Felsefede Karıştırma – Arda Denkel

/
847 Okunma
Okunma süresi: 16 Dakika

Sayın Vehbi Hacıkadiroğlu’ya bundan önce iki ayrı aşamada eleştiriler yöneltmiş ve kendisinin savunmayı amaçladığı görüşlerin tutarlılıktaki kimi yetersizlikleri bir yana, öznel idealizmi içerdiklerini göstermeye çalışmıştım. (Bkz. Yazko Felsefe/5,1983, s.115-122; Günümüzde Kitaplar, 28, 29 ve 30/31. sayılar, 1986.) Ancak bu arada, Felsefe Tartışmaları/4 ’teki “Zihin ve Gerçeklik” başlıklı bir yazısında ortaya koyduğu felsefi tutumun eskisine göre (bana göre olumlu bir yönde) büyük ölçüde değişmiş olduğunu, kendisinin artık tam anlamıyla gerçekçilik diye nitelendirilebilecek bir görüşe kaymış bulunduğunu anlıyorum. Ne var ki, kısa sayılabilecek birkaç yıllık bir dönem içinde böylesine farklı bir yaklaşıma kayınca, düşüncesinin kanımca eskiden beri başlıca sıkıntı kaynağını oluşturmuş olan tutarsızlığın giderek artmış olduğunu da gözlemliyorum. Bu durum, aynı düşüncenin uslamsal ve teknik düzlemdeki kimi sorunlarını da gündeme getiriyor. Aşağıda, sayın Hacıkadiroğlu’nun yazısına karşı kimi eleştirel tepkilerimi dile getirmek istiyorum.

Sayın Hacıkadiroğlu şimdi artık deney içeriği ve anlıksal tasarımlar ile anlığın dışındaki gerçek fiziksel nesneler arasında kesin bir ayrım çiziyor. Artık bu nesneler onun için salt deney ile açıklanabilecek şeyler değiller. Dolayısıyla bunları hem ontik açıdan anlıktan bağımsız olarak değerlendiriyor, hem de anlam açısından eskiden savunduğu doğrulamacı (ve kanımca oldukça kısır) görüşü aşan, yönletimsel boyutları onaylamak durumunda bulunuyor. Tabii, artık böylece eski tutumunda bulunduğu ölçüdeki özgünlük de epeyce erimiş oluyor; ancak yine de hiç olmazsa daha sağlıklı bir dünya görüşü kazanılmış gibi duruyor. Benimsediği yeni felsefi yaklaşımı, yalın gerçekçilik ile karşıtlık içinde düşünebileceğimiz, bir tasarımcı gerçekçilik olarak belirleyebiliriz. (Bu ayrım için bkz. A. Denkel, Bilginin Temelleri, Metis, 1984, s.37-53.) Sayın Hacıkadiroğlu artık büyük ölçüde Locke’u izler olmuş:

“…şu anda şurada bulunan nesnelerin gerçek dünyada birden çok örneği bulunamaz… bu varlıklardan söz etmek gerektiğinde bunlara dil-dışı varlıklar diyebiliriz… Gerçekte bütün düşünme ve konuşmalarımızın amacı, dolaylı yoldan, o dil-dışı nesneler üzerinde düşünmek ve konuşmaktır… Bir insanla yırtıcı hayvanın boğuşma durumunu ele alırsak, boğuşan insan…kendisi ayrımına varsa da varmasa da ‘Boğuştuğum bir kurt olduğuna göre elimdeki sopayı onun gözüne, iki kulağının arasına vurmak en etkili yoldur’ türünden düşüncelere dayanır. İşte bu düşüncelerde ortaya çıkan ‘kurt’, ‘sopa’, ‘göz’, ‘kulak’, vb. dil-dışı gerçek nesnelerdir!’ Felsefe Tartışmaları/4, s.63) “…dış nesneler dış dünyadaki yerlerinde durmaktadır… Fakat kavradığımız… şeyler o tür dış nesneler değil zihnimizdeki tasarımlardır!’ (s.69)

Buraya değin işin daha olumlu olan yönüydü. Ancak olumsuz olan epey bir şeyler de var. Önce, Sayın Hacıkadiroğlu kendi felsefi konumunun bir tasarımcı gerçekçilik olduğunun tam bilincinde değilmiş gibi duruyor. Sanki gerçekçilik denilen şeyden salt olarak ilkel bir yalın gerçekliği anlıyormuş ve tasarımcılığı da böylesi bir gerçekçilik ile daha öznel, daha epistemist bir görüş arasında, kendi biçimlendirdiği özgün bir tutum olarak düşünüyormuş gibi duruyor. Çünkü gerçekçiliğe diye yönelttiği eleştirilerin tümü karşılarına ancak yalın gerçekçiliği alabiliyor. Bunlara göz atmadan önce, kendi tasarımcı gerçekçiliği içindeki, eski görüşünden arta kalan kimi idealist temaların sayın Hacıkadiroğlu’yu götürdüğü belirgin çelişkilere değineceğim.

Kısaca özetlenecek olursa, sayın Hacıkadiroğlu’nun yeni onayladığı görüş (tahmin edilebileceği gibi buna ben de katılıyorum) bilgi içeriğinin bütünüyle duyum kökenli ve anlıksal olduğunu ve tasarımlardan oluştuğunu savunuyor. Bu tasarımların, tasarımı oldukları dış ve gerçek nesneler bulunduğunu onaylamasına karşın, burada (Berkeley’inkilere kayan eski inançlarının etkisiyle olsa gerek) bir “öznel dönüş” yaparak (1) bir şey üzerine konuştuğumuzda, buna nesne desek bile, üzerinde konuştuğumuz şeyin nesnenin kendisi değil onun anlığımızdaki tasarımı olduğunu öne sürüyor: “Nesne olarak ya da sözünü ettiğimiz şeyler, nesnelerin kendileri değil, zihnimizdeki tasarımlarıdır” önermesinin zorunlu olduğunu savunuyor. (s.62) Sonra da buna dayanarak (2) kavranılan şeyle kavrayışın (yani nesneyle onun tasarımının) özdeş olduklarını öne sürüyor, (s.69)

Ortaya çıkan garip duruma göre dünyada gerçek nesneler bulunmasına karşın düşünce ve söylemimiz bunlara ilişkin olamıyor. (Unutulmamalı, Gorgias’a göre varolan bir şey olsa da bunu bilemeyiz; yani eğer olgu-karşıtı olarak bir dış gerçeklik olsaydı onu bilemezdik. Gorgias dış gerçekliği onaylamış değil! Burada savunulan şeyse, hem bir dış gerçekliğin varolduğu, hem de onun üzerine düşünüp konuşmanın olanaksız olduğu!) İstesek de istemesek de, nesne üzerine değil ancak onun tasarımı üzerine, yani ancak ve ancak kendi düşüncemiz üzerine düşünebiliyoruz; bunu kırıp dünyaya yöneltemiyoruz anlığımızı. Bizi engelleyen şey bir mantıksal olanaksızlık! “…Bir nesneyi düşündüğümüzü ya da ondan söz ettiğimizi söylediğimiz zaman, gerçekte zihnimizdeki bir tasarımı düşünmekte ya da öyle bir tasarımdan söz etmekte olmamıza… Kendilerinden söz etmemize olanak bulunmadığını saptadığımız bu varlıklardan..” (s.62) dile getirişleri bu inancı işliyor. Bunun bir mantıksal olanaksızlık olduğunu da çok seçik bir biçimde dile getiriyor, sayın Hacıkadiroğlu; “öyle ki ‘Dış dünyanın nesnelerinden söz edilemez’ önermesinde, sözünün edilemeyeceğini söylediğimiz şeyin, sözünün edilemeyeceğini söylemek için bile olsa, sözünü etmiş gibi göründüğümüz için bu önerme anlamsızdır!” (s.62)

Bu, durduk yerde kendi kendini boğan görüşü felsefesi içinde önce adeta özenle geliştiren sayın Hacıkadiroğlu, sonuçta bu sonuçların dil ve düşünceyle gerçekten yaptığımız işlerle oldukça derin bir karşıtlığa düştüğünü görerek, bu açmazdan kurtulmaya çalışıyor, önerdiği çözümse yine alışılmış bir gerçekçi çözüm: Bu nesneler üzerine, onlara yönlerim yaparak konuşuruz diyor. Evet, zaten yaygın kanıya göre de, nesneler üzerine ancak böyle konuşulur. Fakat daha önce nesneler üzerine konuşmanın olanaksız olduğunu söylediği için, bu kez onlar hakkında doğrudan konuşmanın olanaksız olduğunu, yönlerim yaparak konuşmanınsa ancak dolaylı bir konuşma biçimi olduğunu öne sürmek durumunda kalıyor.

Fregeci görüşe göre yönlerimin bir bilgi içeriği üzerinden ve onun dolayımıyla yapıldığı doğrudur; oysa Sayın Hacıkadiroğlu’nun dolaylılığı böyle bir şey olamamak. Çünkü Frege’ye göre dolaylı konuşma bambaşka bir anlama gelir ve ona göre yönlerim yapmak insanı dolaylı konuşmaya zorunlu kılmaz. Frege’ye ve benim bildiğim hemen tüm dil felsefecilerine göre, nesneler üzerine, bu nesnelere yapılan yönlerim dışında, bundan daha doğrudan bir konuşma biçimi de yoktur. Bir başka açıdan olsa da, sayın Hacıkadiroğlu sonuçta bu olguyu onaylamak durumunda kalıyor: “Gerçekçe bütün düşünme ve konuşmalarımızın amacı, dolaylı yoldan, o dil-dışı nesneler üzerinde düşünmek ya da konuşmaktır.” (s.63, alt- çizgi benim) Peki bu böyleyse ve sayın Hacıkadiroğlu’ya göre nesneler üzerine konuşmak çelişkili bir şeyse, kendi görüşleri içinde bile, onun “doğrudan konuşmak” diye anladığı şeyin hiç başvurulmayan, hiç yapılmayan bir şey olduğu sonucu doğmuyor mu? Öyleyse, zaten varolmadıkları kendi kuramı içinde de onaylanan şeyleri anlattığı varsayılan bütün bu idealist kalıntılara ne gerek var?

Hazır Frege’den söz açılmışken eklemekte yarar görüyorum; bu filozof, sayın Hacıkadiroğlu’nun savunmaya çalıştığı şeyi en keskin bir biçimde eleştirenler arasında yer alır. Frege, “The Thought: A Logical Inquiry” nin (Bkz. Philosophical Logic, (der.) P.E Strawson, Oxford University Press, 1967, s.17-38.) yaklaşık sekiz sayfasını (26-34) bu ve buna yakın kimi görüşleri çürütmeye ayırmıştır. Şöyle der: “Bilincimin nesnenin tasarımdan başka bir şey olmadığı savı ya yanlış bir savdır, ya da bilgi ve algımın bütünü, tasarımlarımın çerçevesi içine, bilincimin sahnesi içine hapsedilmiştir. Böyle bir durumdaysa yalnızca bir iç dünyaya sahip olabilir, başkalarına ilişkin olarak da hiçbir şey bilemem.” (s.30-31) “Eğer insan düşüncesinin nesnesi olarak kendi taşıdığı şeyler dışındakileri düşünemez ve ele alamazsa onun bir iç dünyası olabilir, fakat bir dış dünyası olamaz.” (s.34)

Sayın Hacıkadiroğlu, bu düşüncesini kendi içinde boğan öznelci temalara öylesine bağlı ki, bir uslamlama denemesiyle bunların mantıksal zorunluluklar olduklarını kesinleştirmeye çalışıyor. Korkarım bu deneme hem felsefi teknik hem de tutarlılık açılarından oldukça zayıf ve yanılgı yüklü bir girişim olmuş. Bakalım: “..belli bir nesneden söz etme olanaksızlığının kavramsal bir olanaksızlık olduğunu, bu yüzden de bunun her durum için böyle olmasını gerektiği.. ‘Nesne olarak düşündüğümüz ya da sözünü ettiğimiz şeyler, nesnelerin kendileri değil, zihnimizdeki tasarımlardır’ önermesinin bir genel kural olarak kabul edilmesi zorunluluğu..” (s.62) gibi dile getirişler mantıksal zorunluluklar öne sürerler. Bunlarsa değillemeleri çelişik olan şeylerdir. Ne var ki, sayın Hacıkadiroğlu dışındaki pek çok kişi gibi örneğin ben de “Nesne dediğimde dış nesneleri anlıyorum; nesne olarak düşündüğüm şeyler fiziksel nesnelerdir” deyiverdiğimde, burada semantik ya da sentaktik bir çelişki oluşmuyor. Kaldı ki, eğer sayın Hacıkadiroğlu’nun uslamlaması bu zorunluluk sonucunu geçerli olarak içerebilseydi, onun dolaylı yoldan konuşmak dediği şey de kavramsal bir olanaksızlık, bir mantıksal çelişki olurdu. (Dolaylı yoldan konuşmak ne bir meta-dil kullanmayı, ne de ana tümcelere bağlı alt-tümcelerde konuşmayı gerektiriyor, ona göre.) Bütün bunların sorumlusu kanımca şu: Ben bir yazımda kavradığımız şeyle onu kavrayışımızı birbirine karıştırmak yanılgısından söz etmiştim. Sayın Hacıkadiroğlu bunun bir karıştırma olmadığım, bu ikisinin özdeş şeyler olduklarını ve uslamlamasının da bunu gösterdiği savını ortaya atıyor. Oysa farkında olmadığı şey, bu uslamlama denemesi içindeki öncüllerde kendisinin böyle bir karıştırmayı belirgin bir biçimde yapıyor oluşu. Bununsa anlamı belli. Böyle bir özdeşlik olsa bile uslamlama döngüsel olacaktır.

Bulmaya çalışalım. Karıştırma, 62. sayfada yer alan uslamlama içinde hangi aşamada gerçekleşiyor? Şöyle başlıyor: “..bir nesneyi yalnızca, bizde, diyelim san, yuvarlak, sert gibi duyumlar uyandırdığını saptayarak tanıyabiliriz… Oysa, bir nesnenin san, yuvarlak, sert vb. duyumları uyandırdığını söylemek, onun sarı nesneler, yuvarlak nesneler, sert nesneler, vb. öbekleri…içinde bulunduğunu söylemektir. Böylece, nesneleri tanırken de tanıtırken de, onları belli öbeklerin üyeleri olarak görmekten başka yapacağımız bir şeyin bulunmadığını görüyoruz.” Bu düşünce sırası bir dış nesne ile başlıyor. Sonra onun niteliklerinin anlığımızda uyandırdığı duyumların nesneyi tek tanıma aracımız olduğu belirtiliyor. Buraya değin söylenene katılmamak için hiçbir neden yok. Bundan sonraki sav, bir nesne ve onun niteliği için bir duyumu uyandırmak bu nesne için belli bir öbeğin öğesi olmaktır; bunun dışında bir şey söz konusu değildir, biçimini alıyor. Burada hâlâ bir dış nesneden söz ediliyorsa onun bir öbeğe giriyor olması niye bizde uyandırdığı duyumlara bağımlı olsun? Bunu yanıtlamak için sözü edilen öbeğin dış dünyaya mı, yoksa anlığımıza mı ait olduğunu saptamak gerek. Eğer öbek fiziksel dünyaya ait bir şey olarak düşünülecekse böyle bir bağımlılığa izin verilemez. Onun kendiliğinde hangi öbeğe girdiği benim onu nasıl duyumladığıma bağlı olabilir mi? Böyle bir bağımlılık fiziksel nesneyi benim anlığıma daha başlangıçtan ve varsayımsal olarak bağımlı kılar. Daha bu aşamadan öznel idealizme ulaşmış olur. Öte yandan öbek anlığımıza ait bir şeyse, bu kez öbeğin öğesi olduğu tutarlılıkla söylenebilecek şey dış nesne olamaz. Öbeğin öğesi nesne ya da niteliği değil, bunların duyumu ya da tasarımı olabilir. Eğer burada sayın Hacıkadiroğlu nesnenin bir (anlıksal) öbeğe girmek zorunda olduğunu söylüyor olsaydı, bunu kavrayış ile kavranılan nesneyi farkında olmadan birbirlerine karıştırdığı için söylüyor olurdu. Bizim nesnenin duyumu veya tasarımını anlığımızda bir öbeğe yerleştirmemiz fiziksel nesnenin kendisinin anlığımıza, onun içindeki bir öbeğe girmesi olamaz. Dolayısıyla, ortaya çıkan duruma göre, burada, nesne ve onun niteliklerinin bizde neden olduğu (uyandırdığı) duyum ve tasarımlan anlığımızda kimi öbeklere ayırdığımız gibi bir sav ileri sürülmüş oluyor.

Sayın Hacıkadiroğlu usavurmasını sürdürüyor: “Oysa, bir öbeğin bir üyesi üzerine bildiğimiz tek şey, o üyenin bizde uyandırdığı duyumun; öbeğin başka üyelerinin bizde uyandırdığı duyuma benzediğidir. Bu da nesnenin kendiliği üzerine bir bilgi değildir’’ Yukarıda söylenenlerin ışığında burada denilen şey, bir duyuma ilişkin olarak bildiğimiz, bu duyumun başka duyumlara olan benzerliğidir. Buysa nesne üzerine bir şey bilmek değildir. Bu bir anlamda totolojik olarak doğru; duyum hakkındaki bilgi nesne hakkındaki bilgi değildir. Çünkü bunlar farklı şeylerdir. Ayrıca duyum nesneyi her zaman olduğu gibi de veremez. Şimdi işin sonuna geldik. Soru şu: Bütün bu öncüllerden sayın Hacıkadiroğlu’nun çıkarsadığı sonuç geçerli olabiliyor mu? “..Dış dünyadaki bir nesneden söz etmenin…nitelikleri kendileri olarak değil de yalnızca bir öbeğin üyeleri olarak anlatabilecek durumda oluşumuzdan ileri gelen bir kavramsal olanaksızlık..” olduğu yukarıkilerden geçerli olarak çıkarsanabilecek bir sonuç mu? Bana hiç de öyle gelmiyor. Çünkü burada sayın Hacıkadiroğlu önce farkında olmadan o sözü edilen karıştırmayı yapıyor ve sonra birdenbire nitelikleri (duyum veya tasarımları değil) olsa olsa bir öbeğin üyeleri olarak düşünüp anlatabileceğimiz gibi bir sınırlanımdan söz etmeye başlıyor. Oysa önceki önermeleri, bunları, nesne ve onun niteliklerinden özenle ayırıp duyum ve tasarımlara yüklüyordu.

Dolayısıyla sayın Hacıkadiroğlu burada duyumlar için söylediği bir şeyden kalkarak bunu (daha önce duyumlardan ayırdığı) nesnelere kaydırıp, nesneler hakkında ancak anlıksal öbeklerin üyeleri olarak düşünür ve konuşabiliriz, diye bitirmiş oluyor. Oysa bütün söyleyebileceği, duyum ve tasarımlarımızı anlıksal öbeklerin öğeleri olarak görebileceğimiz ve bu tasarımlar hakkındaki bu bilginin nesne hakkındaki bir bilgi olmadığı savı ile sınırlı. Ancak bu, “nesneleri bilemeyiz” anlamına da gelemez. Tasarımların öbek üyeleri olduğunun nesneye ilişkin bir bilgi olmaması, nesneyi bilemeyeceğimiz sonucunu içermez. Nesne olarak bildiğimizin aslında nesne değil de bir tasarım olduğunuysa hiç içermez. Eğer böyle olsaydı, sayın Hacıkadiroğlu daha başta nesne ile tasarımı arasında çizdiği ve sonra ardı ardına yinelediği ayrımı çizemezdi. Ortada ne sayın Hacıkadiroğlu’nun sözünü ettiği gibi bir zorunluluk, ne de nesnelere ilişkin konuşmamızı engelleyen bir şey var. Kanımca bu uslamlamada belirleyici olarak bulunan iki şey var; bunlardan biri bir karıştırma, öbürü de bir döngüsellik; yani sonucu başlangıçtan var- sayış.

Tasarımlardan, onların tasarımı oldukları nesnelere ilişkin bilgiyi, nesnenin ve onun niteliklerinin duyum ve tasarımlarımıza neden oluşları dolayısıyla elde ettiğimizi Felsefe Tartışmaları/1’de belirtmiştim. Böyle bir nedensel ilişkiyi sayın Hacıkadiroğlu da açıkça onaylıyor. Oysa bunun tasarım ile dış nesne arasındaki benzerlik ve karşılıklılığı nasıl içerdiğini göremeyerek, bunun olsa olsa bir Platoncu anamnesis olabileceğini öne sürüyor. Kanımca bu, Felsefe Tartışmaları/7’nin 71. ve 72. sayfalarındaki uslamlamayı anlamak için yeterli bir çaba harcamadan yapılmış oldukça acele bir değerlendirme. Sayın Hacıkadiroğlu’nun s.68’de verdiği ve bedene iğne batırmakla ilgili örneğinde de gerekli olan aynı ön çabayı göstermemiş olmaktan ileri gelen bir sıkıntı yatıyor. Ben yukarıdaki “uslamlamayı” nasıl açıklamak çabasını gösterdiysem, o da öncelikle uslamlamalarla hesaplaşmalıydı diye düşünsem bilmem haksız olur muydum? Çünkü, diyorum, bence felsefeyi felsefe yapan böylesi bir hesaplaşmadır.

Bir de tabii, hepimiz için geçerli olmak üzere, eleştirdiğimiz kişiyi önce doğru anlamak gereği vardır. Örneğin, s.69’da sayın Hacıkadiroğlu “Algısal gerçekçiliğe göre, dış dünyanın nesne ve olgularını doğrudan algılamayıp, bunların bilgisini, onların zihnimizdeki tasarımları aracılığıyla elde ettiğimizi öne sürmek ‘kavrayış ile kavranılan şeyi birbirine karıştırmak, bunları birbirine yedirmektir’ ” diyor. Korkarım bu, söylenilenin tam tersim anlamak gibi, kendini ilk bakışta ele veren bir yanılgı! Çünkü algısal gerçekçilik denilen görüş, yani karıştırmayı yapmayan görüş, tamı tamına “dış dünyanın nesne ve olgularını doğrudan algılamayıp, bunların bilgisini, onların zihnimizdeki tasarımları aracılığıyla elde ettiğimizi” öne süren görüştür. Bu görüş, tasarımcı gerçekçilik ile örtüşün Dolayısıyla, o yazıda savunulan ve sayın Hacıkadiroğlu’nun eleştirip, yanlışlıkla da yalın gerçekçilikle karıştırdığı görüş, yalın gerçekçiliğe kendisininki kadar karşıt olan bir tutumdur.

Son olarak sayın Hacıkadiroğlu’nun s.64’te Locke’un “cisim adlarının gerçekteki cisimlerin yerini tutmadığı” değerlendirmesine ilişkin olarak şu eklemeyi yapmayı yararlı buluyorum. Locke sözcüklerin, onlar için birincil anlam olan öznenin ideleri yerine durduklarını söyler; ancak bu onun sayın Hacıkadiroğlu’nun yorumundaki gibi düşündüğünü göstermekten uzaktır.

Tersine, Essay, lll, 11, 5’e bakılırsa, bu filozofun şöyle söylediği görülecektir: “İkinci olarak, insanlar salt kendi kurguları üzerine konuşmak yerine, gerçekte oldukları durumdaki nesnelere ilişkin olarak da konuşmak istediklerinden, sözcüklerinin çoğu kez gerçeklikteki nesneler yerine durduklarını da düşünürleri.” İtiraf etmeliyim, sayın Hacıkadiroğlu’nun bu değindiğim yazısında felsefi yapıtlarda aradığımız olumlu niteliklerden ümit ettiğim bollukta bulabilmiş değilim. Ancak bu yargının kendisinin yalnızca bu yazısına ilişkin olduğu da açıkça vurgulanmalıdır. Bu yazı dışındaysa sayın Hacıkadiroğlu’nun felsefi düşünceleri için söylenebilecek birçok olumlu şey vardır.


Not: Bu içerik ilk kez “Denkel, Arda. (1989), ‘Felsefede Karıştırma’, Felsefe Tartışmaları, (5. Kitap): 106-111.”de yer almış olmuş gerekli izinler doğrultusunda yayınlanmaktadır. Taner Beyter ve Can Kalender tarafından geçmişteki mecmu/basılı halinden el yordamıyla Word dosyasına çevrilmiştir.

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

… Ve Yanıtları – Arda Denkel

Sonraki Gönderi

Uslamlama Üzerine Yazışma – Harun Rızatepe ve Arda Denkel

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü