Alasdair MacIntyre sözünü sakınmayan bir felsefeci, bu çoğu zaman felsefecilerde görmekte zorlandığımız bir özelliktir. “A Crisis in Moral Philosophy: Why is the Search for Foundations of Ethics so Frustrating?” adlı çalışmasında bir felsefecinin takınması gereken en değerli entelektüel ve epistemik erdemlerden biri olan “eleştirel olma”nın hakkını veriyor diyebiliriz MacIntyre için. Serimizin bu bölümünde, MacIntyre’ın eleştirisini ve Dworkin’in yanıtının bir kısmını inceleyeceğiz.
Çatışan Sezgiler ve Eş-ölçülemeyen Öncüller
MacIntyre’a göre çağdaş ahlak felsefenin en temel özelliği çözülemez ve nihayete erdirilemez olmasıdır. Bu ise niçin ahlak felsefesinin bir kriz içinde olduğunu iddia ettiğini anlamamız için yeterli. Ahlak felsefesi çoğu zaman, doğası gereği asli önemdeki aksiyolojik problemlere işaret etme, onları kavrama ve çözme ile ilgilidir. Fakat bu işlevini artık yerine getirmediği durumda onun için uçsuz bucaksız bir soyutlama yapmaktan başka ne kalır? İşte bu gerçek anlamıyla bir krizdir. Fakat bu iddia, derinliği sebebiyle çözüme kavuşturmakta zorlandığımız “İyi nedir?” gibi soruşturmalara bakılarak inşa edilmiyor gibi duruyor. “İyi nedir?” gibi bir soru hakkında belki de hiçbir zaman tam anlamıyla kesin sınırları olan bir yanıt bulamayabiliriz, fakat bu bir kriz içinde olduğumuzu göstermez. Normal şartlar altında ahlak felsefesi aracılığıyla daha açık kılınması ve çözülmesi gereken problemlerden söz ediyoruz: “Kürtaj ahlaken yanlıştır” önermesini düşünün. Tam karşımızda “Kürtaj ahlaken doğrudur” önermesi var. MacIntyre’a göre her iki önermede birbiriyle eş-ölçülemez öncüllerden yola çıkıyor ve tam zıttı sonuçlara erişiyor. Sözünü ettiğimiz eş-ölçülemez önermelerden biri “kadının kendi bedeninde tasarruf hakkı ve özgürlüğü” sezgisine dayalıyken diğeri “fetüslerin/bebeklerin masum ve kişi oldukları” sezgisine dayalıdır. MacIntyre’ın sorduğu soru şu: tartışmaya girenlerin, bu iki sezgiden hangisini seçtiklerini belirleyen rasyonel ölçüt nedir? Benimsenen veya sahip olunan sezgi üzerine şekillenen iki zıt önerme karşı karşıya geldiğinde kendi pozisyonumuzun en temelde haklı olduğunu iddia edeceğimiz yine bu sezgiye dayalı olacaktır; fakat karşı tarafın da iddiası böyle değil mi?
MacIntyre, birçok çağdaş analitik etik tartışmalarda epistemik ve rasyonel olarak eş-ölçülemez olan “hakka” karşı “fayda”; “adalete” karşı “özgürlük” gibi öncüller üzerine inşa edilen pozisyonların doğası gereği bir krize gireceğini söylüyor. Bu noktada bir yönüyle oldukça haklı olduğunu söylemek mümkün MacIntyre’ın. O halde MacIntyre’ın eleştirisini (elbette eleştirisinin başka boyutları da var) şöyle özetleyebiliriz: Kabul edilen veya paylaşılan eş-ölçülemez sezgi veya öncül, sizi taban tabana zıt olan, uzlaştırılamaz ve çözüme kavuşturulamaz karşı kamplara böler. Bu sezgileri veya öncülleri niçin kabul ettiğinizin kendisi, açık değildir; işte krizde tam olarak buradadır, bu ahlak felsefesinin krizidir.
MacIntyre’ın verdiği güzel bir örneğe göre, Nozick’in doğal haklar öncülünü kabul ettiğimizde bir tür liberteryenizme giderken Rawls’un hipotetik rasyonel varlıklar öncülünü kabul etmemiz bizi sosyal-siyasal liberalizme götürür. O halde neden birini diğerine tercih edeceğime kim karar verecek? Ona göre sezgiler, hiç de güvenilir değildir. Ahlaki gerekçelendirmeler söz konusu olduğunda, faydacı gerekçelendirme, toplumsal sözleşmeci gerekçelendirme, evrenselleştirilebilirci gerekçelendirme, sezgisel gerekçelendirme vb hangi gerekçelendirmenin diğerine öncelikli olduğunu belirleyen şey nedir?
Tarihsel Bağlam Eleştirisi
Buradaki bir diğer eleştiri, analitik felsefecilerin “tarihselliği” göz ardı etmesine dair yaygın itiraza yakındır. Şayet Hare’nin evrensel kural koyuculuğu gibi bir şey formüle ettiyseniz, bu yaklaşımın atası olan Kant’a atıf yapmanız yeterli olmaz, onu aşmalı veya onun zorluklarını giderebilmiş olmalısınız. MacIntyre’ın, tarihselliğin yalnızca düşünce çizgisinin atalarına yani “öncekilere” atıf yapmaktan ibaret olmaması önemli bir hatırlatmadır. Şayet bu nokta görmezden gelinirse Hare, Kant’ın başarısızlığını tekrarlayacak ve benzer şeyleri farklı bir üslupla dile getirmekten ileriye gidemeyecektir (Merak edenler için, MacIntyre’ın verdiği örnek, Kant’ın spesifik ahlaki ilkeleri pratik aklın salt biçimsel kavramında çıkarma başarısızlığının Hare gibi ardılları tarafından da tekrarlandığı şeklindedir).
Şimdi ahlak felsefesi krizine daha toplumsal bir yerden bakalım: Amerikan toplumu her biri kendi özel ahlak geleneği olan birbirinden farklı Siyahi, Alman Luthercileri, İrlanda Katolikleri vb topluluklardan oluşur. Bu özel ve farklı geleneklerin paylaştığı ahlaki kavrayış ve sezgiler de, birbirine göre eş-ölçülemez bir çoğulluk yaratır. Fakat bu çoğulluk karşısında uzlaşıya başvurmanın kendisine aldatıcı olabilir, çünkü birbirine rakip bakış açıları söz konusunda olduğunda uzlaşılan tek şey böyle bir çoğulluğun olacağı ve olması gerektiğidir. Amerikan toplumundaki bu uzlaşının imkansız olduğu rakipler arasındaki çoğulcu ortamın felsefeye etkisinin olmamasını bekleyebilir miyiz? MacIntyre’a göre, bekleyemeyiz. Onun sözleriyle zaten, “Amerikan imgesi Hintli, Japon, İsveçli vb vb vb …. hiçbir yüze iyi uymayan bir maskedir.”
MacIntyre toplumsal olanın tarihsel oluşunu da işin içine katarak Polinezyalıların “tabu”su ile analitik ahlak felsefecilerinin “etik”i arasında ilginç bir benzetme yapıyor. Polinezyalılara erkek ve kadınların niçin birlikte yemek yemedikleri şeklindeki bir “tabu”ya sahip oldukları sorulduğunca tatmin edici yanıtlar alınamıyor; öyle ki bir şeyi “tabu” yapan şey hakkında da pek bir fikirleri de olmadığı görülüyor. O halde denebilir ki, eğer doğuşundaki bağlam koparılırsa “tabu”nun ne anlama geldiği ve bir şeyin neden “tabu” olduğu hakkında açıklamayı bulamazsınız. Polinezyalılar erkek ve kadınların niçin birbirleriyle yemek yemediklerine dair tabunun ilk ortaya çıkışındaki bağlamı unuttukları için soruya yanıt veremiyorlar. Doğuşundaki bağlam kaybedilince bir şeyi “tabu” yapan şey unutulur, elimizdeki keyfi yasaklama veya üzerine hemfikir olma seti dışında pek bir şey kalmaz fakat bunlar da nedensel bir açıklama sunmaz. Bir gelenek, kaynakları yeniden yorumlama işini yerine getirmezse, buldukları şeyler Polinezyalıların “tabu” hakkındaki buldukları (yani bulamadıkları) şeylere benzer. Bu örnekte Polinezyalılar yerine “analitik ahlak felsefecileri”, “tabu”nun yerine ise “ahlak ve iyi”yi koyuyor MacIntyre. Ona göre Polinezyalılar tabunun anlamını, analitik felsefeciler de ahlak’ın anlamını bilmiyor çünkü “…. daha önceki ve daha ayrıntılı bir kültürel geçmişten kalan dışında, tabu kurallarının karakterini anlamanın hiçbir yolu olmadığını biliyoruz.” Ayer ile Stevenson’ın duyguların dışavurumculuğu, Moore’un doğal olmayan bir nitelik soruşturması, Ross’un yükümlülük ve ödevleri yaklaşımı veya Hare’nin evrensel kural koyuruculuğu da bu türden beyhude girişimlerdir MacIntyre için.
Burada MacIntyre’ın tarafından yapılan iki tespit dikkat çekici: bugünün ortak ahlak kalıplarının, geçmişin ölü felsefi sistemlerinin fragmanlarının mezarlığından ibaret olduğu iddiası ve parça parça analiz etmeye dayalı olan felsefe yapma yönteminin sistematik olmayan kavramsal arkeoloji anlamına geldiği iddiası. Aslında bugün olan şey, gerçek bağlamından koparılmış büyük felsefi ve teolojik sistemlerden arta kalan çöplükleri önermesel dile dökerek ahlak felsefesi yapmaktır ona göre. Durum bu olunca da çağımızın ahlak felsefesi krizine dair söyleyecek pek bir şey bulamıyor olmamız şaşırtıcı olmasa gerek. Tarihselliği göz ardı etmenin maliyeti bir krize yanıt verememek şeklinde kendini gösteriyor olabilir.
Gerald Dworkin, MacIntyre’ın makalesine yanıt olarak “Ethics, Foundations and Science: Response to Alasdair MacIntyre” adlı makale yayınlamıştır. İlk dikkat çektiği nokta önemli, biz var olan krizi ahlaki gerekçelendirme üzerinden mi ahlaki motivasyon üzerinden mi yoksa ahlakın ontolojisi üzerinden mi konuşuyoruz? Sezgilerin eş-ölçülemezliği ile paralel olarak çatışmaları halinde ne yapacağımız tek boyutlu bir mesele değildir, bu açıdan Dworkin’in dikkat çektiği nokta anlamlı; çünkü ahlakın epistemolojik temelleri ile ontolojik temellerini ve motivasyonel/pragmatik temellerini birbirinden ayırmak gerekir.
Dworkin’in Yanıtı: Hangi Mesele Hakkında Konuşuyorsunuz?
Belki de meseleyi parça parça analiz etmediğimiz için MacIntyre’ın ulaştığı gibi bir sonucu elde ediyoruzdur. Öncelikle şunu sormamız gerekir: MacIntyre’ın eleştirisi ahlakın hangi yönüne dairdir: motivasyonel mi epistemolojik mi yoksa ontolojik mi?
AHLAK VE MOTİVASYONEL TEMELLER | AHLAK VE EPİSTEMOLOJİK TEMELLER | AHLAK VE ONTOLOJİK TEMELLER |
---|---|---|
Rasyonel biri neden ahlaken doğru olanı yapsın? | Ahlaki ilkelerin doğru olduğunu nasıl gösterebiliriz? | Değerler maddi nesnelerin dışarda bulunmaları gibi dünyanın parçası mı? |
Ahlaken doğru olanı yapmak için iyi nedenlerimiz var mı? | Ahlaki problemlerin çözümü için bir sonuca varma yöntemimiz var mı? | Değerleri seçer miyiz yoksa keşfeder miyiz? |
Tüm rasyonel kişileri belirli ahlaki ilkeleri doğru olarak kabul etmeye ikna edecek bir yaklaşım var mı? | Öncelik verme ilkeleri var mıdır? Şayet varsa gerekçelendirilebilirler mi? | Ahlaki yargılar, ahlaki olmayan yargılara indirgenebilir mi? |
Ahlaki ilkeler kendi başına motivasyon sağlar mı? | Ahlaki akıl yürütmenin başlangıç noktası nedir? Öncül olarak kullanılabilecek a priori doğrular var mı? | Ahlaki ifadeler doğruluk değeri taşır mı? |
Dworkin’in iki ana eleştiri var gibi duruyor;
- İlk olarak, ahlaki kriz meselesini ele alırken tam da MacIntyre’ın yapmamamız gerektiğini söylediği şeyi yapmalı, yani meseleyi parça parça ederek incelemeliyiz, ki meselenin motivasyonel, epistemolojik ve ontolojik boyutlarını birbirinden ayırt ederek daha sağlıklı ve net bir şekilde tartışabilelim. Bu yapılmadığında sorular ve iddialar iç içe geçerek manzarayı belirsiz kılmaktadır.
- İkinci olarak, Rawls titiz bir şekilde okunursa MacIntyre Rawls’u yanlış anlamaktadır. Ayrıca Rawls Aristoteles, Marx, Rousseau, Mill, Sidgwick gibi felsefe tarihindeki birçok önemli düşünürden haberdar olup onlarla organik biçimde canlı-kanlı bir etkileşim gerçekleştirmektedir ki, bu da, mezarlarda arkeoloji çalışması yapma eleştirisinin yersiz olduğunu ima ediyor. Bu yanıt, kökünden koparılma iddiasına da yanıt içeriyor.
Parça parça edip spesifik alanlarda uzmanlaşma tarihsel-bağlamsal olanı gözümüzden kaçırmaya sebep olabilir, MacIntyre bu konuda haklı gibi duruyor. Aynı zamanda bu, niçin artık sistem kurucu filozofların ortaya çıkmadığına dair de bir yanıt olabilir. Fakat mesele bu kadar basit değil, eleştirilen yöntemin maliyetleri kadar avantajları da var. Dworkin’e göre bunu görmek için, iddia edilen ahlak felsefesi krizinin, yukarıdaki tabloda görülen üç boyutun hangisiyle ilgili olduğu gösterilmeli ve Rawls’un kuşatıcılığı açıklanmalı.
Bu yazı ne MacIntyre’ın tüm kavrayışını ne de Dworkin’in verdiği yanıtın tüm yönlerini inceledi. Meseleyi daha derinlemesine görmek için ilgili filozofların makalelerini okumanız iyi olabilir.
Son Ek
Günümüzün ahlak felsefesinin yaşadığı kriz, MacIntyre’ın dediği gibi gerçekten de kökleri, bağlamları, kullanımları, toplumsallığı ve belki de yerelliği yok edilmiş bir ahlak mefhumuna sahip olmamızın sonucu olabilir. Ahlak, bizim felsefe zemininde ele aldığımız kadar soyut, metafiziksel, tarihsel-toplumsal bağlamlarından kopuk bir hayalet olamaz. Antik Yunan’daki “bir yaşam biçimi olarak felsefe”, “bir yaşam biçimi olarak ahlak” anlamına da geliyordu gibi görünüyor. Fakat bugün gördüğümüz şey, kişisel tercihlere indirgenen, çözüm içermeyen, birbirlerinin kavramlarına çevrilemeyen eş-ölçülemez soyutlamalarsa bunun tek sorumlusu Analitik felsefeciler olamaz, çünkü Analitik felsefeciler hareket halindeki bu akarsuyun yolunu tek başlarına değiştirmiş olamazlar. Aydınlanmanın mirasını yalnızca Analitik felsefeciler taşımıyor, Kantçılar, Hegelciler, Marksistler, Varoluşçular, Fenomologlar ve diğerleri de en az Analitik felsefeciler kadar sorumludur. Aydınlanma, MacIntyre’ın iddia ettiği gibi ahlak mefhumunun içinin boşaltılması ve köklerinden kopartılmasından sorumluysa tüm Batı düşünce geleneği bu eleştiriden payını almalıdır. Kaldı ki, önerilen öze dönüş, yani bedenleşmiş, somut, tarihsel-toplumsal bağlılığı yerinde olan Aristotelesçi erdem etiği ve diğer erdem temelli yaklaşımlar 1970’lerden beridir Analitik felsefede büyük bir diriliş göstermiştir. Hatta yalnızca ahlak felsefesinde değil, MacIntyre’ın önerisini belki onun bile aklına gelmeyecek şekilde daha da büyüterek epistemolojiye de uyguladı Analitik felsefeciler; Sosa ile Zagzebski gibi isimlerinden çalışmalarıyla erdem epistemoloji adında yeni bir alan doğdu. Hatta bugün Stoacılık ve Epikürcülük gibi yaklaşımlar da Analitik felsefe içerisinde tüm bağlam ve kökleri göz önüne alarak büyük bir yükselişte; ki bununla ilişkili olacak ki “Hayatın Anlamı” meselesine artık Analitik felsefeciler de çok yakından bakıyor.
Çağdaş ahlak felsefesindeki meseleleri konu edinecek olan bu kısa yazı serisinin diğer bölümleri:
- Gayrıbilişselcilikteki Problem Ne? (1),
- Tuhaflık Argümanı’nda Tuhaf Olan Ne? (2),
- Normatif Etik Kuramlar Ben – Öteki Asimetrilerine Yeterince Duyarlı mı? (3),
- MacIntyre’ın Ahlak Felsefesindeki Krize Dair Serzenişi ve Dworkin’in Yanıtı (4)
Toplamda 10’a ulaştığımızda yazı serimiz bitecektir.