Postmodernizm sık sık her şeye karşı olmakla suçlanır. Postmodernistlerin nesnelliğe yönelik soruları, onları bilim ile çatışmaya doğru giden bir patikaya sokmaktadır. Postmodernizmin bilime yaklaşımındaki problemler, bize her eleştirinin her disipline uygulanamayacağını hatırlatmaktadır.
Postmodernizm genellikle hakikati, Batı’yı, filmleri ve sevdiğimiz her şeyi yerle bir etmeye çalışan entelektüel bir canavar gibi gösterilir. Gerçekteyse yaklaşık 50 yıl evvel ki birkaç Fransız düşünürün çalışmalarından doğmuş olan bir sistemdir. Birkaç fikirden temel alır, ancak çoğunlukla geniş çaplı büyük anlatıların veya dünyanın evrenselleştirilmiş yorumlarının reddi olduğu söylenir. Bu ise ister istemez Postmodernizm’in, değer verdiğimiz her şeye yönelik “karşıtlık” (-anti) olduğu yönündeki birçok iddiaya yol açmıştır.
Özellikle yaygın olan iddialardan biri postmodernizmin bilim karşıtı olduğu şeklindedir. 1990’lı yıllarda bilimsel realistler ile postmodernist düşünürler arasındaki “bilim savaşları”nda bilimin aslında ne olduğu ve bulgularının ne anlama geldiği üzerine yapılan tartışmalar bu fikri daha popüler bir aşamaya taşıdı. Daha yakın zamanlarda ise, Jordan Peterson’ın çalışmalarının temelini oluşturdu.
Bu tartışmalar bugün büyük ölçüde geçerliliğini yitirmiş olsa ve fizik disiplininde hiç kimse bu tartışmaların sonucunda göre söylemlerini değiştirmese de, postmodernizmin bilimsel karşıtı olduğu fikri hala güncelliğini korumaktadır.
Peki Ama Öyle mi?
Genel anlamda konuşursak durum böyle değil. Hiçbir postmodernist, akıllı telefonunuzun kullanılmaması veya çalışmaması gerektiğini, veya yalnızca belirli bir sosyal yapının içinde işler olacağını söylemez. Bilimin bir tür hilekarlık, gürültü veya temelde zararlı, kötücül bir şey olduğunu düşünmezler.
Pek çok postmodernistin iddia ettiği şey nesnellik iddialarına, mutlak hakikati erişmeye ve geniş çaplı büyük anlatılara şüpheyle yaklaşmamız gerektiğidir. Nesnel olguları tarafsız bir şekilde bulmaya çalışan bilim, belki de neyi ve nasıl yaptığını sorgulayan postmodern eleştirilerin hedefi olmaya mahkûmdu. Mantıklıdan saçma sapana dek uzanan söz konusu bu eleştiriler, insanları postmodernizmi “bilim karşıtı” olarak görmeye iten etkendir.
Birçok postmodernist bilim felsefesine dair çoğu insandan epey farklı düşüncelere sahiptir. Kimi postmodernistler, Thomas Kuhn’a ve onun “paradigma değişimleri”ne yönelik fikirlerine, bilimsel düşüncede yaşanan büyük ilerlemelerin kaynağı olarak bakar. Eldeki bulgulara bakmanın bir yolunu diğer alternatiflerinin önüne geçmesi anlamına gelen bu paradigma değişimleri, en azından bir dereceye kadar toplumsal bir nitelik de taşır. Bu, Kuhn’un reddettiği görecelilik ithamlarının yükselmesine neden olmuş ve postmodernler tarafından sosyal etmenlerin bilimin bulgularını ele almayı nasıl biçimlendirdiği üzerine düşünmelerini mümkün kılmıştır.
Bu postmodern düşünürlerden bazıları tüm içtenlikleriyle bilimin sosyolojisine ve politik arka planına yüzlerini dönmüştür. Diğerleri ise bu meselenin, bilim insanlarının keşfettiği gerçekleri nasıl etkilediğini ele almakla ilgilenmiştir. Fakat yapmaya çalıştıkları bu şey epey problemli; bilimsel gerçekliklerini sosyal yapılan olarak görmek veya bilimin meselelerini bilim insanların sahip oldukları ön yargılara bağlama yönündeki girişimler, genellikle bu felsefecilerin baktıkları şeyi anlayamamalarıyla iç içe geçmiş problemlerle karşılamak zorunda.
Peki Bunun Pratikteki Karşılığı Nasıl?
Sonuçlar epey karışık. Diğer yandan, sözünü ettiğimiz bu eleştirilerin bazıları akademiye uygulanabilir ve sosyal bilimler veya edebiyat için olduğu kadar pozitif bilimler için de geçerli olabilir. Örneğin, kadın sağlığına ilişkin mevcut bilimsel kavrayışımızın geri kalma sebebinin, kadınları tıp alanının dışında tutma eğilimi olduğunu söylemek doğru olurdu. Güç ilişkilerinin (iktidarın) hangi meseleyi çalışacağımızı belirleyebileceği tarih tarafından kanıtlanmış bir gerçektir [i].
Günümüzde bile, fon bulma ve yayın yapma ihtiyacı hangi konu üzerine bilimsel çalışma yapılacağını etkilemektedir. Yakın tarihli bir rapora göre, insan genomunun en çok çalışılan alanları, alacakları fonları ve kariyerlerini korumaya çalışan bilim insanları tarafından hala hiç durmaksızın çalışılırken diğer alanlar ise tümüyle görmezden geliniyor. Bu açıdan bakıldığında Postmodernistlerin, hangi konunun ne zaman ve kim tarafından çalışacağına dair kararın, hayalini kurduğumuz gibi kişisel çıkarlardan arınmış olarak alınmadığı yönündeki itirazlar epey yerindedir.
Bunun yanı sıra saçma sapan iddiaların sayısı, mantıklı olanlardan çok daha fazla elbette. Postmodern düşünürler genellikle edebiyat, etik ve sosyolojide söz konusu olduğundan işe yarayan eleştirileri, aşırı derece aptalca sonuçlara sebep olmasına rağmen pozitif bilimlere de uygulamaya çalışır. Bu uygulama kahkaha atmanıza sebep olacak kadar saçmadır.
Fransız filozof Luce Irigaray’ın akışkanlar dinamiğinin niçin katı nesnelerin hareketi kadar iyi anlaşılmadığına dair ilginç bir fikri var. Sözünü ettiğim bu fikri, Katherine Hales tarafından yapılan şu çeviride daha yakından görebilirsiniz:
Katıların akışkanlar mekaniğine göre ayrıcalıklı olması ve aslında bilimin türbülanslı akışla hiçbir şekilde başa çıkamaması (Irigaray), akışkanlığın kadınlıkla olan ilişkisine atıfta bulunur. Erkeklerin dışarı doğru çıkıntılı olan ve sertleşen seks organları varken, kadınların adet kanını sızdıran açıklıkları vardır…. Her ne kadar bazen erkekler de aksa dahi … cinselliklerinin bu yönü üzerinde durulmuyor. Mühim olan erkek organın sertliğidir sıvı akışındaki suç ortaklığı değil. Bu idealleştirmeler, akışkanları lamine düzlemler ve diğer modifiye edilmiş katı formlar olarak kavrayan matematikte yeniden yazılmıştır. Tıpkı kadınların eril teoriler ve erkek dili içinde silinerek yalnızca erkek olmayanlar olarak var olmaları gibi, sıvılar da bilimden silinmiş, sadece katı olmayanlar olarak var olmuştur. Bu açıdan bakıldığında, bilimin türbülans için başarılı model elde edememiş olması sürpriz olmamalı. Türbülanslı akış sorunu çözülemez çünkü sıvı (ve kadın) kavramları, zorunlu olarak eklemlenmemiş kalıntılar bırakacak şekilde formüle edilmiştir.
Diğer yandan, fizikçi Alan Sokal ile Fransız filozof Jean Bricmont, Fashionable Nonsens adlı kitaplarında bu dünya görüşünün olgulara dayalı yanlış varsayımlardan oluştuğuna işaret etmektedir:
Irigaray’ın katı ve akışkanlar mekaniği ile ilişkili bir miktar yorum gerektiriyor. Her şeyden önce, katı mekanik de bütün ve tam olmaktan uzaktır; kırıkların kantitatif tanımı gibi çözülmemiş birçok problemi vardır. İkinci olarak, denge halindeki veya laminer akıştaki sıvılar nispeten daha iyi anlaşılmış. Ayrıca, pek çok durumda akışkanların davranışını yöneten denklemleri -Navier-Stokes denklemleri- biliyoruz. Asıl sorun, bu doğrusal olmayan kısmi diferansiyel denklemlerin özellikle türbülanslı akışlarda çözülmesinin çok zor olmasıdır.
Bilimsel bir iddiaya postmodern bir eleştiri yöneltmeye dair gelmiş geçmiş en komik girişim, Fransız filozof Bruno Latour’un “II. Ramses tüberkülozdan öldü” ifadesinin anakronik ve tüberküloz anlayışımızın da zaman tarafından kısıtlanmış olduğunu iddia etmesiydi. II. Ramses’in mumyasının Paris’te incelenmesinin hemen ardından yayınlanan bir makalesinde şöyle demişti:
Haydi “Cesur bilim adamlarımızın” analiz ve saptamalarını olduğu gibi doğru kabul edip II. Ramses’in tüberkülozdan öldüğünün kanıtlanmış bir gerçek olarak görelim. Ancak II. Ramses nasıl olur da 1882’de keşfedilmiş olan bir basilden ve etiyolojisi modern haliyle yalnızca 1819’a dek uzanan bir hastalıktan ölmüş olabilir ki? Bu açıkça anakronik değil mi? Tüberkülozun ve Koch’un basilinin II. Ramses’e atfedilmesi ile onun Marksist bir ayaklanma, makineli tüfek saldırısı veya Wall Street’teki bir kazadan ötürü öldüğünü teşhis etmiş olduğumuz hayali iddiası, aynı düzeydeki bir anakronizm olarak bizi şaşırtmalı ve çarpmalıdır.
Sokal ve Bricmont tekrar bunların niçin saçmalık olduğunu açıklamaktadır:
(Latour), Koch’un zaten önceden var olan bir basili keşfettiği şeklindeki sağduyulu fikrini ‘yalnızca sağduyu görünümüne sahip’ diyerek elinin tersiyle itiyor. Tabi ki makalenin geri kalanında Latour, bu radikal iddiaları gerekçelendirmek adına hiçbir argümantatif girişimde bulunmuyor ve sağduyu yanıtına gerçek bir alternatif sunmuyor. Onun yaptığı tek şey, Ramses’in ölümünün nedenini keşfetmek için Paris laboratuarlarında sofistike bir analize ihtiyaç duyulduğunu söylemek. Ama Latour, keşfettiğimiz bir şeyin “bizim onu keşfimizden” önce var olmadığı gibi gerçekten radikal olan bir iddiayı öne sürmüyorsa (özellikle de, polis tarafından katil olduğu “keşfedilmeden” önce suç işlemiş olması anlamında hiçbir katilin katil olmadığı gibi), basilleri bu kadar özel ve ayrıcalıklı kılanın ne olduğunu açıklamalıdır, ama o bunu yapmakta tamamen başarısız olmuştur.
Bu saçma ifade ve iddiaların hiçbiri “kötü niyetli” olarak damgalanmamalı. Bu okuduğunuz ifadeler aslında bir alanda işe yarayan ve iyi işleyen bir fikrin -yani bazı fikirlerin sosyal inşalar olduğu veya bir alanda çalışanların önyargılarının o alandan çıkan şeyleri etkileyebileceği iddiasının- hiçbir şekilde işe yaramadığı başka bir zemine taşınmasının sonucudur. Bu yapılanın sonucu, bizi saçma ve tuhaf noktalara sürükleyen argümanlar elde etmektir.
Pek çok postmodernist daha evvel dile getirdikleri açıklamalarının arkasında durmayıp geri adım atmıştır. Örneğin Bruno Latour, insanların bilime olan güveninin bu denli sarsılmasının parçası olduğundan ötürü özür bile diledi, hatta bilime yönelik bu güveni yeniden tesis etmeye yardımcı olacak şeyler yaptı. Daha yakın zamanda, Augsburg Üniversitesi’nde İngilizce Profesörü olan Douglas Green, “Şöyle bir geçmişe bakıldığında, postmodernizmin bilim karşıtı eğilimi aslında bir işaretti” dedi. Bugün hala bazı dergiler bu saçmalıkları kabul ediyor ve yayınlıyor olsa dahi, bunu yapmalarının sebebi bilim karşıtı kinci bir rahatsızlıktan ötürü değil belirli türden fikirlere yönelik en temelde yatan bir anlaşmazlıktan ötürü.
Postmodernizm, insanların sürekli söylediği gibi, canavar filan değil fakat şurası kesin ki bilimsel iddiaları anlamlı bir şekilde kavramaya ve incelemeye çalışırken oldukça zorlanmaktadır. Ama yine de modern bilimi eleştirmeye yönelik bu ruhsuz ve soğuk çabaların, içkin bir bilim karşıtı önyargıyı beslediği ve büyüttüğü düşüncesi oldukça abartılıdır. Aslında önümüzdeki manzara bize daha çok, bir alanda iyi olan ve işe yarayan şeyin, başka bir alana her zaman uygulanamayacağı veya adapte edilemeyeceğini göstermektedir.
[1] Tüm bunların yanı sıra, Noam Chomsky, “bilim, güç ilişkilerinin (ve iktidarın) etkisinde olan kurumsal faktörlerden tesiri altındadır” veya “Bilim insanlarının çoğu erkektir” gibi ifadelerin, anlaşılmak için deha gibi bir zihne sahip olmayı gerektirmeyen çok yalın ve basit gerçeklikler olduğunu düşünmektedir.
Scotty Hendricks – “Is postmodernism really anti-science?“, (Erişim Tarihi: 20.01.2022)
Çevirmen: Taner Beyter