Kurt Gödel poses for a portrait at the Institute for Advanced Study in Princeton, New Jersey. 1 May 1956. Photo by Arnold Newman Properties/Getty

Tekrar Buluşacağız – Alexander T Englert

Korkusuz mantıkçı Kurt Gödel, ahirete inanırdı. Annesine yazdığı dört içten mektupta da bunun sebebini açıklamıştı.

/
490 Okunma
Okunma süresi: 21 Dakika

20. yüzyılın önde gelen mantıkçılarından Kurt Gödel, eksiklik teoremleriyle ve küme teorisine yaptığı katkılarla; matematik, mantık ve bilgisayar bilimlerinin seyrini değiştiren neşriyatıyla tanınmaktadır. 1951 yılında bu başarıları takdir etmek için Albert Einstein ödülüne layık görüldüğünde, matematikçi John von Neumann bir konuşmasında, Gödel’in mantık ve matematikteki başarılarını “uzay ve zamanda çok uzun zaman kalıcı” olacak kadar önemli olarak nitelendirmişti. Buna karşılık, felsefi ve dini görüşleri neredeyse her zaman gizli kalmıştır. Gödel bunları hep gizli tutmuş, hayatı boyunca bu konuda hiçbir şey yayınlamamıştır. Araştırmacılar onun hayatının sonlarına doğru arkadaşları arasında yaydığı, Tanrı’nın varlığına dair ontolojik deliliyle uğraşırken onun inanç sistemindeki diğer prensipler önemli bir tartışma konusu değillerdi. Bunlardan birisi, Gödel’in ölümden sonra hayata olan inancıydı.

Neden ahirete inanıyordu? Hangi argüman onu ikna etmişti? Görünen o ki bu soruların nispeten kapsamlı bir cevabı annesi Marianne Gödel’e yazdığı dört uzun mektupta saklıydı. Bu mektuplarda, ikisinin öbür dünyada buluşacaklarının alınlarına yazılmış olduğunu belirtiyordu.

Kurt and Marianne Gödel 1964 yılında birlikte çekildiği bir fotoğraf. Vienna City Library‘e teşekkürler.

Gödel’in ahiret hakkındaki görüşlerini incelemeden önce hikâyenin sessiz kahramanı olan annesini tanımamızı istiyorum. Gödel’in çoğu mektubu Viyana Şehir Kütüphanesi’nin dijital arşivleri aracılığıyla herkese açık da olsa annesinin yazdığı mektuplardan hiçbirinin günümüze ulaşmadığı bilinmektedir. Konuşmada sadece onun tarafına sahibiz, annesinin söylediklerini de onun yanıtlarından yola çıkarak anlamak zorundayız. Bu da mektuplarını okurken bir gizem yaratıyor; sanki satırları kaldırılmış bir Platonik diyalog verilmiş de sadece Sokrates tarafından söylenenler kalmış gibi. Onun meraklılığı ve özgür düşüncesi olmasaydı ünlü oğlunun felsefesini anlamak için bir kaynağımız hep eksik kalacaktı.

Marianne’nin doğrudan sorduğu soru sayesinde Gödel’in ahiret inancı konusundaki olgunlaşmış görüşlerine ulaşabiliyoruz. Ona bu soruyu 1961’de, Gödel’in entelektüel açıdan en iyi seviyesinde olduğu ve 1953’ten beri profesör, 1946’dan beri daimî üyesi olduğu New Jersey eyaletinin Princeton şehrinde bulunan Institute for Advanced Study’de (İleri Araştırmalar Enstitüsü) (IAS) felsefi konular üzerine derinlemesine düşündüğü bir dönemde sormuştu. Bu diyalogun yapısı sebebiyle Gödel, görüşlerini kapsamlı ve anlaşılır bir şekilde ifade etmeye mecbur hissetmişti. Sonuç olarak elimizde, Gödel’in annesinin sorularına etraflıca bir yanıt bulma amacıyla sunduğu ahiret inancını destekleyen argümanın tam olarak ne olduğunu gösteren belgeler bulunuyor. Bu belgeler Marianne’ye yazdığı 1961 yılının Temmuz’undan Ekim’ine kadar uzanan bir dizi mektupta bulunuyor. Gödel’in yayımlanmamış felsefi defterleri, sıklıkla kapalı ifadeler ve yorumlar aracılığıyla görüşlerini aktif olarak geliştirdiği ve denemeler yaptığı bir alan sunarken Gödel bu mektupların anlaşılır olmasını ve hayli ciddi bir sorgulamaya kesin bir cevap sunmasını istiyordu. Ayrıca yazışmalar özel olduğundan daha resmi akademik ortamlarda ve IAS’deki meslektaşları arasında yapabileceği gibi gerçek görüşlerini gizleme ihtiyacı hissetmemişti.

23 Temmuz 1961 tarihli bir mektubunda Gödel şunları yazıyordu: “Önceki mektubunda bana Wiedersehen’e inanıp inanmadığımı sormuştun.” Wiedersehen ‘yeniden görüşmek’ anlamına gelir. ‘Ölümsüzlük’ ya da ‘ahiret’ gibi daha felsefi ve formel terimler yerine bu terimin kullanımı, yazışmalara daha samimi bir hava katıyor. Gödel, 1940 yılında Avusturya’dan Amerika Birleşik Devletleri’ne göç ettikten sonra bir daha asla Avrupa’ya dönmedi, annesiyle kardeşini inisiyatif alıp onu ziyaret etmeye zorladıysa da bunu ancak 1958’de yapabildiler. Sonuç olarak annesinin kalıcı bir yeniden bir araya gelme özlemi içinde olduğunu sezmek mümkün, belki de sadece oğluyla tekrardan anlamlı vakit geçirip geçiremeyeceğini merak ediyordu. Gödel’in annesinin sorusuna cevabı kesinlikle olumluydu. Ahirete inanmasının gerekçesi ise şöyleydi:

Eğer dünya rasyonel bir şekilde düzenlenmişse ve bir anlam taşıyorsa o zaman böyle bir durum söz konusu olmalıdır. Zira kişisel gelişimi ve ilişkiler konusunda bu kadar geniş bir olasılıklar alanına sahip bir varlık yarattıktan sonra bunların 1/1000’ini bile gerçekleştirmesine izin vermemenin başka ne tür bir anlamı olabilir?

Gödel, bir evin temelini atıp projeden uzaklaşarak evi çürümeye terk eden birinin metaforunu kullanarak soruyu derinleştirdi. Bize dünya düzenini ve anlamını iyi sebepler vererek anlatmakta ısrarcı olan Gödel, böyle bir israfın imkânsız olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla, insanın hayatı boyunca yalnızca kısmi bir tatmin elde ediyor olması, onun bu eksikliğe mantıklı bir açıklama, potansiyelini gerçekleştirebileceği gelecekteki bir dünyayı aramasını gerektiriyordu.

Görüşleri bilge ve eleştirel ancak iyimserlikle doluydu.

Devam etmeden önce duraklayıp Gödel’in argümanını özetlemek iyi olacaktır. Dünyanın rasyonel bir şekilde düzenlendiğini varsayarsak, insan yaşamının da -dünyanın içine gömülmüş olarak- aynı rasyonel yapıya sahip olması gerekir. Dünyanın rasyonel bir şekilde düzenlendiğini varsaymak için gerekçelerimiz var ancak insan yaşamı, irrasyonel bir şekilde yapılandırılmıştır. Bu büyük bir potansiyel oluştursa da asla yaşam süresince bu potansiyeli tam olarak ifade edemeyiz. Bu nedenle, her birimiz, geleceğin dünyasında tam potansiyelimizi gerçekleştirmeliyiz. Akıl bunu gerektirir. Önce, tartışmanın ana ilkelerinden biri olan, dünyanın ve bunun bir parçası olarak insan yaşamının rasyonel bir düzen sergilediği iddiası üzerinde duralım. Felsefe tarihinde yaygın bir görüş olsa da gözlemlediğimiz şeylerle örtüşmesi zor olabilir. Rasyonel bir tür olsak bile insan tarihi sıklıkla bu gerçeği yalancı çıkarır. 1961’in ilk yarısı, Gödel’in bilincinin arka planını etkileyen bir dönem, Soğuk Savaş’ın artan gerilimleri, sivil haklar hareketindeki barışçı protestoculara yönelik şiddet ve ABD buz pateni takımının tamamının bir uçak kazasında hayatını kaybetmesi gibi birbiriyle bağlantısı olmayan acılarla doluydu. Görünen o ki insan hadiselerinde aptallık ve akılsızlık, istisnadan çok tarihi bir kural gibidir. Shakespeare’in Kral Lear’ı, Gloucester’a ‘bu dünyanın nasıl işlediğini’ anlatırken vardığı sonuç şöyledir: ‘Doğduğumuzda, bu büyük aptallar sahnesine geldiğimiz için ağlarız.” Ancak Gödel’in dünyanın rasyonel olduğuna olan ısrarında toy olduğunu düşünmek bir hata olurdu. 16 Ocak 1956 tarihli bir mektubunun sonunda, “bu dünyanın garip bir yer olduğunu” iddia ediyordu ve annesiyle olan yazışmalarında yaptığı tartışmalar, siyasi konular ve dünyadaki olaylar hakkında epey bilgi sahibi olduğunu gösteriyordu. Mektupları boyunca, görüşleri bilge ve eleştirel ancak iyimserlikle doluydu.

Ahiret için geliştirdiği argümanı cezbedici ve belki de eşsiz kılan şey, aslında akıl dolu olan dünyada, insan hayatının kaçınılmaz olarak irrasyonelliğe dayalı olmasıdır. İnsan acısının ve kaçınılmaz olan başarısızlıklarımızın yaygınlığı, Gödel’e bu dünyanın bizim sonumuz olamayacağı konusunda kesinlik kazandırmıştır. Annesine yazdığı dördüncü mektubunda bunu derli toplu bir şekilde şöyle özetler:

Teolojik bir Weltanschauung (dünya görüşü) olarak adlandırdığım şey, dünyanın ve içindeki her şeyin bir anlamı ve nedeni olduğu, hatta iyi ve şüphesiz bir anlam taşıdığı görüşüdür. Bundan, dünyevi varoluşumuzun -zira bu haliyle fazla şüpheli bir anlam taşır- başka bir varoluş için bir araç olabileceği hemen anlaşılır.

Yaşamlarımızın gerçekleşmemiş veya bozulmuş potansiyellerden oluşması gerçeği, bu ömrün gelecek olanlar için bir prova aşaması olduğuna olan inancını güçlendirmişti ancak yine de bu dünya rasyonel bir şekilde yapılandırılmışsa geçerliydi. Eğer insanlık ve tarihi rasyonel bir düzen göstermiyorsa neden dünyanın rasyonel olduğuna inanalım ki? Mektuplarında annesine sunduğu gerekçeler, onun rasyonel eğilimlerini ve doğa bilimlerinin gerçekliğin temelini anlaşılabilirlik olarak varsaydığını gösteriyordu. 23 Temmuz 1961 tarihli şu mektubunda da yazdığı gibi:

Bu dünyanın rasyonel bir şekilde düzenlendiğini varsaymak için bir sebep var mı? Bence var zira dünya kesinlikle kaotik ve keyfi değildir, aksine -doğa bilimlerinin de gösterdiği gibi her şeyde büyük bir düzen ve süreklilik hakimdir. Aslında düzen, rasyonelliğin bir formudur.

Gödel, rasyonelliğin, gerçekliğin derin yapısı nedeniyle dünyada aşikâr olduğunu düşünmüştür. Bilim, bir yöntem olarak, dünyada anlaşılabilir bir düzenin keşfedilebilir olduğu, gerçeklerin tekrar edilebilir deneylerle doğrulanabilir olduğu ve teorilerin nerede ve ne zaman test edilirse edilsin kendi alanlarında geçerli olduğu varsayımıyla bu durumu kanıtlar.

İşte bu sonuç, matematik dünyasını kökten sarsmıştı.

Gödel, 6 Ekim 1961 tarihli mektubunda kendi görüşünü şöyle ifade ediyor: “Dünyadaki her şeyin bir anlamı olduğu fikri, bütün bilimlerin dayandığı ‘her şeyin bir sebebi olduğu’ ilkesinin tam karşılığıdır.” Gödel, -tıpkı idolü Gottfried Wilhelm Leibniz gibi- dünyadaki her şeyin varoluşunun bir sebebi olduğuna, başka türlü olamayacağına inanıyordu (felsefi jargonla: yeterli sebep ilkesine uygun olduğuna). Leibniz’in Principles of Nature and Grace, Based on Reason (1714)adlı yazısında şairane şekilde ortaya koyduğu gibi: “Şimdi, gelecekten gebedir; gelecek geçmişten okunabilir, uzak olan yakın olana yansır.” Anlam ararken dünyanın bizim için okunabilir olduğunu görürüz ve dikkat ettiğimizde geleceği tahmin etmemizi sağlayan bir süreklilik biçimi buluruz. Gödel için, düzen keşfedilebilir olduğundan dünyadaki mantık aşikârdır.

Her ne kadar bahsedilmemiş de olsa onun ahiret inancı, eksiklik teorileri ve matematiğin temeline dair düşünceleriyle iç içe geçmiş bir vaziyettedir. Gödel, dünyanın derin, rasyonel yapısının ve ruhun ölümden sonraki varlığının, tüm doğruların fiziksel gerçekler tarafından mecburi olarak belirlendiği felsefi görüş olan materyalizmin yanlışlığına bağlı olduğuna inanıyordu. Yaklaşık 1961 tarihli yayınlanmamış bir makalesinde Gödel, şunu iddia ediyordu: “Materyalizm dünyayı düzensiz hatta anlamsız atom kümeleri olarak kabul etmeye eğilimlidir.” Materyalizmden fiziksel gerçeklerle temellendirilmemiş her şeyin anlamsız ve gerçeklikten yoksun olduğu da çıkar. Dolayısıyla, maddi olmayan bir ruhun gerçek anlam taşıyan bir şey olduğu kabul edilemez. Gödel şöyle devam eder: “Ayrıca, ölüm [materyalizm] için nihai ve tam bir yok oluş gibi görünür.” Yani materyalizm, gerçekliğin kapsayıcı bir anlam sistemi tarafından oluşturulduğu fikrine ve fiziksel maddeye indirgenemez bir ruhun varlığına aykırıdır. Materyalist bir çağda yaşamış da olsa Gödel, materyalizmin yanlış olduğuna ikna olmuştu ve eksiklik teoremlerinin bunun oldukça ihtimal dışı olduğunu gösterdiğini düşünüyordu.

Eksiklik teoremleri, (genel hatlarıyla) tutarlı olan herhangi bir formel sistem için (örneğin matematiksel ve mantıksal gibi), sistemin kendi aksiyomları ve çıkarım kurallarıyla ispatlanamayacak gerçeklerin var olacağını kanıtlamıştır. Dolayısıyla, herhangi bir tutarlı sistem, kaçınılmaz olarak tamamlanamayacaktır. İstenen sistemde, Gödel’in dediği gibi, “sistemi aşan bazı kanıt yöntemleri” gerektiren doğrular her zaman olacaktır. Kanıtıyla, matematiğin kendisinin sonsuz olduğunu ve yeni keşiflerin her zaman mümkün olacağını matematiksel olarak sorgulanamaz standartlarla belirlemişti. İşte bu sonuç, matematik dünyasını kökten sarsmıştı.

Tek bir hamlede David Hilbert’tan ilham alan 20.yüzyıl matematikçilerinin çoğunun ana hedeflerinden biri olan, gerçeğin sonlu bir kanıt sistemi aracılığıyla tutarlılığının sağlanmasını sona erdirmişti. Gödel, hiçbir formel matematik sisteminin bunu başaramayacağını ve kendi standartlarıyla tutarlı olduğunu kesin olarak kanıtlayamayacağını göstermişti ve bu sistemlerle ilgili keşfedilen içgörüler -örneğin belirli problemlerin gerçekten kanıtlanamadığı-akıl yürütme yoluyla bize açıktı. Bu sonuçtan Gödel, insan zihninin, herhangi bir sonlu aksiyomlar ve çıkarım kuralları sistemini aştığı kanısına varmıştı.

Eksiklik teoremlerinin felsefi etkileriyle ilgili olarak, Gödel, sonuçların bir ya da diğerini içeren bir ikilem sunduğunu düşünüyordu (1951’deki Gibb Konferansı’nda dile getirilmişti). Ya ‘insan zihninin (saf matematik alanında bile) herhangi bir sonlu makinenin gücünü sonsuzca aştığını’ kabul edersiniz, bu da insan zihninin beyne indirgenemez olduğunu sonucunu doğurur beyin ise, “görünüşe göre sonlu sayıda parçaya, yani nöronlara ve bağlantılarına sahip sonlu bir makinedir.” Ya da onun teoremlerinde kullanılan türden, ‘kesinlikle çözülemeyen’ belirli matematiksel problemler olduğunu varsayarız. Eğer durum böyleyse bu, muhtemelen ‘matematiğin yalnızca bizim eserimiz olduğu görüşünü çürütecektir.’ Sonuç olarak, matematiksel olgular ‘yaratıp değiştiremeyeceğimiz, yalnızca algılayıp tanımlayabileceğimiz’ fiziksel gerçekler dünyasından bağımsız olarak kendilerine ait objektif bir gerçekliğe sahip olacaklardır. Buna matematiksel gerçeklerin Platonculuğu denir. Bu nedenle materyalistlerin büyük bir üzüntüye uğramasına rağmen, ikilemin her iki sonucu da “materyalist felsefeye kesinlikle karşı”dır. Materyalistler için daha da kötüsü, Gödel, ayrımların birbirine özel olmadığını belirtir. Her iki sonucun da aynı anda doğru olması mümkündür.

Bu, Gödel’in dünyanın rasyonel olduğuna ve ruhun ölümünden sonra hayatta kaldığına dair görüşüyle nasıl bir bağlantı içerisindedir? Eksiklik teoremleri ve onların felsefi sonuçları direkt olarak ruhun ölümden sonra hayatta kaldığını göstermez veya kanıtlamaz. Ancak Gödel, teoremin sonuçlarının, materyalist dünya görüşüne ağır bir darbe indirdiğini düşünüyordu. Eğer zihin, beynin fiziksel parçalarına indirgenemezse ve matematik rasyonel olarak fiziksel fenomenlere erişebilir bir yapı ortaya koyuyorsa, o zaman duyularla test edilemeyen doğrulara açık, daha rasyonel bir dünya görüşü aranmalıdır. Böyle bir perspektif, rasyonel olarak düzenlenmiş bir dünyayı destekleyebilir ve ölümden sonraki hayat olasılığına açık olabilir.

Diyelim ki -kötümserler ve herkes- dünyayı bu derin anlamda rasyonel olarak kabul ediyoruz. İnsanların bu hayatta aldığının ötesinde bir şeyi hak ettiklerini varsaymak neden? Annesini de benzer bir şeyin rahatsız ettiğini tahmin edebiliriz. Gödel’in bir sonraki mektubunun teolojik bir bölümünde dediği gibi: ‘Yaratılışa, dua ettiğinizi yazdığınızda, muhtemelen dünya üzerinde insanlığın ulaşamayacağı yerlerde bir güzellik olduğunu vs. kastedersiniz.’ Burada, Marianne yaratılışın büyük ölçüde düzenli göründüğü konusunda mutabık olmuş olabilir ancak tüm gerçekliğin bu şekilde düzenlendiği varsayımına özellikle de konu insanlara gelince itiraz etmiş de olabilir. Bütün dünya rasyonel olmak mecburiyetinde mi? Yoksa bu, insanlığın rasyonel düzen dışında irrasyonel bir şekilde sapkınlaşmasından mı kaynaklanıyor?

Gödel’in yanıtı, pozisyonuna ek bir nüans ekliyordu. İlk mektupta Gödel, henüz yeterince geliştirilmemiş ancak tamamlanmayı gerektiren ‘geniş bir olasılıklar alanı’ndan yalnızca üstünkörü bir şekilde bahsetmişti. Takip eden mektuplarında, insanlığın varlığının devamını gerektiren unsurları detaylandırıyordu; yani, insanlığın varoluşu için neyin esas ve zorunlu olduğunu açıklıyordu.

Öncelikle, Gödel’in ‘esas ve zorunlu’ (essential) bir özellikten ne anladığını açıklamak önemlidir. Elbette, birçok özelliğimiz vardır. Örneğin, kendimle özdeşlik ilişkisi içinde olma (ben sen değilim), ABD vatandaşı olma ve korku türünden hoşlanma özelliğine sahibim. Gödel’in ‘esas/zorunlu’ terimini tam olarak nasıl anlayacağımız konusunda bir görüş birliği olmamasına rağmen Tanrı’nın varlığına dair ontolojik kanıtı, “esas/zorunlu” bir özellikten ne anladığını tanımlamaktadır. Bu tanıma göre, bir özellik, bir şeyin esas/zorunlu özelliğidir yani bir şey bu özelliğe sahipse diğer tüm özelliklerine de esas/zorunlu olarak sahip olur. Buradan, her bireyin bireyselleşmiş bir özelliği olduğu sonucuna varılır veya Gödel’in kanıtın el yazması taslağında belirttiği gibi: ‘x’in her iki özelliği de esas/zorunlu olarak eşdeğerdir.’ Leibniz gibi Gödel de her bireyin benzersiz şekilde belirlenebilir bir özelliğe sahip olduğuna inanıyordu.

Hayata daha fazla anlam kazandıran şey, hatalarımızdan öğrenme yeteneğimizdir.

Aynı zamanda, öz, kanıtlamada bireye özgü olarak tanımlanmışsa da Gödel’in özlerin türlere özgü olabileceğini düşündüğüne dair kanıtlar bulunmaktadır. Tüm insanların bir ahiret için yaratıldıklarını çünkü hepsinin insan olmanın sonucu olarak ortak bir özelliği paylaştığını düşünüyordu. Gerekli özellikler kümeleri vardır ki bunlar bir arada bulunur ve bireyler arasında birbirleriyle ilişkilidir; bu kümeye sahip olmak, bir şeyin öyle olmasını gerektirir. Örneğin, ontolojik kanıtında Gödel, ‘Tanrısal’ bir varlığı, her türlü olumlu özelliğe sahip olması gereken bir varlık olarak tanımlar. İnsanlara gelince ben, tüm insanların zorunlu olarak sahip olduğu ve en azından bazılarının sadece bize has olan (tıpkı sadece Tanrısal bir varlığın her olumlu özelliğe sahip olma özelliğine sahip olabileceği gibi) hâline özgü birtakım özelliğe sahip olduğum için bir insanım.

Gödel, 12 Ağustos 1961 tarihli mektubunda, sıklıkla gözden kaçan kritik bir soruya dikkat çekiyor: “Biz yalnızca nereden geldiğimiz ve neden burada olduğumuzu bilmiyor değiliz, aynı zamanda ne olduğumuzu da bilmiyoruz (yani, özümüzde ve içimizden bakıldığında).” Gödel daha sonra, ‘kişisel deneyimlerin bilimsel yöntemleri’ ile ayırt edebilseydik her birimizin ‘tamamen belirlenmiş özelliklere’ sahip olduğunu keşfedeceğimizi belirtiyor. Gödel, aynı mektupta şakayla, çoğu bireyin bunun tersine inandığını söylüyor: “Genel kanıya göre, ‘ben neyim?’ sorusuna cevap, kendi başına hiçbir özelliği olmayan, üzerine istediğiniz her şeyi asabileceğiniz bir palto askısı gibi bir şey olduğum şeklinde olacaktır.” Yani çoğu insan, insan varlığına dair hiçbir temel özelliğin olmadığını ve insanlığa herhangi bir özelliğin keyfi olarak atfedilebileceğini varsayar. Ancak Gödel için, böyle bir anlayış, gerçekliğin çarpık bir resmini gösterir– zira eğer türümüze özgü temel özelliklerimiz yoksa bir şeyin, bir şey olarak kategorize edilmesi ve belirlenmesi hangi temele dayanarak başlayabilir?

Peki, insanın hangi özelliği bu dünyayı aşan bir kaderi işaret eder? Gödel’in cevabı şöyledir: “insanın öğrenme yeteneği ve spesifik olarak hatalarımızdan öğrenme yeteneğimiz yaşamı daha anlamlı kılar.” Gödel için bu özellik, rasyonel olma özelliğiyle zorunlu olarak bağlantılıdır. Hayvanlar ve bitkilerin deneme yanılma yoluyla bir amacı gerçekleştirmek için daha iyi yollar keşfedebileceğini kabul etse de öğrenmenin insanı daha yüksek bir anlam düzeyine taşıyabilecek niteliksel bir fark yarattığını belirtir. Bu, Gödel’in insanlara ölümsüzlük atfetmesinin temel nedenidir. 14 Ağustos 1961 tarihli mektubunda Gödel şunları yazar:

Yalnızca insanlık, öğrenme yoluyla iyi bir varoluşa ulaşabilir, yani yaşamını daha anlamlı kılabilir. Öğrenmenin bir ve çoğu zaman tek yöntemi, bir şeyi ilk defa yanlış yapmaktan doğar ve bu elbette, bu dünyada gerçekten çok kez gerçekleşir.  

Yukarıda bahsedilen insanlığın aptallığı, dünyanın rasyonel olduğuna duyulan inançla tamamen tutarlıdır. Gerçekten de dünyanın görünürdeki anlamsızlığı acı çektiğimiz anları ve daha düşük eğilimlere yenik düşme eğilimlerimizi derinden düşünerek aklımızı öğrenmemiz ve geliştirmemiz için ideal bir ortam sağlar. Gödel’in anlayışında öğrenmek, belirli amaçlara ulaşmak için teknik araçları geliştirme yeteneğimizle ilgili değildir. Bunun yerine, bu karakteristik öğrenme anlayışı, insanlığın daha makul hâle gelme kapasitesidir. Ben, mesela, bencil davranışlar yüzünden bir arkadaşımı kaybettikten sonra daha iyi bir arkadaş olmayı öğrenebilirim ve çokça tecrübe ettiğim aksiliklerden sonra teorik bir yaklaşımla ilgili yaratıcı düşünmenin tekniklerini öğrenebilirim. İnsan olmanın temel bir özelliği, başka bir deyişle, ilgili türden bir öğrenme yoluyla aklımızı geliştirmeye yatkın olmaktır. Biz sadece yeni şeyler yapmanın yollarını öğrenmiyoruz bunun yerine aynı zamanda hata yaparak keşfettiğimiz daha derin dersler üzerine düşünerek hayatlarımıza daha fazla anlam katıyoruz.

Bütün bunlar, Gödel’in reenkarnasyona inandığı izlenimini verebilir. Ancak bu, en azından reenkarnasyonun belirli standart kavramlarına göre aceleci olurdu. Gödel’in teolojik dünya görüşünün ilgi çekici bir özelliği, tam olarak rasyonel varlıklar hâline gelişimizin bu dünyada yeni enkarnasyonlar olma yoluyla değil, ayrı bir gelecek dünyada gerçekleştiğine inanmasıdır:               

Özellikle, ‘öğrenmenin’ büyük ölçüde bir sonraki dünyada gerçekleştiğini tahayyül etmek gerekir, yani, bu dünyadaki deneyimlerimizi hatırladığımız ve onları gerçekten ilk kez anladığımızda, böylece bu dünyadaki deneyimlerimiz -tabiri caizse- öğrenme için yalnızca hammadde olarak kalır.

Ve Gödel bunu daha da ayrıntılandırır:

Üstelik, elbette oradaki anlayışımızın burada olduğundan önemli ölçüde daha iyi olduğunu varsaymalıyız, böylece her önemli şeyi 2 x 2 = 4 gibi hata yapmadan kesinlikle tanıyabiliriz, burada yanılmak objektif olarak imkansızdır.  

Bu nedenle, bir sonraki dünya, bizi mevcut dünyevi sınırlamalarımızdan kurtaran bir yer olmalıdır. Başka bir dünyevi bedene geri dönmek yerine, gelecekteki, daha yüksek varoluş hâlimize taşınan anılardan öğrenme kapasitesine sahip varlıklar hâline gelmeliyiz.

Bizim burada olduğumuzdan daha fazlası hâline gelmenin özümüz olduğuna ilişkin inanç, Gödel’in, IAS arşivlerindeki kişisel kütüphanesini incelerken keşfettiğim, Aziz Pavlus’un Korintlilere yazdığı ilk mektubun belirli bir bölümüyle ilgilenmesinin nedenini açıklıyor. Latince, cep boyutunda bir Yeni Ahit baskısında Gödel, başlık sayfasının üst kısmına soluk bir kurşun kalemle “s. 374” yazmıştı. Bu referansa bakıldığında, Aziz Pavlus’un mektubunun 15. bölümüne yönlendirilir, burada Gödel, 33. Ayet ile 49.’u ayeti köşeli parantezlerle işaretlemiş ve özellikle bir ayete ok işareti çizmişti. Köşeli parantez içindeki ayetlerde, Aziz Pavlus bedensel dirilişimizi tasvir eder. Aziz Pavlus, ekinler metaforunu kullanarak ekilen tohumların, doğası gereği bitkilere dönüşmek için yok edilmesi gerektiğini belirtir. Aynı şekilde, bizde de böyle olacağını ifade eder. Yaşamlarımız ve bedenlerimiz, ömrümüz boyunca sadece tohumlardır, yok edilmeyi bekleyen, ardından nihai varoluş hâlimize dönüşeceğimiz bir süreçten geçeceğiz. Gödel, özellikle 44. ayeti vurgulamak için bir ok çizmiştir “Zayıflıkta ekilir, güçte diriltilir.” Bu fiziksel bir beden ekilir, spiritüel bir beden olarak diriltilir. Gödel için, Aziz Pavlus görünen o ki doğru sonuca varmıştı ancak bunu rasyonel argüman yerine kehanet görüşüyle yapmıştı.

Marianne’nin oğlunun ahiret hakkındaki görüşlerine verdiği tepki hakkında büyük ölçüde merak içinde bırakılıyoruz ancak şüphesiz ki onun kafası da karışık olmalıdır. 12 Eylül 1961 tarihli mektubunda Gödel annesine, onun konumuna ilişkin kafa karışıklığının yaşıyla hiçbir ilgisi olmadığını ve bunu çok daha fazla kompakt olan açıklamalarıyla ilgili olduğunu temin ediyordu. Ve 6 Ekim 1961 tarihli son mektubunda Gödel, görüşlerinin “okültizme” benzediği iddiasına itiraz ediyordu. Aksine, görüşlerinin sadece Aziz Pavlus’u alıntılayan ya da doğrudan meleklerden mesajlar alanlarla hiçbir ortak noktası olmadığını ısrarla belirtiyordu. Elbette görüşlerinin ilk bakışta “olası” görünmeyebileceğini kabul ediyordu ancak bunların oldukça “mümkün ve rasyonel” olduğunu da vurguluyordu. Gerçekten de görüşlerine yalnızca akıl yürütme yoluyla ulaşmıştı ve inançlarının nihayetinde ‘bilinen tüm gerçeklerle tamamen uyumlu’ olduğunu göstereceğini düşünüyordu. Bu bağlamda Gödel, dinin rasyonel bir çekirdeğini kabul etmiş, filozoflar tarafından sıkça kötülenen ve kötü dini kurumlar tarafından baltalandığını öne sürdüğü bir dinin de savunmasını yapmıştı:

Not: Mevcut felsefe müfredatı, bu tür soruları anlamada pek yardımcı olmuyor zira çağdaş filozofların yüzde 90 kadarı ana hedeflerini insanların kafasından dini çıkarmak olarak görüyor ve bu da kötü kiliselerle aynı işi yaptıkları anlamına geliyor.

Bunun Marianne’i ikna edip etmediğini sadece tahmin edebiliriz.

Hâlen bu dünyada iki ayağı üzerinde duran bizler için, Gödel’in argümanı, ölümlü bedenimizi bıraktıktan sonra neden var olmaya devam edebileceğimiz konusunda büyüleyici bir bakış açısı sunuyor. Gerçekten, Gödel’in argümanı, eğer akıl tatmin edilecekse gelecekteki hayatlarımızın burada yetersiz kalan bazı temel insani özellikleri maksimum düzeyde geliştirdiğimiz hayatlar olması gerektiğine dair bir iyimserlikle parıldıyor. Gelecekteki benliklerimiz daha rasyonel olacak ve bu hayatta çektiğimiz acıların hammaddesini anlamlandırabilme becerisine sahip olacaklar. Kurt ve Marianne’nin şimdi yeniden bir araya geldiklerini varsayabilir miyiz? Umarım sayabiliriz.


Alexander T Englert – “We’ll meet again“, (Erişim Tarihi: 01.09.2024)

Çevirmen: Arınç Denizoğlu

Editör: Beyza Nur Doğan

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Dillerin Ölümü – Rebecca Roache

Sonraki Gönderi

Bilinç: ‘Gerçek’ Olmayan Şeyleri Nasıl Deneyimleyebilirim? – Philip Goff

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü