Ölümlülüğü Reddetmek: Ernest Becker’den 5 Temel Kavram – Klejton Cikaj

Ernest Becker, insanın kendi sonluluğu tarafından nasıl koşullandırıldığını ve kahramanlık yoluyla bu sınırlamayla nasıl savaştığını araştırıyor.

/
5 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Ernest Becker, Pulitzer ödüllü kitabı “Ölümü İnkâr“da sosyal ve kültürel varoluşumuzun biyolojik gerçekliğimizden kaçınmaya, onu biz öldükten sonra da yaşayabilecek sembollerle aşmaya dayandığını öne sürmüştür. Çalışmalarının merkezinde ölüm, kahramanlık, analite (anality), aşkınlık ve olduğu gibi dünya kavramları yer almaktadır. Bu makalede inceleyeceğimiz fikirler bunlardır. Bu kavramların hepsi birbiriyle bağlantılıdır ve Becker’in çalışmalarında etkileşimli bir sistem oluşturur.

1. Ernest Becker Kahramanlık Kavramı Üzerine

Michel-Martin Drolling, The Wrath of Achilles, 1810, via Portland Art Museum.

Becker şaşırtıcı bir iddiada bulunuyor: Tüm kültürler ve toplumlar sembolik alanlardır, rol ve davranış yapılarıdır ve bunlar bizim kahramanlık ihtiyacımızın ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Kahramanlık sayesinde ölümü ve kendi geçiciliğimizi inkar ederiz. Zamanın ve hayatın geçici doğasının ötesine geçmemizi sağlar.

…her kültürel sistem dünyevi kahramanlıkların dramatizasyonudur; her sistem çeşitli derecelerdeki kahramanlık performansları için roller biçer: Bir Churchill’in, bir Mao’nun ya da bir Buda’nın “yüksek” kahramanlığından kömür madencisinin, köylünün, basit bir rahibin “düşük” kahramanlığına; bir aileye açlık ve hastalık boyunca rehberlik eden boğumlu işçi ellerinin yaptığı sade, günlük, dünyevi kahramanlığa kadar.

Kahraman kavramı, dünyada var olmanın merkezi modudur. Dünya, aktörün sarsılmaz bir anlamlılık hissi, kendi kozmik benzersizliği nosyonu kazanmaya çalıştığı bir kahramanlık tiyatrosudur. Temelde kahramanlık, insan doğamıza inen ve onu hayata geçiren yegane eylemlerden biridir. Bunun nedeni Becker’e göre narsisizme, çocuğun özsaygı ihtiyacına, ayırt edilme dürtüsüne dayanmasıdır. Her toplum, kendisini resmi olarak laik ilan etse bile, bir din gibi yapılandırılmıştır; bu din, sınırları içindeki tüm özlemlerimize nüfuz eden kahramanlık ve kendini aşma dinidir.

Becker, her şeyin, adımızın, egomuzun, bize kendi dışımızdaki işaretler tarafından, kendimizi özdeşleştirdiğimiz ve ürettiğimiz yabancı güçler tarafından verildiğini savunuyor. İşte bu yüzden insanlar dünyada hiçbir otoriteleri yokmuş gibi hissederler; cesur değillerdir. Kahramanlık gerçek bir meraktan değil, kendi çürüyen, sonlu varlığımızı gizleme, sonsuza dek semboller arasında yaşama dürtüsünden kaynaklanır.

2. Ölüme Karşı Bir Panzehir Olarak Kültür

Kahramanlık ölümün, insanın ölümlülüğünün ve biyolojik sınırların yadsınmasından başka bir şey değildir. İnsan ikiye bölünmüştür. Eşsizliğinin aşkın olana doğru uzanan dehşet verici bir farkındalığına sahiptir; yine de ayakları yakında onu ele geçirecek olan dünyevi zeminde tökezler, ayak izleri zamanın geçmesiyle silinir. İnsan bir çelişkidir. Kendi sonluluğunun bilgisiyle yüklenmiş tek hayvan biziz. Bir ceset yığınının üzerinde soluk soluğa sürünen varlıklarız, kaçınılmaz yok oluşumuzu biraz daha savuşturmak için Öteki’nin etini parçalıyoruz.

Kahramanlık, ölümün simetrik olarak olumsuzlanmasıdır. Ölümün dehşeti yaşadığımız her ana musallat olur. Yaptığımız her şeyin geri alınacağını ve attığımız her adımın silinip gideceğini biliriz. Analite (anality) kavramı fiziksel sonluluğumuzu, ölüm ise zaman içindeki sonluluğumuzu ifade eder. Uzay-zamanın sınırları içinde sıkışıp kalan insan, başını gökyüzüne çevirir ve varlığının kendisi öldükten sonra da bir iz bırakmayı başarabilmesinin yollarını arar. Varlığının sembolik ve maddi biyolojik gerçekliğine bölünen insan, ilkini ikincisini gizlemek için kullanır. Büyük binalar, tarih, kültür, anıtlar, yaptığımız her şey kendi zamansızlığımızı ve mekânsallığımızı güvence altına almak içindir. Kültürümüz bize doğru bir kahramanlık eylemiyle adımızın zamanın akışı içinde parlayacağını, yerinden oynatılamayacağını ve eşsiz varlığımızı sonsuza dek sergileyeceğini söyler. Bu da “klasik” sanat, edebiyat ya da film eserlerini tutkuyla korumamızı açıklar niteliktedir.

3. Analite, Beden ve Çürüme

“Emzikle oynayan Tanzanyalı çocuk”, 28 February 2019, by Rasheed, via Wikimedia Commons.

Becker’e göre bu ikilik en açık şekilde analitede ifade edilir. Çocuk ilk olarak analite aracılığıyla bedeninin, hoşuna gitsin ya da gitmesin, yerine getirmesi gereken talepleri ve işlevleri olduğunu keşfeder. Bedeninin kendi kurallarına göre işleyen tuhaf, garip bir yaratık olduğunu öğrenir. Onun tarafından yabancılaştırılır. Anüsü, kendisini hayatta tutmak için dünyevi bedenleri yırtan ve dışkılayan bir bedenden başka bir şey olmadığı gerçeğini temsil eder. Doğanın gözünde o bir benlik değil, bir şeydir.

Anüs ve onun anlaşılmaz, itici ürünü yalnızca fiziksel determinizmi ve sınırlılığı değil, aynı zamanda fiziksel olan her şeyin kaderini de temsil eder: Çürüme ve ölüm.

Becker bu görüşünü desteklemek için Kubrick’in filmlerinden bazı örnekler veriyor. “2001: a Space Odyssey“de insanın uzaya sıçrayışı maymunsu geçmişimizle yakından ilişkilidir ve buna Strauss’un müziği eşlik eder; “Clockwork Orange“da ise ana karakter arka planda Beethoven çalarken tecavüz eder ve şiddet uygular. Tüm kültürümüz, tüm aşkın sembollerimiz, tam da hayvanlığımızı gizlemeye, bizi onun ötesine götürmeye hizmet eder.

Kültür, doğal gerçekliğe karşı bir protesto, insanın ölüm halinin inkarıdır. Bu eğilimin bir başka örneği de Kuzey Koreli yetkililerin Kim Jong-un’un dışkılamadığı ya da idrar yapmadığı iddiası gibi, önde gelen şahsiyetleri çevreleyen mitlerde görülebilir. Kendi dışkılarımız bize ölümcül beyhudeliğimizi ve geçiciliğimizi hatırlatır. Biyolojik sınırlarımızı aşan bir aura yaratmak istiyoruz, biyolojik süreçlerimizin ve kimyasal reaksiyonlarımızın toplamından daha fazlası olmamız gerekiyor. Kendinizi tüm kısıtlamalarınız içinde, zamanın ağına takılmış, tarihin akışından kaçamayacak şekilde deneyimlemek dayanılmaz olurdu. İnsanın olduğu şeyin üstüne çıkması gerekir. Fiziksel olanı inkar etmesi gerekir. Bu kaderle karşı karşıya kalan bu hayvan, kahramanca olanın kalıcılığını icat etmeseydi nasıl hayatta kalabilirdi?

4. Dünya ile Olduğu Gibi Başa Çıkmak

Bu haliyle dünya, onunla başa çıkabilmemiz için çok fazladır. Hiçbir hikaye anlatmıyor, hiçbir anlam ifade etmiyor, dengesi yok, simetrisi yok, anlatısı yok, kronolojisi yok; hiçbir şey ifade etmiyor. İçimizde hayatı kısma, onunla başa çıkabilmek için bu yoğunluğu azaltma eğilimi ortaya çıkıyor. Becker, çocukluktan çıktığımızda, gerçekliğin acımasız darbesini yumuşatan bir hava yastığı gibi işlev gören semboller aracılığıyla ham gerçekliği gizlemeyi çoktan öğrendiğimizi savunuyor. İnsanlar genellikle çocukluklarında her şeyi daha yüksek bir yoğunlukta hissettiklerini hatırlarlar. Tekrarlama nedeniyle, kişi artık aynı yoğunluğu çağrıştırmayan belirli şeylere alışabilir.

Ernest Becker

Becker bize bu işlevin varlığımızı sürdürmemiz için çok önemli olduğunu ve duyuların doğal bir işlevinden ziyade semboller aracılığıyla geliştirilen bir başa çıkma mekanizması olduğunu söyler. Dünyadan kopma duygusuyla, dünyanın olduğu gibi gelmesine izin verirsek kolayca baltalanabilecek bir yön duygusuyla hareket etmemiz gerekir.

Kalbimiz ağzımızda, bize çarpan her büyük ve güçlü şeyi açgözlülükle gözlerimizle emmeye devam edemeyiz.

Hayvanlar, dış uyaranlara yanıt vermek için onları otomatik olarak harekete geçiren içgüdülerle donatılmıştır. Bunun dışındaki her şey göz ardı edilir, daha doğrusu algılanmaz bile. Gerçekliğin gümüş dilimi içinde yaşarlar ve nörolojik ve kimyasal reaksiyonlardan oluşan bir bölgeyi işgal ederler. Öte yandan insan, bir zaman dilimi içinde bir bölgeye hapsolmuş değildir. Her zaman her yerde yaşar. Bedenini açıklanması gereken bir sorun olarak görür. Sadece maddi bedenini değil, zihinsel benliğini de bu şekilde görür. Kendisi için sıkıştırılamazdır. Neden buradadır? Ne yapması gerekiyor? Evren bu çağrılara sessiz kalır. Becker insana “Anüslü bir tanrı” diyor, aşkın ve sıkışmış, sınırsız ve bağlı, yürüyen bir çelişki.

5. Ernest Becker Aşkınlık Üzerine

İnsan, egosunun özgürlüğü ile bedeninin kaderi arasında sıkışıp kalmıştır. Zihnin sınırsız enerjisi ve aşkınlık ihtiyacı ile bedenin böyle bir aşkınlık sunma konusundaki yetersizliği arasında bir uyumsuzluk vardır. Bir düzeyde, bu evrensel bir deneyimdir. Bedenlerimizi her türlü yolla aşmaya çalışırız.

Aşkınlık için çabalamanın bir yolu seks ya da mastürbasyondur; burada cinselliği tamamen kişisel hale getirerek, bedenimizi determinizmden kurtarmak için tam olarak kontrol ederek ulaşılır.  Bu bile her zaman işe yaramaz. Biyolojimiz bizi yakalamakta asla başarısız olmaz. Schopenhauer orgazm sonrası anı “şeytanın kahkahası” olarak adlandırmıştır. İşte o an kendimizi kandırdığımızı, mutluluğumuzu ya da aşkınlık kavramlarımızı daha az umursamayan kendi biyolojik zorunluluklarımızın kölesi olduğumuzu fark ettiğimiz andır. Beden bize kendisiyle aramızda belli bir mesafe olduğu fikrini sadece kendi hedeflerini daha da ileriye götürmemiz için verir. Bedeni yadsımaya çalışarak, onu daha da olumlamış oluruz.

Becker’e göre, olgunluğa ulaşmanın yolu, bireyin kendi bedenini aşma biçimini sosyal topluluğun geri kalanına yüceltmektir. Freud da benzer bir iddiada bulunur: İnsan, paradoksal bir biçimde, kendi aşkın olmayışını onaylayarak, biyolojik bir varlık olarak kendi durumunun gerçekliğini kabul ederek kendini aşabilir.


Klejton Cikaj – Denying Mortality: 5 Key Concepts by Ernest Becker”, (Erişim Tarihi: 10.06.2023)

Çeviri: Ali Tacar

Çeviri Editörü: İzzet Can Kalender

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Jason Brennan’ın Demokrasiye Karşı Argümanı: Hepimiz Yetersiz Seçmenler miyiz? – Joseph T.F. Roberts

Sonraki Gönderi

Noam Chomsky’nin Radikal Dil Yaklaşımı – Luke Dunne

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü