Söylentiler, resmi iletişim hatlarını bozar ve uygulanan politikaları saptırabilir. 2013-2016 yıllarında Batı Afrika’daki Ebola salgını sırasında, doktorların uluslararası organ kaçakçılığı pazarında satılmaları için ceset çaldıkları söylentisi yayıldı. Bu söylenti karşısında insanlar hastalarını evden çıkarmamaya başladılar. 2000’li yılların ortalarında Güney Afrika ülkesinde tedaviye erişim için verilen uzun mücadeleler sonucunda HIV/AIDS tedavisi nihayet halka açık hale geldi ancak “deney programları” adı altında eski ırkçı Apartheid [1] rejiminin adamlarının insanları tedavi etmeye değil hastalığı yaymaya çalıştığı söylentisi yayıldı. Bu durum halkta dehşete ve başlarda tedaviye karşı bir direnişe yol açtı. 2000’li yılların başlarında Uganda’da birçok kişi kitlesel bir parazit tedavisi programına katılım sağlamayı reddetti. O yıllarda, Afrika’daki doğum oranlarını düşürmek için Uganda ve Amerika hükümetlerinin gizliden gizliye iş birliği yaptığı ve parazit tedavisinin kısırlığa ve düşüklere yol açacağı söylentileri hakimdi. Büyük ölçekli müdahalelerde bu denli sorunlar olduğuna göre, söylentiler tam olarak nedir? Söylentilerin epistemik statüsü nedir?
Söylentiler birbirimize aktardığımız gayri resmi bilgilerdir. Bu bilgilerin güvenilirliğini taahhüt eden hiçbir “resmi” kaynak yoktur. Söylentilerin uzmanlar tarafından iletilmesi ihtimali düşüktür ve söylentiler, toplumsal sınıf bakımından kendimizden üstün gördüğümüz kişilerle paylaştığımız türden hikayeler değillerdir. Söylentileri komşularımıza ve arkadaşlarımıza anlatırız, din adamlarına veya üniversite hocalarına değil. Söylentiler, nihai akran tanıklığı biçimidir.
Söylentiler ve dedikodular birbirinden ayrı kavramlardır çünkü söylentiler genellikle toplumun tamamını ilgilendiren sorunlara odaklanırlar. Örneğin, söylentiler tıbbi deney programlarını konu alırken dedikodular Taylor Swift’in kiminle ilişki yaşadığı ve bu ilişkinin ne kadar süreceği gibi çok daha kişisel konulara odaklanırlar.
Söylentiler ve komplo teorileri de birbirinden ayrı iki kavramdır ancak bazı söylentiler, komplo teorilerine has özellikler taşıyabilirler. Bu duruma örnek olarak Uganda ve Amerika hükümetlerinin Afrika’daki doğum oranlarını düşürmek için iş birliği yapmaları söylentisi verilebilir. Quassim Cassam’ın komplo teorilerine dair felsefi açıklamasına göre komplo teorileri bariz bir şekilde yanlıştır ve onları destekleyenler aykırı kişilerdir. Metnin başında örnek verilen insanlara dedikoducu veya komplo teorisyeni denip denemeyeceği net değildir. Yakınlarını Ebola tedavi merkezlerine götürmenin güvenli olup olmadığı hakkında karar veren insanlar “aykırılık” yapmıyorlar, sadece korkuyorlar. Bununla beraber sahip oldukları inançların bariz bir şekilde yanlış olduğu konusu da net değil. Doktorların ırkçı amaçlarla AIDS hastalığını yaydıklarından korkulan Güney Afrika’da Apartheid rejimi altında gerçekten de bir biyolojik silah programı (Project Coast) vardı ve HIV virüsünün belli ırklara etki eden bir biyo-silah olarak kullanılıp kullanılamayacağı hakkında tartışmalar yapılmıştı.
Dedikodulardan ve komplo teorilerinden farklı olmalarına rağmen söylentiler epistemolojide kötü bir şöhrete sahiptir. Söylentiler dünya hakkında bilgi almanın barizce kötü bir yolu gibi görünüyorlar. Psikoloji alanında yapılan bazı erken dönem araştırmalar bunu doğrular nitelikte. Allport ve Postman’ın yazdığı ve 1948 yılında yayınlanan psikoloji klasiği “The Psychology of Rumor” (Söylentinin Psikolojisi) eseri, İkinci Dünya Savaşındaki söylentileri araştırır. Deney ortamında gözlemlenen bulgulara göre söylentilerin çalışma mekanizması ile çocukların oynadığı “kulaktan kulağa” oyunu arasında birçok benzerlik bulunuyor. Bilgi, söylenti zincirinde aktarıldıkça bozuluyor. Ancak söylentilerin gerçek hayatta böyle çalışıp çalışmadığı konusu net değil. İnsanlar gündelik hayatta konuştukları kişiler hakkında genellikle daha fazla şey bilirler ve bir deneydeki tek seferlik görüşmenin aksine birbirleriyle sık sık etkileşime girebilirler. Bu durum, doğru bilgi aktarmak konusunda bir baskı oluşturabilir zira insanlar kendi saygınlıklarına önem verirler. Ancak bahsi geçen konu yalnızca konuştuğumuz kişiyi tanıyorsak geçerlidir.
Çevrimiçi söylenti çığırtkanlığına geldiğimizde işler tamamen değişir. İnternetin sağladığı anonimlik ile yalnızca saygınlığımızı etkileyen ve bizi doğru bilgiler paylaşmaya iten riskleri kaybetmeyiz. Aynı zamanda yanlış bilgilerin çekiciliği yüzünden gerçek olmayan haberlerin yayılma hızları ve kapsamları artar. Bir araştırmaya göre gerçek haberler en fazla 1.000 kişiye yayılırken yalan haberlerin ulaştığı kişi sayısı 100.000’i bulabilir. Aynı zamanda gerçek haberlerin paylaşılması, yalan haberlere kıyasla önemli ölçüde uzun sürmüştür.
Çevrimiçi ortamlarda yayılan söylentilerin kendilerine has sorunları olsa da internet ortamındaki söylentilerin izleri, ağızdan ağıza yayılanlara kıyasla daha kolay sürülebilir. (Ne de olsa hiçbirimiz mahallelerimizde buluşup örgü ören kadınların aralarında ne konuştukları bilmiyoruz.) Bu durum işlevseldir. Toplumun tabanında hareket ettiklerini göz önünde bulundurursak, söylentiler genellikle bir olayın vuku bulduğuna dair ilk göstergelerdir. Söylentiler, bu yönlerinden dolayı salgına hazırlık gibi konularda hayati bir öneme sahiptirler. Bir salgın hastalığın yayılmaya başladığını öğrenmenin yollarından biri, hastaların kliniklere gelmesini beklemektir ancak bu süreçte gecikmeler yaşanabilir ve insanların sağlık tesislerine müracaat etmemelerinin birden fazla sebebi olabilir. (İnsanların yakınlarda müracaat edebilecekleri bir sağlık tesisinin mevcut olduğu varsayarsak.) Batı Afrika Ebola salgınında insanlar tedavi için kliniklere gelmeden çok önce garip ölümler hakkında söylentiler etrafta dolaşmaktaydı. Söylentilere kulak vermenin öneminin farkında olan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), resmi veriler ortaya çıkmadan önce olası sorunları tespit edebilmek için 1997 yılında bir söylenti izleme ağı kurdu. Burada hastalıklarla ilgili söylentilerin yaşananları tamı tamına doğru aktarmasının önemli olmadığı unutulmamalıdır. Önemli olan, ortada dikkat edilmesi gereken bir durumun olup olmadığını bilmektir.
Söylentilerin yüzde yüz gerçeği yansıtıp yansıtmadığı konusuna takılıp kalmak da olayın maksadının gözden kaçırılmasına sebep olabilir. Gündelik hayattaki iletişimizin ne kadarlık bir kısmı tamı tamına doğru bilgilerin alışverişinden ibaret? İnsanlarla konuşurken sıklıkla gerçeği eğip büküyoruz ve bunu yapmaktaki amacımız, anlattığımız hikâyeyi daha ilgi çekici kılmak veya hikâyeden çıkarılacak dersin akılda kalıcılığını arttırmak olabilir. Aynı zamanda bize anlatılan şeylerin tamamen doğu olmadığının da genellikle farkındayızdır. Belki de önemli olan şey, ormandaki cadının zencefilli kurabiyeden yapılmış bir evde yaşayıp yaşamaması değil, ormana yalnız başımıza gitmememiz gerektiğidir.
Katherine Furman – “The Epistemology of Rumours”, (Erişim Tarihi: 02.01.2024)
Çeviren: Dervişan Mehmet Savaş
Çeviri Editörü: Efe Aytekin
Dipnotlar
[1] Apartheid, Güney Afrika ve Güneybatı Afrika’da (şimdiki Namibya) 1948’den 1990’ların başına kadar var olan, kurumsallaşmış ve ırka dayalı bir ayrımcılık sistemiydi. (ç.n.)