Wittgensteincı Dil Oyunlarını Oynamak Bizi Nasıl Özgürleştirebilir? – Sandy Grant

/
2141 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Hayatlarımızı, bir şeyler yapmak için kelimeleri kullandığımız bir dil dünyasının içinde geçiriyoruz. Genellikle hayatlarımıza bunu fark etmeden devam ediyoruz. Fakat dili kullanma şeklimiz, hayatlarımıza nasıl devam edeceğimizi ve kim olabileceğimizi etkiliyor. Hayattaki ilerleyişimizi oluşturan söylem pratikleri tarafından büyülenmiş gibiyiz. Eğer işleri değiştirmek istiyorsak; kelimeleri kullanma şeklimizi de değiştirmeliyiz. Peki, dil oyunları bizleri özgür kılar mı?

“Dil oyunları” terimini ilk bulan kişi sıra dışı düşünür Ludwig Wittgenstein idi. Kelimelerin, kullanımlarıyla anlam kazanacağını ileri sürdü ve kullanımlarının, parçası oldukları sosyal pratiklere nasıl bağlı olduklarını görmek istedi. Bu yüzden “dil oyunu” terimini sadece dilin kendisine değil, aynı zamanda, dili içerisinde dokuyan eylemlere de dikkat çekmek için kullandı. ‘Yardım!’, ‘Yangın!’, ‘Hayır!’ ünlemlerini düşünün. Bunların şu sözcüklerle aralarında birer ilişki var: istemek, uyarmak, yasaklamak. Ancak Wittgenstein, sözcüklerin ‘nasıl birer davranış’ ¹* olduğunu ve bir kelimeyi kullandığımızda her zaman bir şeyler yaptığımızı ortaya çıkarmak istiyordu. Üstelik yaptığımız şeyi, başkalarıyla yaşadığımız bir dünya içinde yapıyoruz.

1* “Sözler eylemlerdir.”
Kültür ve Değer

Bu, anlamsız bir kelime-uğraşı değildi. Wittgenstein, ‘dilin konuşmasının, yaşam biçiminin bir faaliyetinin parçası olduğunu’ ²* ortaya koyma niyetindeydi. Felsefi Soruşturmalar kitabında, iki inşaatçı örneğini kullandı. Bir tuğlacı “Tuğla!” diye sesleniyor ve yardımcısı ona bir tuğla getiriyor. Peki, burada neler oluyor? Karşılık veren yardımcı, bir emir yerine getiren köpeğe benzemiyor. Bizler, kendilerimizin belirlediği şekilde farklı sosyal pratikleri içeren bir dille beraber yaşayan insanlarız.

2* İşte “Dil oyunu” terimi, dilin konuşmasının bir yaşam biçiminin bir faaliyetinin parçası olduğu gerçeğini öne çıkarmayı amaçlamaktadır.
( Yaşam formu (form of life/ lebensform) ilk olarak Ludwig Wittgenstein tarafından kullanılan teknik bir terimdir. Daha sonra bu terim başkaları tarafından kıta felsefesinde ve bilim geleneklerinin felsefesinde kabul edildi. Wittgenstein, Felsefi Soruşturma ve Kesinlik Üstüne adlı eserlerinde bu terimi kullandı. )

Wittgenstein, dil oyunlarının ışığı altında okuyucularından ne yaptıklarını görmeye çalışmalarını ister. Ama eğer dilsel uygulamalar tarafından büyülendiysek, yaptıklarımızı gerçekten görebilir miyiz? Wittgenstein’ın görme girişimleri, başka şeyleri görmemize ve yeni olasılıkları algılamamıza engel olma suçlamasıyla karşılandı: Onun dilsel takıntısı, gerçek siyasetten bir kaçıştı. Onu suçlayanların başında gelen Herbert Marcuse, satış rekorları kıran Tek Boyutlu İnsan (1964) kitabında; Wittgenstein’ın çalışmalarının, indirgemeci ve sınırlayıcı olduğunu ifade etti. Sözcükleri nasıl kullandığımıza dair bu kadar yakın bir odaklanma, gerçekte neler olup bittiğini kaçırmamıza sebep olduğundan özgürleştirici olamazdı.

Herbert Marcuse

Bu itirazlar oldukça ağırdı. Peki, amaçlarına ulaşabildiler mi?

Marcuse, Wittgenstein’ın indirgemeci olduğunu, sadece dile önem verdiğini ve bu konuda zayıf olduğunu iddia etti. Wittgenstein, dil oyunlarını gün ışığına çıkarmak için uğraştı; Marcuse ise bunun aptalca olduğunu söyledi. Peki, öyle miydi? Evet ya da hayır. Wittgenstein, Kültür ve Değer (1977) kitabında ise buna dair bir itirafta bulundu:

“Gözlerimin tam önündekileri görmek, ne kadar da zor.”

Ludwig Wittgenstein, Kültür ve Değer (1977)

Yani, genellikle ortada açıkça olanı da kaçırdığımızı söylüyor Wittgenstein. Yakın olanlar, ne olduklarını anlamak adına görülmesi en zor olanlardır. Sözcükleri kullandığımız zaman, gündelik anlayışları ve yükümlülükleri paylaşırız. Wittgenstein da bu gündelik kullanımlara baktı ve onlar hakkında açıklamalar yaptı.

Wittgenstein’ın “Süpürgem kapıda…” örneğiyle dalga geçtiği bir açıklamada Marcuse, oldukça alaycı bir şekilde “konuşmanın, basitliğe ve sıradanlığa neredeyse mazoşistçe bir indirgenmesi” diyerek örneği kınar. Fakat Marcuse, bu şiddetli eleştiriyi yaparken bir noktayı kaçırmıştır. Bu sıradan örnek, bu konudaki gündelik uygulamalara uygun verilmişti. Üstelik yakından bakıldığında, bayağı bir ifadenin bile göründüğü kadar bayağı olmadığı fark edilir. Marcuse’nin göz ardı ettiği, Wittgenstein’ın okuma ya da kahve kokusu hakkındakiler gibi sayısız başka örnekleri de vardır.

Ludwig Wittgenstein

Bu tamamen insancıl olan aptallık, oldukça köklüdür. Wittgenstein, gündelik dil oyunlarımızla kendimizi tuzağa düşürdüğümüz yollara dikkat çekiyor. Bu yüzden kendisinin ne yaptığını ve ne söylediğini yakından inceliyor. Felsefe çalışmalarını ise “kendi başına bir çalışma” anlamında iyileştirici olarak değerlendiriyor ve Felsefi Soruşturmalar’da da yoğun bir öz irdeleme kullanıyor. Saati söylemek, ödeme yapmak ya da birisinin gelmesini beklemek gibi sıradan şeyler için kullandığımız dil yöntemini sorgulamak, oldukça olağanüstüdür. Bu pek de bizlerin alışık olduğu bir şey değil. Ne olduklarını anlamak için onları görmek istemeyebilir, buna karşı koyabiliriz.

Peki, bu “mazoşistçe” midir? Bu, kendini irdelemeye tutmaktır; fakat sonunda o kadar da zeki olmadıklarını bulup muhtemelen kaybedecekleri için bu, kesinlikle sadece acı verici ve küçük düşürücüdür. Bu yüzden eğer değişecek olursak mutlak bir “aptal olma” durumuyla karşılaşmamız ve kendimizin de öyle olacağını bilmemiz gerekir. Marcuse, farkında olmadan maruz kaldığımız gündelik pratiklerin olduğunu anladığından, bunu memnuniyetle karşılamalıydı: “Sihir, büyücülük ve kendinden teslimiyet; evde, alışverişte ve ofisteki gündelik rutinimizde uygulanmaktadır.” “Kısacası, leydi çok fazla itiraz ediyor *.” ( Hamlet’ten bir altıntı)

Hamlet – William Shakespeare

Marcuse’un ikinci eleştirisi daha iyi miydi peki? Bu, dilin içinde bizi daha fazla kapana kıstırdığı için Wittgenstein’ın kısıtlayıcı olduğu iddiasıydı. Marcuse, Wittgenstein’ın dil kullanımının tek boyutlu olduğunu söylüyordu. Ancak, Wittgenstein’ın, indirgenemez ve çok boyutlu bir dil sunumuna ulaştığımız kitabının bir kez okunmasıyla doğruluğu kanıtlanamaz bunun. Wittgenstein, dil olarak kullandıklarımızın temelinin, ortak faaliyet kalıplarının değişmesiyle nasıl sağlandığını titizlikle göstermeye çalışıyordu. Dil rastlantısaldır ve koşullara bağımlıdır; bu yüzden de dil oyunları çeşitli şekilde değişime açıktır. Wittgenstein’ın en ünlü pasajlarından biri, bu resim bulmacasını içerir:

Resme bakınca, onun bir ördek olduğunu görebilirsiniz. Tekrar bakınca, onun tavşan olduğunu da görebilirsiniz. Çünkü dil oyunları insanlar tarafından oynanır; bir şeyi, bu şekilde ya da şu şekilde gördüğümüzde neler olduğunu fark edebiliriz. Çağdaş bir örnek, tüm erkek konuşmacı olaylarıyla ilgili tartışmadır. Dizilişe bakabilir ve “uzmanlar paneli” diyebilir veya “manel” diyebilirsiniz. Peki, bunu öyle görmeyi seçerseniz bu sadece bir manel midir? Bu örnekler, dilin gündelik kullanımında, verilenden ne aldığımızı sorgulamaya davet ediyor. Ancak Marcuse, bu ördek-tavşan durumundan söz etmiyor ya da etkilerini tartışmıyor.

Bu nedenle, dil kullanımı, ne olduğuna bağlı olarak, tartışmayı ve değişimi kabul ediyor. Diğer taraftan, Marcuse bunu reddediyor ve toplumsal süreçlerin, söylemsel evrene son verdiğini söylüyor. Onda ise Wittgenstein’in, dilin kullanımında sabitliğe direnen bir şey olduğu iddiasına benzer bir şey bulamıyoruz.

Nitekim Wittgenstein’ın konumu, Marcuse’nin dikkat çektiğinden daha radikal. Yeni (kendiliğinden, “belirli”) bir şeyin her zaman bir dil oyunu olduğunu söyler Wittgenstein. Bu üstü örtülü ifade, eğer bir şeyi değiştirirsek dil oyunlarını da farklı oynamamız gerektiğini belirtebilir. Peki bunun ihtimali nedir? Bilhassa Wittgenstein’ın gözüyle, dil oyunlarını oynarken yalnız değiliz. Dil oyunları, dilin ortak kullanımıyla ortaya çıkıyorlar. Wittgenstein’ın döneminde eşcinsel erkeklerin kullandıkları gizli bir dil olan polari de bir oyundu. Dil oyunları, aldatıcı tuzaklarıyla, kolektif bir eylem sorununa sebep oluyor. Eğer yalnız hareket ediyorsanız onlardan kendinizi kurtaramazsınız. Fakat bu, nasıl derince tuzağa yakalandığımız göz önüne alınırsa, daha başka bir sorunu ortaya çıkarıyor. Wittgenstein’ın öngürdüğü sorun ise şu:

“Bu dil, olduğu gibi gelişti, çünkü insanların bu şekilde düşünme eğilimi vardı ve hala var. Dolayısıyla, yalnızca dile karşı içgüdüsel isyan içinde yaşayan insanları kurtarmayı başarabilirsin; kendi doğru ifade biçimi olarak yaratılan bu dili kullanan sürüde yaşama içgüdüsüyle dolu olanlara yardım edemezsin.”

İsyancılar, dil ile ilgili duydukları tatminsizlik hali içinde yaşarlar. Yabancılaşmalarını fark eder, dil dâhilinde kendileri ve başkalarıyla olan bağı keserler. Ancak hoşnut olanlar sıkıntıya uğramazlar ve insanlar böyle düşünme meyillidir. Wittgenstein okumak, bizi bu tarz mevzulara getirir.

Dolayısıyla Marcuse’nin itirazları temelsizdir. Wittgenstein’ın bu şaşkınlık verici dil oyunları incelemesinin saçma ya da tutsak edici olduğunu göstermekte başarısız olmuştur. Aslında bu çabaları sadece, o zamanlarda karanlıkta kalan Wittgenstein’a olan ilgiyi yükseltti.

Dili kullanmak, insanlık halinin ayrılmaz, bütünleyici bir parçasıdır. Dil içinde yaşıyoruz; yine de kendi yaşam biçimimizi görmekte zorlanıyoruz. Wittgenstein, bu çıkmaz için hazır cevaplar sunmuyor. Aslında, bizi büyüleyecek bir dil olduğu müddetçe yanlış anlama cazibesiyle karşı karşıya kalacağız. Ve bunun dışında hiçbir bakış açısı da yok. O halde dil oyunlarından kaçış yok, fakat bunun içerisinden bir tür özgürlük yaratabiliriz. Eğer bunu görmek istiyorsak, ilk önce “aptal olmak” gerekebilir.

Kaynak: Sandy Grant – ‘How playing Wittgensteinian language-games can set us free’ https://aeon.co/ideas/how-playing-wittgensteinian-language-games-can-set-us-free (Erişim 23 Eylül 2019 Çeviren Berkay TOPUK)

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Felsefe Sohbetleri #6 Kürtaj ve Ötanazi’ye Giriş – 2

Sonraki Gönderi

Kardan Adamın Karşıdan Karşıya Geçmeyeceğini Arabaya Nasıl Öğretirsiniz? – Melanie Mitchell

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü