yeterli. Zira tek bir bireyin dahi bu noktada rasyonel olabileceğini kabul etmek, argümanımın başarılı olması için yeterli. Çünkü bu noktada Ateizmin, inanılması durumunda suç teşkil etmediği en az 1 (bence sayısız) durum vardır ve muhtemelen var olmaya devam edecektir. Ve böyle bir iddiayı reddedecek kişiler için böylesi (benimsenmesi durumunda her türlü epistemik bir erdemsizliğe düşülecek, tek bir insanın dahi rasyonel olamayacağı) irrasyonel bir görüşün neden bunca -konuyla alakalı alanlardaki- uzman kişiler tarafından benimsendiği hatta savunulduğu, bunu göstermek için delil yükümlülüğünü onların kucağına bırakmaktadır.

Gelelim 1. iddiaya: Tanrı’yı sorgulamak yanlış mıdır? Hayır. Zira böyle bir iddia çeşitli ve çok sayıda dinin varlığı söz konusu olduğunda çökecektir. Farklı dinlerin farklı tanrı tasavvurları olduğu göz önünde bulundurulduğunda biz her dinin inançlı bireylerinin kendi tanrıları için bunu söyleme (Tanrı’ya inanmanın yanlış olduğunu) hakları olduğunu tahmin edebiliriz ve bu durumda kişinin hakikate ulaşması sadece coğrafi şansına, doğduğu coğrafyadaki hakim dine bağlı olacaktır. Ancak eğer tek bir doğru din varsa bu dinlerden bir tanesi hariç hepsi yanlış olacaktır, o halde Tanrı’nın sorgulanmasının yanlış olduğunu iddia etmek her bir dinin inananını ayrı ayrı o dine mahkum etmeyi gerektireceği için kişilerin hakikati bulma şansı, hatta dini dışlayıcılığa göre cennete gitmesi engellenmiş olur.

Şimdi ise kişinin ateist olması durumunda neler olacağına göz atalım. İlk bölümde tercih sorununu psikolojik yönden, ikinci bölümde daha rasyonel temele dayanan bir yönden (öyle sanıyorum ki dini tecrübeler bir inançlıyı inancı konusunda rasyonel ve haklı kılabilir) ele aldık. Bir önceki bölümde de, ateistlerin de rasyonel olabileceğini gösterdiğimize göre bir ateistin, inancında rasyonel olabileceği yolları ele alalım ve bu inanca karşı Tanrı’nın vereceği yanıtı değerlendirelim.

Ateizmi rasyonel hale getiren unsurların, teizmi rasyonel hale getiren unsurlardan pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Bir ateist de belli tecrübeler sonucu (çektiği acılar, duaların kabul olmaması vs.) ve/veya Tanrı’nın varlığına/yokluğuna dair delilleri değerlendirmesi sonucu rasyonel ve inancında haklı olabilir bir teist de. Ancak bir ateist de kendisine doğru gelen pozisyonu kolay kolay reddedemez ve reddetmemelidir de.

Neden reddedemez? Bunun iki nedeni var:

1. Delilsel Tercih Sorunu

Kişisel açıdan bakacak olursam dinden çıktığım ilk zamanlar dine bağlı kalma isteğim vardı. Dini inançlar bana teselli veriyordu. Fakat dinde kalmayı ne kadar istesem de bunu beceremedim, bir nevi bu görüşü barındırmak benim tercihimde olan bir şey değil, aklımın zorlamasıydı. [10]

Yukarıda Tanrı’nın var olmadığına delillere dayanarak kanaat getirmiş bir kişinin tercih sorununu görüyorsunuz. Bir birey belli bir inancın o inancın teorik ve pratik sonuçlarının (BÇT’deki gibi) yanı sıra söz konusu inancın yine teorik ve pratik sebeplerinden dolayı da fikrini değiştirmekte fazla özgür değildir. Nitekim lehte ve aleyhteki delilleri değerlendirip ve/veya bizzat yaşadığı acılara (tecrübelere) dayanıp antinatalist olmuş bir bireyi ele alalım. Biz bu bireye natalist olmasını söylersek hatta antinatalist olmaya devam etmesi durumunda (diğer deliller devre dışı bırakıldığında) kendisini cehenneme gönderecek bir Tanrı’nın olduğunu söylersek bu kişinin söz konusu kanaatini değiştirmesini bekleyebilir miyiz? Hayır. Her ne kadar artık natalist olduğunu söylese de zihinsel olarak buna kanaat getirmediğinden dolayı bu birey antinatalist olmaya devam edecektir nitekim kendisine söz konusu inancından vazgeçmesi için yeterli bir gerekçe verilmemiştir.

Benzer şekilde bir ateist de bizzat kendisine inanmayanı cehenneme gönderecek bir Tanrı’yı, belki de tam da bu sebeple reddetmiştir. Örneğin, benim bu yazımın dolaylı bir sonucu Dini Dışlayıcı bir Tanrı’nın var olmadığı şeklindedir. Bu durumda zaten bu Tanrı’nın var olmaması, okuyucularımın argümanımla böyle bir Tanrı’yı reddetmesini makul (rasyonel) kılıp, onları tam da argümanımın 3. öncülünün öznesi haline getirirken bu Tanrı’nın onları cehenneme göndereceğinin söylenmesi, zaten bu sebeple bu Tanrı reddedildiği için bir ateistin fikrini değiştirmesi noktasında hiçbir gerekçe sağlamadığı gibi argümanımın da başarılı olması için kabul edilmesi gereken şeydir.

Kısacası bu noktada göstermek istediğim şey, herhangi bir felsefi/dini görüş bize makul geliyorsa o görüşe dair salt önermesel bir kabul içinde olmayız. Daha ziyade o görüşe dair zihnimizi de kuşatacak bir sezgi geliştiririz ve bu sezginin kaybolması büyük ölçüde doğru olduğuna inandığımız felsefi/dini görüş hakkındaki argümanların yanlış olduğuna kanaat getirmemize bağlıdır. Bu olmadıkça o görüş kişinin zihninin bir köşesinde doğru olmaya devam edecektir.

2. Bilişsel Çelişki Teorisi

Bunun ateistik versiyonundan ilk bölümde, itiraza 1. cevap kısmında zaten bahsedildiği için burada daha fazla değinmeyeceğim. Ancak şunu söyleyebilirim ki kişi her ne kadar rasyonel olursa olsun; ateistik dünya görüşünde birtakım psikolojik, varoluşsal ve entelektüel çelişkiler yaşadığında bilişsel çelişki yaşayabilir ve hem lehte hem aleyhteki argümanları değerlendirirken -her ne kadar bunun için uğraşsa da- objektif olamayabilir ve haliyle inancında ufak bir direniş gerçekleşir. Neden reddetmemelidir? Bunun nedenini bunun aksini iddia eden görüşü ele alarak daha iyi anlayabileceğimizi umuyorum.

Yanlış Anlaşılan Pascal Bahsi (YAPB)

YAPB kısaca Tanrı’ya inanmamız durumunda Tanrı yoksa kazanacak ve kaybedecek bir şeyimiz olmadığını fakat varsa yine kaybedecek bir şeyimiz olmadığı gibi kazanacağımız bir cennetin olacağını ve bu durumda inanmamızın makul olduğunu iddia eder. Bu bahsi “yanlış anlaşılan” olarak adlandırmamın sebebi Pascal bu yaklaşımı farklı bir amaca hizmet etmesi için çok dar bir kapsamla sınırlandırıyor. Yani Pascal bu argümanı Tanrı’nın varlığı yokluğuna dair belli bir kanaati olanlar için değil, inancı noktasında şüpheye düşmüş olanları inançta tutmak (imanlarını artırmak) yahut Tanrı’nın var olma ihtimali kendilerine açık bir seçenek olarak duran zayıf agnostiklere pragmatik gerekçelerle teizme yaklaşmalarını sağlamaktır.

YAPB ise argümanın kapsamını ateistlere kadar genişletir. Yani Tanrı’ya inanmayan birisinin dahi pragmatik gerekçelerle Tanrı’ya inanması gerektiğini söyler. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını tercih sorununda gördük. Ancak bir an bunun mümkün hatta kolay bir şey olduğunu varsayalım, bu durumda Tanrı’ya veya belli bir dine inanmak makul müdür? Asla. Çünkü tam da bu durumda kişi, Tanrı’ya karşı bir suç işlemiştir nitekim “Scriven’e göre, Pascal’ın sunduğu bu tablo, Tanrı’yı kandırmaya yönelik bir girişimdir. Eğer inançlarımız için sahip olduğumuz nedenler, belli pragmatik kazanımlardan başka bir şey değilse Tanrı, kendisine olan bağlılığımızın erdeme dayanmadığını ve ödüllendirilmeyi amaçladığını görecektir. Bu tarz bir ikiyüzlülük, Tanrı’nın -pragmatik iman sahiplerini- ödüllendirmesinden ziyade cezalandırmasını gerektirir. Mackie de benzer şekilde, Pascal’ın koyduğu Tanrı anlayışının, Tanrı’yı “kandırılmaya müsait” ve “kişilerin kendi çıkarları için inandığını bildiği halde bundan kibir duyan” bir hükümdar gibi resmettiğini savunur.” [11]

Sonuç olarak yazı boyunca Tanrı’ya/dine karşı farklı kanaatlere sahip bireylerin kendi inançları noktasında rasyonel olabileceğini gördükten sonra şunu söyleyebiliriz:

  • (1) Kişi X’in kendisine X olarak göründüğünü Tanrı’nın ya 
  • (a) bildiğini 
    ya da 
  • (b) bilmediğini kabul etmek zorundadır.
  • (2) (a) ise kişi Tanrı’nın “X” in kendisine öyle gördüğünü bilmediğini varsayarak “Y” ye dair bahse girer.
  • (3) (b) ise Tanrı’nın öyle olduğunu bilmesine rağmen onu mükafatlandıracağına dair bahis yapar.
  • (4) (2) durumunda kişi Tanrı’ya yalan söylemiş olur.
  • (5) (3) durumunda kişi Tanrı’yı ahlaki olarak noksanlık nispet etmiş olur.
  • (6) Kişi her iki durumda da (4)-(5) Tanrı’ya karşı suç işlemiş olur.
  • (7) Tanrı’ya karşı suç işlememeliyiz.

    dolayısıyla
  • (8) Bahis yapmamalıyız.

Eğer kendisine sevgi besliyor olmamız halinde bize ilerleyen hayatımızda yardımcı olacak bir kişiyi bizim onu sevip sevmediğimizi bilmemesine rağmen ondan faydalanmak için onu sevdiğimizi söylersek o kişiye yalan söyleyerek ona karşı suç işlemiş oluruz. Yine, bu sefer kendisini sevmediğimizi bilen bir kişiye ondan yararlanmak için onu sevdiğimizi söyleyip onun bu beyanımızı kabul edeceğini varsayarsak da (YAPB gibi) o kişinin -böyle bir beyanı kabul eden bir kişinin olacağını bekleyeceğimiz şekilde makyavelist ve kibirli, övülmeyi bekleyen bir kişi olduğunu kabul etmek zorunda kalırız.

YAPB; Tanrı kişilerin, kendilerine belli bir görüşün (X) doğru gelmesine rağmen onların kendilerine doğru gelen görüşü terk edip Tanrı’nın hoşuna gidecek (!) görüşü tercih etmeleri durumunda Tanrı’nın onların imanını kabul edeceğini varsayar. Ve biz bir bireyin Tanrı’nın (X) e dair bilgisi karşısında 2 seçeneği olduğunu söyleyebiliriz. Ya Tanrı’nın onu bilmediğini düşünür ya da bildiğini. Eğer ilki doğruysa ve kişi bahis yaparsa bu durumda kişi Tanrı’yı, O’na aslında bilmediği bir konuda yanlış bilgi vererek yalan söylemiş olur. Ancak bu varlık en az 1 şeyi bilmediği için argümanın öznesi olmadığı gibi böyle bir varlığın pragmatik bir imanın öznesi de olup olmayacağı tartışmalıdır. Tanrı’nın kişinin X’e dair kanaatini bilmesine rağmen O’na Y’ye inandığımızı söyleyip onun bunu kabul edeceğinizi varsaydığımızda da Tanrı’nın makyavelist ve kibirli, övülmeyi bekleyen erdemli olmayan bir kişi olduğunu kabul ederek suç işlemiş oluruz. Ve bir kişi eğer kendi çıkarını düşünüyorsa Tanrı’ya yalan söyleyip suç işlemektense ona karşı dürüst olarak suç işlememelidir. Bu durumda YAPB tam da Tanrı’ya/dinine inanmamayı gerektirir. Dolayısıyla eğer adaletli bir Tanrı varsa, onun adaletine O’na karşı suç işleyerek sahip olduğumuz inancı reddetmemeliyiz. 

Sonuç

Gerek insanın zihinsel yapısının, gerekse yaşanılan birtakım tecrübe ve hakikat yolunda değerlendirilen delillerin hem hangi dinin doğru olduğu noktasında hem de Tanrı’nın var olup olmadığı noktasında farklı görüşte olan kişilerin, Tanrı’nın akılla değerlendirilmesinin yanlış olmadığını da göstererek, aynı anda masum ve/veya rasyonel olabileceğini ve 2. öncülün (Tanrı’ya ve/veya dinine inanmamak -başlı başına- bir suç değildir) geçerli olduğunu gösterdiğimi düşünüyorum. O halde ya adaletli ve sevgi dolu bir Tanrı’nın var olması durumunda dini dışlayıcılık yanlıştır ya da dini dışlayıcılığın doğru olması durumunda adaletli bir Tanrı yoktur.

Ben şahsen bu konuda vahye gereken özenin gösterilmediğini düşünüyorum nitekim Alvin Plantinga’nın da dediği gibi: “Kutsal Kitap öğretisini anlayışımız ya da kavrayışımızı Kutsal Kitap öğretisi ile özdeşleştiremeyiz; bu yüzden, Kutsal Kitap öğretisi olarak gördüğümüz şey ile başka bir yolla öğrenmiş gibi gözüktüğümüz şey arasındaki çatışma her zaman ilki lehine çözüme kavuşturulmalıdır diyerek, gözü kapalı bir biçimde hemen hükümde bulunamayız. Maalesef, Kutsal Kitap’ın öğrettiği şeyleri kavrayışımızın her hususta doğru olacağının bir garantisi yok; bu yüzden, Kutsal Kitap öğretisini kavrayışımızın başka bir yolla öğrendiğimiz şey vasıtasıyla -örneğin bilim aracılığıyla- düzeltilmesi veya geliştirilmesi mümkündür.” Ben de bu noktada kurtuluşu tek bir dini pozisyona indirgemenin doğuracağı problemleri göstererek vahye dair daha çoğulcu bir bakış açısına kapı aralamaya çalıştım.


Kaynakça


Yazar: Fevzi Ata Demirtaş

Site Editörlüğü: Musa Yanık

1 Yorum

  1. Bilişsel yetilerimizin kusurlu olması istenilen dine inanmamızın bizim tercihimizde olmadığı anlamına gelmeyebilir, bu kusurları aşmak ve istenilen dinin doğruluğuna ulaşmak imtihanın bir parçasıdır diye itiraz edebilir bir teist. Bu durumda argümanın bu itirazı da değerlendirecek şekilde genişletilmesi gerekir kanaatindeyim.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Marx Çevirilerimiz İstanbul Üniversitesi Çeviribilim Dergisi’nde İncelendi!

Sonraki Gönderi

Kapitalizmden Silikon Serfliğine mi Geçiyoruz? – Yanis Varoufakis ile Söyleşi

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü