“İnsanca” Öldürülen Bir Hayvan Yine De Öldürülüyor – Ve Bu Yanlış – Anna Charlton ve Gary Francione

/
1588 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Hayvan etiğine ilişkin Batı geleneksel yaklaşımı, bir hayvanı öldürmenin sorun olmadığıdır; sorun hayvanın acı çekmesine sebep olmaktır. Bir hayvana ‘insancıl’ bir şekilde davrandığımız ve ‘insancıl’ bir şekilde öldürdüğümüz sürece, yanlış bir şey yapmıyoruz. Bu inancın çarpıcı bir örneğini, özellikle Batı kültürünce değer verilen hayvanlarda-kediler ve köpekler- görüyoruz. Birisi bir köpeğe veya kediye acı çektirirse, şiddetle suçlanıyor. Ancak istenmeyen köpek ve kediler, intravenöz sodyum pentobarbital enjeksiyonuyla barınaklarda rutin olarak ‘uyutuluyor’ –öldürülüyor- ve çoğu insan, süreç eğitimli bir kişi tarafından doğru bir şekilde uygulandığı sürece itiraz etmiyor.

Hayvanları öldürmenin neden ahlaki açıdan yükümlülüğü olmadığını düşünüyoruz? Neden ölümün insan olmayan hayvanlar için zarar olmadığını düşünüyoruz?

19. yüzyıldan önce hayvanlar çoğunlukla nesne olarak kabul ediliyordu. Ne onlara uyguladığımız muamele ne de onları kullanmamız ahlaki ve yasal olarak önem arz etmiyordu. Komşumuzun ineğine zarar vermeme gibi bir yükümlülüğümüz olabilirdi, ancak bu yükümlülük ineğe karşı değil ineğin sahibi olan komşumuza karşıydı.

Hayvanları nesne olarak görmek, onların duygusal, öznel farkındalığa sahip olduklarını; acı, eziyet ya da ızdırap gibi duyguları hissettiklerini inkar ettiğimiz anlamına gelmiyordu. Ama biz bunları görmezden gelebileceğimize inandık çünkü hayvanlar biz insanlardan aşağıdaydı. Bizler düşünebilirdik onlar düşünemezdi. Bizler sembolik iletişimi kullanabilirdik; onlar yapamazlardı.

19. yüzyılda bir paradigma kayması meydana geldi ve hayvan refahı teorisi doğdu. Nispeten kısa bir sürede, hayvanları nesneler olarak görme eğilimimizden vazgeçip ahlaki değere sahip oldukları fikrini kucakladık. Bu paradigma değişikliğinde öne çıkan hukukçu / düşünür Jeremy Bentham, 1789’da şunu savundu;

Yetişkin bir at ya da köpek, ussal kapasitesi ve iletişim yetileri bakımından, bir günlük, bir haftalık, hatta bir aylık bir bebekle kıyaslanamayacak kadar gelişmiştir. Kaldı ki öyle olmadığını farz edelim, bunun ne önemi olurdu? Asıl soru, ‘akıl yürütebiliyorlar mı’ ya da ‘konuşabiliyorlar mı’ değil, “acı çekebiliyorlar mı’ sorusudur

Jeremy Bentham – An Introduction to the Principles of Morals and Legislation (1789)

Bentham, hayvanların bilişsel olarak insanlardan farklı olmasının -farklı türde zihinlere sahip olmasının- acılarının ahlaki olarak değersiz olduğu anlamına gelmediğini ileri sürdü. Hayvanların türlerine göre acı çekmelerini görmezden gelmekle, kölelerin ten rengine göre acı çekmelerini görmezden gelmenin neredeyse aynı şey olduğunu savundu.

Ancak Bentham, insan köleliğini durdurmayı savunduğu şekilde hayvanları kaynak olarak kullanmayı bırakmamız gerektiğini savunmadı. Hayvanlara iyi davrandığımız sürece onları insani amaçlarla kullanmanın ve öldürmenin ahlaken kabul edilebilir olduğu düşüncesini korudu. Bentham’a göre hayvanlar şimdiyi yaşıyorlar ve hayatlarını aldığımızda ne kaybettiklerinin farkında değiller. Bentham, hayvanları nispeten acısız bir şekilde öldürdüğümüz sürece, onlara bir iyilik yaptığımızı iddia etti: ‘Ellerimizde yaşadıkları ölüm çoğunlukla -belki de her zaman- onları doğanın kaçınılmaz seyrinde bekleyen ölümden daha hızlı ve daha acısız olacaktır… Hayvanların hayatları için en kötü şeyler bizler olabiliriz ama ölü oldukları için başlarına daha kötüsü gelemeyecek.’ Başka bir deyişle, inek onu öldürüp yediğimizi umursamıyor; sadece hayattayken ona nasıl davrandığımızı ve nasıl öldürdüğümüzü önemsiyor, tek ilgisi acı çekmemek.

Ve bugün çoğumuzun inandığı şey tam da bu. Hayvanları öldürmek sorun değil. Sorun onlara acı çektiriyor olmamız. Oldukça hoş bir yaşam ve nispeten ağrısız bir ölüm sağlarsak, yanlış bir şey yapmamış oluyoruz. İlginçtir ki Bentham’ın görüşleri, Hayvan Özgürleşmesi’nde (1975) dile getirdiği düşüncesini doğrudan Bentham’a dayandıran Peter Singer tarafından desteklenmiştir. Singer, ‘belli bir zihinsel süreklilik’ söz konusu değilse, öldürülen bir hayvanın kaybının ‘eşit derecede güzel bir hayat yaşayacak başka bir hayvanın yaratılmasıyla’ neden telafi edilemeyeceğini açıklamanın kolay olmadığını iddia etti.

Bu görüşün yanlış olduğunu düşünüyoruz.

Duyarlı bir varlığın – herhangi bir duyarlı varlığın – ölümden zarar görmediğini söylemek kesinlikle tuhaftır. Duyarlılık, kendi içinde bir sona hizmet etmek için gelişen bir özellik değildir. Aksine, ona sahip olan varlıkların zararlı ve hayatta kalmayı tehdit eden durumları tanımlamasına izin veren bir özelliktir. Duyarlılık, devam eden varoluşun sonuna giden bir araçtır. Duyarlı varlıklar, canlı olmaları nedeniyle hayatta kalmakla ilgilenirler; yani hayatta kalmayı tercih ederler, ister ya da arzularlar. Devamlılık onların çıkarınadır. Bu nedenle, duyarlı bir varlığın ölümden zarar görmediğini söylemek, varlığın, duyarlılığın sürekliliğe hizmet ettiği menfaati olduğunu reddetmektedir. Bu, gözlü bir canlının görmeye devam etme isteğinin olmadığı, körleştirilmekle ona zarar gelmeyeceğini söylemeye benzer. Tuzağa düşen bir hayvan pençelerini veya uzuvlarını çiğneyerek kopartır ve böylece yaşamaya devam etmek için kendilerine acı verenden kurtulurlar.

Singer, ‘bir hayvanın yaşamak için bir tehdide karşı mücadele edebileceğini’ kabul eder, ancak bunun hayvanın benlik duygusu için gerekli olan zihinsel sürekliliğe sahip olduğu anlamına gelmediği sonucuna varır. Ancak bu fikir, bir hayvanın benlik duygusuna sahip olmasının tek yolunun, normal yetişkin insanlarla ilişkilendirdiğimiz bir tür otobiyografik benlik duygusuna sahip olmak olduğunu varsayar. Bu kesinlikle bir yoldur, ama tek yol bu değil. 20. yüzyılın en önemli bilişsel etologlarından biyolog Donald Griffin’in de belirttiği gibi, algısal olarak bilinçli olan hayvanlar yüksek ihtimalle kendi bedenlerinin ve eylemlerinin farkındadırlar ve onları diğer hayvanların bedenlerinden ve eylemlerinden farklı olarak görmektedirler.

Bentham ve Singer’ın dediği gibi hayvanlar “sonsuz şimdide” yaşasalardı bile, bu kendilerinin benlik duygusundan yoksun olduklarının ya da varlıklarını sürdürmek istemediklerini anlamı gelmeyecekti. Hayvanlar her an kendilerinin farkında olacaklar ve bu farkındalığı sürdürmekle, bilincin bir sonraki saniyesine ulaşmakla ilgilenecekler. Özel bir amneziye sahip insanlar, anılarını hatırlayamayabilir veya gelecek hakkında fikir sahibi olamayabilir, ancak bu, öz farkındalığa sahip olmadıkları veya bu farkındalığın kesilmesinin bir zarar vermeyeceği anlamına gelmiyor.

Bu sorunu yeniden düşünmenin zamanı geldi. Belki de bir hayvanı öldürmeyi- acısız bir şekilde – ahlaki bir meseleyi gündeme getirmek olarak görürsek, bu bizi tedavinin sadece ‘insancıl’ olmasından ziyade, hayvan kullanımının ahlaki olarak mazur görülebilir olup olmadığı hakkında daha fazla düşünmemize yönlendirir.

Hayvanların nesne olduğunu düşünmemiz ve hayvan haklarını yalnızca geliri iyi olduğu ölçüde koruduğumuz göz önüne alındığında, ‘insancıl’ tedavinin her durumda erişilebilir standart olduğunu düşünmek bir hayal. Bu nedenle, hayvanların çıkarlarını ciddiye alırsak, ilacın tedavi dışında kullanımının ahlakı hakkında düşünmekten kaçınamayız.


Kaynak:  Anna Charlton ve Gary Francione, “A ‘humanely’ killed animal is still killed – and that’s wrong” 8 Eylül 2017, https://aeon.co/ideas/a-humanely-killed-animal-is-still-killed-and-thats-wrong (erişim: 17 Şubat 2020), çev. Berkay Topuk

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Büyük Filozoflar Kötü Filozoflardır – Michael Huemer

Sonraki Gönderi

Ateistler Neden Felsefe ve Teoloji ile İlgilenmeli? – Berat Mutluhan Seferoğlu

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü