Aziz Petrus’tan sonra göreve gelen papanın kim olduğunu (cevap: MS 10’da doğan Papa Linus), dünyanın ilk sürekli ikame edinilen şehrinin neresi olduğunu (cevap: Suriye’deki Şam şehrinde, MÖ 3. bin yılından beri ikame edilmektedir) veya korkunç varlık “Krampus”un ne olduğunu (cevap: boynuzlu ve antropomorfik bir keçi olan bu varlığın Noel zamanı yaramazlık yapan çocukları cezalandırmaktadır.) merak ettiğinizi ve bilmek istediğinizi varsayalım. Bu türden şeyleri bilmek için bir deha olmanız veya tüm dünyayı dolaşan bir gezgin olmanız veya sürekli okuyup araştıran biri olmanız gerekmez.
Peki bu iyi bir şey midir? Belki de evet; Sokrates’in Menon Diyoloğu’nda söylediği gibi (ve aynı zamanda sağduyunun da gösterdiği üzere), bilgi değerlidir. Ve bilgiyi hızlıca, fazla çaba veya beceri olmaksızın edinebilmek, modern yaşamın göklere çıkarmamız gereken (aksini yapmak için bir sebep yok) bir gerçeği gibi görünüyor. (Demin bahsettiğimiz şeyleri öğrenmek için insanların geçmişte neler yaptığını bir an olsun hayal edin; İskenderiye Kütüphanesi’ne mi gitmeliyiz? Veya kahine mi sormalıyız?)
Hatta, bir bilgisayara karşı maç kaybeden (1997’de IBM’in Deep Blue adlı bilgisayarına) ilk dünya şampiyonu olan efsanevi satranç oyuncusu Kasparov (belki de istemsizce bir bilgisayar-karşıtı olmasını bekleyebileceğiniz biri), son yıllarda [1], nihayetinde bilişsel işleri yapay zekalara devretmenin yapabileceğimiz en yerinde şeylerden biri olabileceği fikrine ısındı. Aslında bakarsanız Kasparov çok daha ileriye giderek bu makinelerin (veya yapay zekaların) gündelik/olağan düşünmeye dayalı işlerimizin çoğunu yapmasına izin vermemizin, en yerinde şey olacağını iddia etmiştir. Kasparov’un da söylediği gibi:
Bu tarihsel sürece bir bakalım. Kas emeğinin yerini alan makineler, zihnimizi geliştirmeye odaklanmamızı sağlamıştır. Daha yetenekli olan makinelerin, bizden, bilişsel işlerin sıradan ve önemsiz taraflarını devralarak hayatlarımızdaki merak, yaratıcılık, güzellik ve mutluluğu arttıracaklarını anlıyorum.
Merak, yaratıcılık, güzellik ve mutluluk – bunların hepsi de kulağa muhteşem geliyor!
Yine burada aceleci davranmamak ve biraz yavaşlamamız iyi olabilir. Sonuçta, bilişsel işlerimizi makinelere devretmemizin bir sonucunun, kafalarımızda daha az şey yapmak ve daha az depolamak olduğunu göz önüne alın. Bu önemli mi?
Belki de önemlidir. Belki de, bilhassa, neyin nerede depolandığının izini kaybetmeye başlarsak.
Journal of Experimental Psychology’de 2015 yılında yayınlanan bir makalede Matthew Fisher, Mariel Goddu ve Frank Keil empirik kanıtlara dayanarak çevrimiçi arama eyleminin (yani, bilgiye hızlıca erişmek istediğimizde tam olarak yaptığımız şeyin), bilhassa kişisel bilgi için salt bilgilere erişimimiz yoluyla “dışarıdan erişilebilen bilgi” ile “kafamızdaki bilgi”yi birleştiren bir tür yanılsama yarattığını ileri sürmüştür. (2015, 674). Fisher ve arkadaşlarının toplamda yaptığı dokuz deneyden ilk ikisi; internette bir şeyin açıklamasının aranmasının, kişinin aradığı şeyle alakasız bir konuya dair soruları cevaplama hususunda kendi öz değerlendirme yetisini artırdığını gösterdi; üçüncü deney ise söz konusu bu sonucun, arama sürecinin içeriği ve özellikleri düzenlendikten sonra bile ortaya çıktığını göstermiştir. Bu arada söz konusu bu üç deney, bahsettiğimiz öz değerlendirme yetisinin artma eğiliminin, kişinin kendine aşırı güvenmesinden (i) veya neyi içsel (olarak) bilgi saydığına dair farklı bir yaklaşıma sahip olmasından ziyade bilgi kaynaklarına gerçek bir yanlışlık/yanıltıcılık atfedilmesinden kaynaklandığını göstermektedir.
Daha yalın bir şekilde ifade etmek gerekirse, Fisher ve diğerlerinin ulaştığı sonuçlar, “Google’lanmış bilginin” epistemik bir bedel ödemeyi de (belki de şaşırtıcı) beraberinde getirebileceğini iddia ediyor: Doğrulara çok hızlı bir şekilde ulaşıyoruz, fakat bizzat kendi zihinsel yaşamlarımızın verimsizleştirilmiş ve abartılmış bir perspektif edinmesi pahasına!
Bu türden çarpık öz değerlendirmeler (ve bilhassa bizim lehimize abartmalar) genel anlamda iyi değildir.
Bir taraftan, Genç Seneca [2] tarafından betimlediği şekliyle, kendisi bir şiir dizesi bile bilmediği halde epik şiir ezberlemek ve okumak için tuttuğu masraflı kölelerine büyük ölçüde güvenen ve böylece de bizzat kendisinin büyük övgüler alacağını düşünen Calvisius Sabinus’u düşünün. Calvisius Sabinus’un bakış açısına göre, kölelere sahip olduğu için ve kölelere epik şiir ezberlettiğinden dolayı, kölelerin sergilediği şiir gösteriler için [3] bizzat kendisinin alkış alması mantıklıydı. (Hatta Sabinus, “aydın/kültürlü” olarak görülmesi gerektiğine bile inanıyordu).
Henüz Sabinus kadar kendimizi kandırmadığımızdan eminiz. Ancak ne kadar pak olduğumuz da belli değil. Sürekli olarak (Michael Lynch’in verdiği isimle) “Google gerçekleri”ni hızlıca öğrenmeye çalışmamız, yanlışlıkla, elimizde olan ve bize gerekenden daha fazla bilgi talep etmemize sebep olur (Fisher ve arkadaşlarının dediği gibi); ki böylece de entelektüel karakterimize dair daha derin bir problem ortaya çıkar. Calvisius Sabinus’un yalnızca kandırılmış değil, aynı zamanda entelektüel olarak kibirli göründüğünü de göz önüne alın. Entelektüel kibir, en azından bilinen bir yaklaşıma göre; kişinin kendi entelektüel erdemlerine dair değerlendirmelerine dayanarak başkalarına karşı belirli üstünlük biçimleriyle davranma hakkı elde ettiğini düşündüğünde ortaya çıkar [4]. Fisher ve diğer araştırmacıların elde ettiği sonuçların beklenildik bir biçimde bizi bir derece rahatsız edebileceğini görmek zor değil; en azından, entelektüel değer ve olgunlaşmanın; hızlı/hazır bilgi (erişimin)den daha fazlasını yani sağlam entelektüel karakter özelliklerini de içerdiğini düşünürsek. Peki Google bize tam olarak ne yapıyor?
Yine de luddite (Ç.N.: hızlı teknolojik atılımdan dolayı işsiz kalmaktan korkan işçi) yanlısı bir yakınma kaleme almak için burada değiliz.
Yakın tarihli bir makalede, Fisher ve diğerlerinin elde ettiği türden sonuçların bizzat kendilerinin, çok daha az endişe verici ve tamamen farklı bir yorumlamaya uygun hale getirebileceğini ileri sürüyoruz. Ve bu sebeple okumakta olduğunuz bu yazıyı biraz daha hoş bir şekilde bitireceğiz (bazı heterodoks imalar olsa da).
İnternette arama yapmanın bilgiyi birleştirme eğilimine yol açması konusunda – onların tabiriyle ‘kişisel bilgi’- Fisher ve arkadaşlarının haklı olup olmaması kişisel bilgi hakkında bazı şeyleri varsayarak: Onun kafada olduğunu. Bu apaçık bir şekilde doğru görünüyor; fakat zihin felsefesi ve bilişsel bilimlerdeki son çalışmalar giderek daha şüpheci bir hal almaya başladı. [5].
Örnek olarak, anı saklama/depolama ve geri çağırmanın bilişsel sürecini inceleyelim. Tüm bunlar kafatası ve deri arasında gerçekleşir; en azından biyo-hafıza (biomemory) çalışmalarına güveniyorsak. Peki ya bir akıllı telefonu, hafızayı kullandığımız gibi kullanıyorsak tam olarak ne olmaktadır? Örneğin, yeni bir bilgiyle karşılaştığınızı ve bu bilgileri telefonunuzda sakladığınızı; eski bilgilere ihtiyaç duyduğunuzda sakladığınız bu yere baktığınızı düşünelim. Zaman geçtikçe, biyo-hafızanızı aşamalı olarak terk eder ve yalnızca telefonunuzu kullanmaya başlarsınız. Bu durumda, anılarınızın artık telefonunuzda saklanmadığını düşünmek için herhangi bir neden kalmış mıdır?
Clark ve Chalmers’a (1998) göre, gerçekten de elimizde iyi bir neden değil, yalnızca modası geçmiş bir “biyo-önyargı” (biyo-peşin hüküm) vardır. Onların da gördüğü üzere, hangi tür şeylerin gerçekten bilişsel bir sürecin maddi oluşturucuları olarak işlev göreceğine dair kuramlarımıza, lokasyon soruları (kafamın içinde mi yoksa değil mi?), maddi mi (beyinle ilgili bir şeyden mi yapılmış?) sorularından ziyade yerine daha eşitlikçi olan “parite eşitliği” dedikleri şey eşlik etmelidir;
Parite İlkesi: Bir işle (görev veya sorumlulukla) karşı karşıya olduğumuzda, dünyanın bir parçası kafa içinde devam edecek bir süreç olarak işlev görürse onu bilişsel sürecin bir parçası olarak kabul etmekte tereddüt yaşamazdık; böylece de bu parça, bilişsel sürecin bir parçasıdır.
Daha yakın zamanlarda, Orestis Palermos, dinamik sistemler teorisine dayanıp; spesifik bellek süreçlerinin beyin, vücut ve etkileşimde bulunduğumuz ekstrakraniyal bellek teknolojileri arasındaki limitleri aşan geri bildirim döngülerini nasıl barındırdığına bakarak [6] genişletilmiş bellek durumu inşa edilebileceğini savundu.
Genişletilmiş bilişsellik akla yatkın ise (sizi ikna edeceğimiz yer burası değil fakat biz öyle olduğunu düşünüyoruz) o halde daha ilginç bir sonuç şöyledir: En azından bazı ortada olan bilgiye erişim ile kişisel bilgi arasındaki birleştirme durumları, aslında birleştirme değildir. Şöyle bir düşünün: Eğer biliş yalnızca kafamızın içinde değilse, o halde kimilerine yalnızca bilgiye erişim gibi görünen şey (arka planda intrakraniyal biliş görüşüyle beraber) aslında gerçek olabilir. Bunun gerçekten de böyle olup olmadığı bilginin nerede saklandığına değil, bilgiyle nasıl interaktif bir etkileşim kurduğumuza bağlı olacaktır; ve öyle görülüyor ki bu epistemolojinin yanı sıra zihin felsefesi ve bilişsel bilim için de önemli bir konudur.
J. Adam Carter & Emma C. Gordon– “What is Google Doing to Us?“, (Erişim Tarihi: 21.05.2021)
Çevirmen: Taner Beyter