Erken Dönem Analitik Felsefe Geleneğinin Kayıp Kadınları – Sophia Connell

/
2437 Okunma
Okunma süresi: 14 Dakika

Erken dönem analitik felsefe geleneğinin sahip olduğu tarihsel literatür açığa çıkmaya başladıkça, bu tarih yazımının içinde kadın filozofların bahsinin neredeyse hiç geçmiyor oluşu göze batmaya başlar. Örneğin, Hans-Johann Glock’un 2008 yılında kaleme aldığı ve önemli bir analitik felsefe kaynağı olarak görülen “What is Analytic Philosophy?” (Analitik Felsefe Nedir?[1]) adlı çalışması, kadın filozoflara yer vermemektedir. Bu kapsamlı kaynak, erken analitik felsefe döneminden yalnızca bir kadın filozofun çalışmasını, Susan Stebbing’in kısa bir makalesini içerir. Susan Stebbing Birleşik Krallıktaki ilk kadın felsefe profesörü olmasının (1993) yanı sıra çok sayıda önemli makaleyi ve dokuz adet kitabı felsefe literatürüne kazandırmıştır. Bununla birlikte kıta felsefesinde yaygınlaşan fikirlerin, özellikle de mantıksal pozitivizmin İngiliz filozoflara tanıtılmasında oldukça etkili olmuştur. Stebbing’in yaşadığı dönemin felsefe camiasındaki konumu, Glock’un kapsamlı kitabında okuyucuya aktarılmadığı gibi filozofun akademik çevrelerdeki göreceli görünmezliğini pekiştirmektedir. Ne yazık ki günümüzde bile birçok analitik felsefe öğrencisi Susan Stebbing’in adını hiç duymamış veya yazılarını okumamıştır.

Hans-Johann Glock’un kitabı Türkçede alBaraka Yayınları etiketi ile yayınlandı.

Kadın filozofları görmezden gelme alışkanlığı analitik felsefe geleneğinin içine o kadar yerleşmiştir ki, ikincil literatürde bile yokluklarıyla dikkat çekerler. Stebbing dışında Glock’un kullandığı kaynakçada sadece iki kadının daha adı geçer: Julia Annas ve Jennifer Hornsby. Ancak her iki kadın filozof da tanınmış erkek filozoflar olan G. E. L. Owen ve Bernard Williams’ın öğrencileridir (yazılış sırasına göre) ve onlarla beraber çalışmışlardır. 20. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar kadın filozoflar için erkek bir yandaşa sahip olmadan akademik felsefede yer bulabilmek oldukça zor olmuştur. Yakın tarihli iki kitap[2], geçen yüzyılda yaşamış Philippa Foot, Elizabeth Anscombe, Mary Midgley ve Iris Murdoch isimli dört kadın filozofun önemli felsefi çalışmalarını ortaya koyar. Bu kadınlardan en azından bazılarını duymuş olmanız muhtemeldir. Ancak yakın zamana kadar bu dört kadının felsefeye olan katkılarından hemen hemen hiçbir kaynakta bahsedilmemiştir. Akademik çevreler tarafından Midgley daha çok popüler bir filozof olarak görülürken, Murdoch bir romancı ve Anscombe Katolik bir düşünür olarak değerlendirilir. Akademik bir filozof olarak belki de en tanınmışı olan Foot ise erkek meslektaşlarının arasında yer bulamama sıkıntısı çekmiştir. Bir keresinde kendisini ‘Hiç zeki değilim. Korkunç derecede yavaş düşünen biriyim’ sözleriyle tanımlar.

Kadınlar, haksız yere ve bazen kasıtlı olarak görmezden gelinmesine ya da felsefi düşünmeye yatkın olmadıkları iddia edilmesine rağmen, 20. yüzyıl boyunca analitik felsefeye oldukça önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin, Constance Jones, Frege’den önce gönderen-gönderim (sense-reference) ayrımı hakkında yazmış ve Martha Kneale de mantık tarihi üzerine bir kitap yazmıştır. Çağlar boyunca meslektaşları kadar akademik ilgi görmemiş birçok filozof olmuştur. Bu durumun nedeni çoğunlukla, kadın filozofların çalışmalarının kalitesinin düşük olması değildir. Ancak yirminci yüzyıl felsefesinin genel kabul görmüş tarihinde yalnızca bir ya da iki kadının -bazen Stebbing, bazen Ruth Barcan Marcus, bazen Simone de Beauvoir- yer alması, felsefi fikirleri değerli olan başka kadınların olmadığı anlamına gelmemektedir. Kadınların tarihlerimizden kasıtlı olarak arındırılması, tarih yazımındaki yüzeysel önyargılarla birlikte düpedüz cinsiyetçilik kokmaktadır.

Analitik felsefenin yükselişinin öncesinde Sophie Bryant’ı (1850-1922) buluruz. Henüz 20 yaşında dul kalan Bryant İngiltere’deki ilk kızlar ortaokulu olan Kuzey Londra Collegiate’de matematik ve Almanca dersleri vermiştir. Daha sonraki yıllarda bu okulda öğretmenlik yapmak ve onu işletmek, Bryant’ın uzun süren kariyerinin temel dayanağı olmuş ve aklındaki diğer birçok projeyi gerçekleştirmesi için de bir platform sağlamıştır. Bu uzun vadeli planlar arasında Londra College Üniversitesinde alacağı lisans ve yüksek lisans eğitimi de bulunmaktadır. Daha sonra öğrencilerinden biri, “Doktora için yaptığı çalışma tam anlamıyla felsefeydi” diye yazmıştır.[3] Başka bir öğrencisi ise, “Felsefe onun benliğinin, zihninin dokusunun, dünyayı ve hayatı görme biçiminin o kadar içindeydi ki, felsefeyi sadece onun bir özelliği olarak ele almak imkansız,” demiştir[4]. Akademik bir kariyer Bryant’a açık değildi, ancak 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Aristoteles Topluluğunun Zihin ve Usulleri isimli dergisinde çok sayıda makale yayınlamıştır. Bryant katı bir indirgemecilik karşıtıdır ve psikolojinin salt bir koşullanma meselesi olmadığını iddia etmiştir; bunun yerine, ilk kitabında öne çıkan bir tema olarak bireylerin kendi gelişimlerinin failleri olduklarını savunur. Günümüzde kendisi bazen matematikçi bazen de psikolog olarak anılsa da hemen hemen hiçbir mecra da filozof olarak tanınmaz. Londra Üniversitesi web sitesinde bile ondan “eğitimci ve kadın hakları aktivisti” olarak bahsedilmektedir. Kadınların oy hakkını savunan ve kızlar için zorunlu entelektüel eğitimin destekçisi olarak Byrant, zamanının cinsiyetçilerini yatıştırmaya çalışmanın gerekli olduğunu hissetmiştir. Arkadaşları ve meslektaşları, onun tehditkâr ve zorlayıcı olmayan tavrından, “çekici kişiliğinden” ve “konuşmasının akıcılığı ve canlılığından” sık sık bahsetmişlerdir.[5] Onun “dul olmasından kaynaklanan bir haysiyet ve çekingenliğe sahip olduğu” söylenmiştir.[6] Bryant’ın bir yakını, “bütün çalışmaları entelektüel teşhirle değil, sade ve kadınsı samimiyetle yüklü” demektedir.[7] Bryant, Victoria dönemine ait dul kadın klişesinin gerekliliklerini kişisel yaşamında sergilerken, yaptığı işte ve savunduğu fikirlerde kadınlık erdemini rasyonel ve ahlaki amaçların altında daha genel bir tanım olarak sunmaya çalışıyordu. Ancak erkek filozoflardan aldığı geri dönüşler bazen Bryant’ın bu yanının gizli kalmasına sebep oldu. Örneğin, Profesör James Sully, Sophie Bryant’ın “Educational Ends” (Eğitimin Akıbeti, 1922) isimli kitabının incelemesini şu ifadelerle sonlandırır:

Aslında, bazıları onun mantık ve etik soyutlamalar üzerine konuşurken değil de hayranlık uyandırıcı derecede açık ve kişisel deneyimlerden uzak bir bilimsel bir kavrayışla, insanlar ve özellikle de çocuklar üzerine yeni yöntemler ve gözlemler sunarken daha başarılı olduğunu düşünebilir.[8]

Bryant’ın felsefe tarihimizdeki yokluğu birçok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucudur. Ancak belki de dikkat çekilmesi gereken en temel faktör ihmaldir. Makaleleri, erkekler tarafından yönetilen akademik dergilerde kabul görmüş olsa da çalışmalarına gösterilen ilgi ve yapılan alıntıların sayısında çok kısa sürede keskin bir düşüş yaşanmıştır. Ne de olsa o sadece kız çocuklarına öğretmenlik yapan dul bir kadındır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde kadınlar üzerindeki haksız ihmalin bir örneği de 20. yüzyılın ilk yarısında akademik olarak önemli görülen felsefi konular üzerinde çalışmalar ve yayınlar yapan Grace De Laguna’dır. 1927 tarihli “Speech: Its Function and Development” (Söylem: İşlevi ve Gelişimi) adlı kitabı, söylemlerin bedensel bir faaliyet biçimi olmadığını savunur. Aynı zamanda fikir ve düşüncelerin ifadesinde kullanılan dar görüşlü anlam teorilerini reddeder: “Söylemin özsel ve asli görevinin bedensel faaliyetlerin yerine getirilmesi olduğunu varsaymak bayağıdır ve onun düşünmek ve yaşamakla bütünleşmiş özünü yok saymaktır”[9] diye yazar. De Laguna, Cornell’den lisans ve doktora derecesi alan bir grup kadın öncüden oluşan küçük bir grubun parçasıdır. Ne yazık ki kadınlar, akademik bir kariyere adım atarken, finansal destek eksikliği, yayıncılıkta zorluk, aile sorumlulukları ve erkeklerin egemen olduğu alanlarda varlığını sürdürmek için harcadıkları katıksız çaba da dahil olmak üzere çok büyük zorluklarla yüzleşmek durumunda kalmışlardır. 20. yüzyılın başlarında akademinin içinde yer almaya çalışan çoğu kadın ötekileştirilerek sadece kadınlara özel kurumlarda kendilerine yer bulabilmiştir. De Laguna, döneminde yaşamış pek çok meslektaşı gibi fazla bir seçeneği bulunmadığından Pennsylvania’nın küçük bir köyü olan Bryn Mawr’a taşınır. De Laguna akademide izole bir figür olarak görülse de çalışmaları çağdaş uğraşlardaki eksiklikleri kapatmaya yöneliktir. Amerikan Felsefe Derneği’nde “Mekanizmaya karşı Dirimselcilik” konulu bir sempozyuma dahil edilen “The Empirical Correlation of Mental and Bodily Phenomena” (Zihinsel ve Bedensel Olayların Ampirik Korelasyonu, 1917) ve “Dualism in Animal Psychology” (Hayvan Psikolojisinde İkicilik, 1918) adlı makaleleri diğer yazılarına göre daha fazla ilgi görmüştür. 1980’lere kadar fikirleri doğrudan felsefi veya dilbilim çevrelerinde tartışılmamış olsa da merkezi sinir sisteminin “fizyolojik bir organ olmadığı” ve “birincil işlevinin davranışı çevreye göre ayarlamak olduğu” şeklindeki çarpıcı görüşleri dikkate değerdir. Bir kadın olarak De Laguna, erkek meslektaşlarından daha az okunmuş, daha az ciddiye alınmış ve diğer filozoflar tarafından nadiren atıfta bulunulmuştur. İlk makaleleri neredeyse hiç kimse tarafından alıntılanmamıştır. Söylem adlı eseri Google Akademik adlı uygulamanın sunduğu verilere göre 2022 tarihine kadar sadece 613 defa alıntılanmıştır. Ancak bu alıntıların çoğu çocuk psikolojisiyle alakalı felsefi niteliği bulunmayan makalelerdir.  Eğer bir kadın filozofun fikirlerinin önemi inkâr edilemiyorsa, filozof olarak statülerini reddetmek geçmişte kadın filozofların değerini düşürmek için kullanılan yaygın bir yöntemdir. Bu sebeple kadın düşünürlerin filozof olduğunu tekrar tekrar hatırlatmak ve bu temelsiz inkârın önüne geçmek oldukça faydalı olacaktır.

20. yüzyıl analitik felsefe geleneğinin tarihi, yalnızca erkek figürler üzerine kuruludur. Bu çarpıtılmış tarih yazıcılığı, kadın filozofların analitik felsefenin modern döneme geçişindeki önemli rolünü yok sayar. Yaşanan bu haksızlığın bir sebebi de alıntı yapılırken takınılan umursamazlıktır. Filozoflar bir argümanı veya kavramı kullanırken genellikle kavramın en sembolik temsilcisi olduklarını düşündüklerin kişiyi kullanırlar.  Kadınlar denklemin içinde tamamen yok sayıldıklarından bu sembolik temsilci çoğunlukla erkekler arasından seçilir.

Örneğin, yoğun kavramlar (Thick Concepts) veya bazı kavramların hem tanımlayıcı hem de yargı belirten özellikte olduğu fikri neredeyse her zaman Bernard Williams’a atfedilir. Ancak bu fikir 1940’larda Oxford’da Ayer’in Duyguculuk (Emotivism) argümanına toplu bir tepki olarak Midgley, Murdoch ve Anscombe’un tarafından zaten tartışılmaktaydı. Midgley’nin daha sonra otobiyografisi “The Owl of Minerva” da (Minerva’nın Baykuşu[10]) söylediği gibi, “O dönem sık sık kabalığın anlamını tartışıyorduk. Sanırım bu tartışma, Philippa Foot’un bir kelimenin tanımlayıcı ve yargı taşıyıcı anlamlarının ayrı ya da bağımsız olmadığını göstermek için ‘kabalık’ örneğini kullandığı ‘Moral Argument’ (Ahlaki Argümanlar) adlı muhteşem makalesinde bulunan tartışmalardan çıkmış olmalı.” Kadınların gizli kalmış tarihine ışık tutmak için kadınlar hakkında yazan kadınlara ihtiyacımız var. Mary Midgley otobiyografisinde bize kadın meslektaşının fikirlerini hatırlatıyor çünkü tüm akademik camia bu fikirleri ortaya atan ve geliştiren kadınların kim olduklarını unutmuş durumda. Yıllar içinde, İnternet Felsefe Ansiklopedisi gibi kapsamlı kaynaklar da bu kadınların tarihin görmezden gelinen kısımlarında kaybolmasına izin verir, sonuç olarak elimizde öncü tek bir fikir ve egemen tek bir erkek kalır. 

Tarih tekerrür eder ve kadınlar tekrar tekrar benzer durumlarla yüzleşmek zorunda kalır. Bu duruma bir başka örnek de Wittgenstein’ın yayınlarında karşımıza çıkar. Wittgenstein’ın çalışmalarının perde arkasında pek çok kadın filozof yer almaktadır. Margaret Masterman, Margaret MacDonald ve Alice Ambrose, Wittgenstein’ın yayın yapmayı kestiği dönemlerde onun ders notlarını düzenleyerek yayınlamasına yardım etmişlerdir. Wittgenstein’ın “Blue and Brown Books” (Mavi ve Kahverengi Kitap) adlı eserinin dağıtım işini üstlenen Cambridge’de Amerikalı bir yüksek lisans öğrencisi olan Alice Ambrose’dur ve en bilindik eseri olan “Philosophical Investigations” (Felsefi Soruşturmalar) kitabının editörlüğünün yanı sıra çevirisini de üstlenen kadın filozof ise Elizabeth Anscombe’dur. 1940’larda Birkbeck Koleji’nde tam zamanlı çalışırken aynı zamanda okuyan yoksul bir yetim olan Margaret MacDonald, Wittgenstein’in dil felsefesi üzerine pek çok makale yazmıştır. Ancak Wittgenstein’ın felsefesi ve felsefeye etkisi hakkında yazılan kitaplarda genellikle bu kadınlardan bahsedilmemiştir. Örneğin, 2010 yılında düzenlenmiş olan “Wittgenstein’s Philosophical Investigations: A Critical Guide” (Wittgenstein’ın Felsefi Araştırmaları: Eleştirel Bir Kılavuz) adlı kaynak eserde tek bir kadın düşünürden bile bahsedilmez ve tüm eser boyunca yalnızca üç kadından alıntı yapılır: Cora Diamond, Marie McGinn ve Alice Crary. Bununla beraber ciltte tek bir kadın yazara dahi yer verilmemiştir. Tarih bu şekilde her tekrar edişinde pekişmiş ve kesinleşmiştir. En başından beri akademik alanlara erişimi engellenen kadınlar, birbirini takip eden yıllar içinde de akademinin içinde yer bulmakta hep zorluk yaşamışlardır. Eğitimli olmalarına ve daha sonra erkek meslektaşlarıyla aynı mecralarda yayın yapmış olmalarına rağmen, kadın filozoflar erkek filozoflardan çok daha az alıntılanmış ve tartışılmıştır. Akademik camia içinde gerçekleşen tartışmalar ve dayatılan söylemlerle felsefi süreçler içindeki sesleri yavaş yavaş arındırılmıştır. Yayınlanmış çalışmaları, felsefe bölümlerinde öğrencilere sunulmadığı ve akademinin içinde bulunan kimse bu araştırmaları okuyup anlamaya çalışmadığı için her geçen yıl daha da silikleşmektedir. Bu metinlerden ve içeriklerinden uzaklaştığımız her yıl, onları anlamak o kadar zorlaşıyor çünkü artık işledikleri konular itibariyle bizlere tanıdık değiller. Bununla beraber kütüphaneler, raflarını, Sophie Bryant’ın başyapıtı, Educational Ends (Eğitimin Akıbeti, 1887), Susan Stebbing’in Introduction to Logic (Mantığa Giriş, 1930) ve Alice Ambrose’un Essays in Analysis (Analiz üzerine Denemeler, 1966) gibi eski yayınlardan ve baskısı tükenmiş kitapların basılı kopyalarından, kadınlardan hiç bahsetmeyen yeni felsefe tarihi kitaplarına yer açmak için temizlemektedir. Dijitalleştirilmiş materyaller yalnızca yazıları disiplinimizi şekillendirdiği varsayılan filozofları vurguladıkça, kadın filozofların çalışmaları her geçen gün daha da silikleşmektedir. Bertrand Russell’ın tüm mektupları da dahil olmak üzere yazdığı her şeyi kayıt altına almak veya Wittgenstein’ın yazılarını toplayıp kataloglamak için harcanan çabaları bir düşünün. Tüm bunlar olurken, Sophie Bryant’ın araştırmaları, zengin ve orta sınıf kızların gittiği özel bir kolejde kutular içinde çürümektedir.

Günümüzde erken dönem analitik felsefenin maskülen boyasını temizlemek için birçok girişimde bulunulmaktadır. Örneğin, İngiliz Felsefe Tarihi Dergisi’nin son iki sayısı, 19. ve 20. yüzyıllardaki kadın filozoflara odaklanıyor. Bununla beraber Ruth Hagenburg’un kadın filozofların tarihi üzerine yaptığı çalışması da olağanüstü nitelikte. Ne yazık ki coşkuyla başlayıp da yarım kalan pek çok proje de var; Kadın Filozofları Araştırma Derneği son 6 yıldır hareketsiz görünüyor ve benim de kurucu üyesi olduğum Analitik Felsefe Tarihinde Kadınlar Ağı, kadınların tarihteki rolüne ışık tutabilecek her türlü faaliyete destek vermek için hazır bekliyor. Bu marjinalleştirilme sürecinin sürekli hale gelmesinin nedenlerini anlamak hiç de zor değil; lisans yıllarımızdan itibaren bizlere öğretilen erkek dehası ve yenilikçiliği üzerine çalışıp projeler üretmek elbette çok daha konforlu. Erken dönem analitik felsefenin beyaz ve erkek egemen yapısını ciddi bir şekilde yenden ele almanın tek yolu, öğrencilerimize ve meslektaşlarımıza kadın filozoflar hakkındaki hakikatleri ve yaptıkları işlerin tarihini anlatarak araştırmacı kadınları ve azınlıkları olabildiğince hızlı bir şekilde akademinin içine entegre edebilmektir.


Dipnotlar

  • [1] Glock, H. (2008). What is Analytic Philosophy? Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/CBO9780511841125
  • [2] Cumhaill, Clare Mac & Wiseman, Rachael (2022). _Metaphysical Animals: How Four Women Brought Philosophy Back to Life. London, UK: Chatto and Windus.
  • [3]  Sophie Bryant, D.Sc., Litt.D. 1850–1922. North London Collegiate School. 1922.
  • [4] Ibid.
  • [5] Sophie Bryant, D.Sc., Litt.D. 1850–1922). North London Collegiate School. 1922.
  • [6] Ibid.
  • [7] Ibid.
  • [8] Sully, J. (1888). S. Bryant, Educational Ends. Mind 13:105.
  • [9] Speech: Its Function and Evolution (New Haven, Conn., 1927).
  • [10] Bilginin taşıyıcısıdır. Hegel şöyle bahsetmiştir: “Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar”  Bu ifadeyi, en parlak anlar en karanlık zamanlardan sonra gelir, diye yorumlayabiliriz – (e.n.)

Sophia Connell – “The Lost Women of Early Analytic Philosophy“, (Erişim Tarihi: 03.11.2022)

Çevirmen: Zeynep Kabadere
Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak

ODTÜ Felsefe Bölümü yüksek lisans öğrencisi. Zihin felsefesi, bilişsel bilimler ve bilim felsefesi, matematik felsefesi, dil felsefesi özel ilgi alanları. Karışık felsefe metinlerini çözmeyi sever. Felsefeyi insanlarla paylaşmak ve anlaşılabilir kılmak en büyük hedefidir.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Beyin Yapmak – Michael Graziano

Sonraki Gönderi

Patentler Akademik Bilimin Ruhunu Öldürüyor – Michael Eisen

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü