Wittgenstein’ın Unutulan Dersi – Ray Monk

Wittgenstein'ın felsefesi, zamanımıza hakim olan bilimcilik anlayışı ile çelişmektedir. Ray Monk, bu yazıda Wittgenstein'ın felsefesinin neden hala geçerli olduğunu açıklıyor.

/
1520 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Ludwig Wittgenstein, ben de dahil olmak üzere birçok kişi tarafından bu yüzyılın en büyük filozofu olarak kabul edilir. İki büyük eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus (1921) ve Felsefi Soruşturmalar (ölümünün ardından 1953’te yayınlandı), felsefede, özellikle de analitik felsefede yaşanan gelişmelere büyük katkı sağlamıştır. Etkileyici kişiliği sanatçıları, oyun yazarlarını, şairleri, romancıları, müzisyenleri ve hatta film yapımcılarını kendisine hayran bıraktı, böylece şöhreti akademik hayatının çok ötesine ulaştı.

Yine de Wittgenstein’ın felsefesi, bu yüzyılın düşünsel yaşamı üzerinde çok az etki bıraktı. Kendisinin de fark ettiği gibi, onun düşünme tarzı modern çağımıza hakim olan tarzla çelişiyor. Çalışmaları, bir zamanlar söylediği gibi, “hepimizin içinde bulunduğu büyük Avrupa ve Amerika uygarlığını etkileyen ruha” zıt düşüyor. Ölümünden yaklaşık 50 yıl sonra, Wittgenstein’ın sanki akıntıya karşı yüzüyormuş gibi olduğunu her zamankinden daha net bir şekilde görebiliyoruz. Bu akıntıyı, her anlaşılabilir sorunun ya bilimsel bir çözümü olduğunu ya da hiç çözümü olmadığını savunan “bilimcilik” görüşüyle tanımlayabiliriz. Wittgenstein bu görüşe karşıydı.

Bilimciliğin birçok şekli vardır. Örneğin beşeri bilimlerde, felsefe, edebiyat, tarih, müzik ve sanatın “yöntem bilimlerini” ayrıntılarıyla açıklamak zorunda kalan “araştırmacılarla”, bilimmiş gibi çalışılabileceğini iddia eden bir şekil alır. Bu varsayım birçok kötü akademik yazının çıkmasına yol açmıştır, bu yazıların ayırt edici özellikleri ise sahte kuram oluşturma, sahte uzmanlaşma ve sözde teknik kelime dağarcığının gelişimidir. Bu gelişmeler Wittgenstein’ın kemiklerini sızlatırdı.

Birçok sorunun bilimsel cevabını bilmiyoruz, bunun sebebi soruların derin veya çözülemez gizemler olmaları değil, sadece bilimsel olmamalarıdır. Bunlar aşk, sanat, tarih, kültür veya müzik ile ilgili sorular olabilir. Aslında, kendimizi daha iyi anlamaya çalışmamızla ilgili tüm sorular buna dahildir. Günümüzde, zamanımızın en büyük ayıbının bilimsel bir bilinç teorisinden yoksun olduğumuza dair yaygın bir görüş var. Bu yüzden, şu sorulara makul bilimsel cevaplar bulmak için fizikçiler, bilgisayar bilimcileri, bilişsel psikologlar ve filozofların dahil olduğu büyük bir disiplinler arası çaba mevcut: Bilinç nedir?  Benlik nedir? Bu alanın önde gelen rakiplerinden biri, matematikçi Roger Penrose tarafından geliştirilen, bilinç akışının, beyinde meydana gelen kuantum fiziği olaylarının düzenlenmiş bir sırası olduğunu savunan teoridir.  Penrose’un teorisi, bir bilinç anının beyindeki tubulin adı verilen bir alt protein tarafından üretildiğini savunur. Penrose’un kabul ettiği teori spekülatiftir ve tuhaf bir şekilde mantıksız olduğu için birçok kişiyi şaşırtmaktadır. Ancak diyelim ki Penrose’un teorisinin doğru olduğunu keşfettik, sonuç olarak kendimizi daha iyi anlayabilir miydik? Tek anlayış türü bilimsel bir teori midir?

Tabii, başka ne türler var diye sorabilirsiniz. Wittgenstein’ın buna cevabı, bence, onun en büyük ve en çok göz ardı edilen başarısıdır. Wittgenstein’ın düşünce tarzı ilk ve sonraki çalışmalarında değişiklik göstermesine rağmen, bilimciliğe karşı muhalefeti hep sabit kalmıştır. Yazılarında “Felsefe bir teori değil, bir faaliyettir.” demiştir. Felsefe, bilimsel gerçeğin değil, kavramsal netliğin peşinde koşar. Tractatus’ta bu netlik, mantıksal dil biçiminin doğru bir şekilde anlaşılmasıyla kazanılır, bir kez elde edildiğinde ise ifade edilemez olmaya mahkum kalır. Böylelikle Wittgenstein’a, kendi felsefi önermelerini, tırmanmak için kullanıldıktan sonra atılan bir merdivenle kıyaslatır.

Daha sonraki çalışmasında Wittgenstein, mantıksal biçim fikri ve onunla birlikte tarif edilemez gerçekler fikrinden vazgeçti. Bilim ve felsefe arasındaki farkın iki farklı anlayış biçimi arasında olduğuna inanıyordu: teorik ve teorik olmayan. Bilimsel anlayış, hipotezlerin ve teorilerin inşa edilmesi ve test edilmesiyle sağlanır. Öte yandan felsefi anlayış kesinlikle teorik değildir.  Felsefede peşinde olduğumuz şey “bağlantıları görmekten oluşan anlayıştır.”

Teorik olmayan anlayış, bir şiiri, bir müzik parçasını, bir kişiyi veya hatta bir cümleyi anladığımızı söylediğimizde sahip olduğumuz anlayış türüdür. Ana dilini öğrenen bir çocuğu ele alalım. Ona söylenenleri anlamaya başlamasının nedeni bir teori kurmuş olması mıdır? Böyle bir açıklama yapabiliriz, birçok dilbilimci ve psikolog da aynen bunu söylemiştir. Fakat bu yanıltıcı olabilir. Bir çocuğun söylenenleri anladığını gösteren kriter gereğine uygun şekilde davranmasıdır. Örneğin “bu kağıdı çöp kutusuna at” talimatına uyduğunda, bu ifadeyi anlamış demektir.

Wittgenstein’ın en sevdiği örneklerden biri de müziği anlamaktır. Bir müzik parçasını anlamayı nasıl ifade edebiliriz? Belki parçayı etkili bir şekilde çalmak ya da metaforik olarak anlatmak işe yarayabilir. Peki ya “etkili bir şekilde” çalmak ne anlama geliyor olabilir? Wittgenstein’a göre gereken şey “kültür”dür. “Birisi belirli bir kültürde yetişmişse ve müziğe bir şekilde tepki veriyorsa, ona ‘etkili bir şekilde çalma’ ifadesini öğretebilirsiniz.” demiştir. Bu tür bir anlayış için gerekli olan şey, bir yaşam biçimidir. Yani bu yaşam biçiminin uygulayıcıları tarafından yapılan bağlantıları duyma ve görme yeteneği ile birlikte ortaklaşa yapılan bir grup eylemdir.

Müzik için geçerli olan, gündelik dil için de geçerlidir. Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar’da “Bir cümleyi anlamak, müzikteki bir temayı anlamaya düşündüğünüzden daha çok benziyor.” der. Bir cümleyi anlamak da, ait olduğu yaşam biçimine, yani “dil oyununa” dahil olmayı gerektirir. Bilgisayarların işledikleri cümleleri anlamamasının nedeni, yeterli nöronal karmaşıklığa sahip olmamaları değil, cümlelerin ait olduğu kültüre dahil olmamaları ve olamamalarıdır. Bir cümle, kelimelerinin dünyadaki nesnelerle bire bir bağlantısıyla anlam kazanmaz; toplumsal yaşamda kullanılmasıyla anlam kazanır.

Bütün bunlar önemsiz bir şekilde doğru gelebilir. Wittgenstein çalışmalarını “önemsizliklerin özeti” olarak nitelendirmişti. Fakat felsefi olarak düşündüğümüzde, bu önemsizlikleri unutmaya eğilimliyiz ve bu yüzden kafamız karışıyor. Örneğin, beynimizdeki atom altı parçacıkların kuantum davranışını incelersek kendimizi daha iyi anlayacağımızı sanıyoruz. Bu, akustik bir çalışmanın Beethoven’ın müziğini anlamamıza yardımcı olacağı inancına benzer bir inançtır. Neden önemsiz şeylerin hatırlatılmasına ihtiyacımız var? Çünkü bir konu hakkında bilimsel bir teorimiz yoksa, o zaman onun hakkında herhangi bir şey anlayamayacağımıza inandırıldık.

Bilimsel yöntem ile müzik, sanat, felsefe ve günlük yaşamdan örnek gösterilen teorik olmayan anlayış arasındaki en önemli farklılıklardan biri, bilimin bu diğer anlayış biçimlerinden mecburen sıyrılan bir genellik düzeyini hedeflemesidir. Bu yüzden insanları anlamak asla bir bilim olamaz. Bir kişiyi anlamak, örneğin, söylediği şeyi kast edip etmediğini, duygu ifadelerinin gerçek mi yoksa sahte mi olduğunu söyleyebilmektir. Peki bu nasıl anlaşılabilir? Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar‘ın sonunda bu soruyu gündeme getiriyor.  “Duygu ifadelerinin gerçekliği hakkında uzman yargısı diye bir şey var mı?” diye soruyor. Cevabı ise “Evet, var.”

Ancak insanlar hakkındaki bu tür uzman yargılarının dayandığı bulguların değeri “ölçülemez” ve bilimin genel formülasyon özelliğinden etkilenmez. Wittgenstein yazılarında, “Bir bakış, jest veya ses tonunun inceliği, değeri ölçülemez bulgulardan olabilir. İçten, sevgi dolu bir bakışı tanıyabilirim, onu sahte bir bakıştan ayırabilirim. Ama farkı tarif etmekte oldukça yetersiz olabilirim. Çok yetenekli bir ressam olsaydım, muhtemelen resimlerdeki gerçek ve taklit edilmiş bakışları resmedebilirdim.” diyor.

Ancak değeri ölçülemez şeylerle uğraşıyor olmamız, bizi insanları anlamaya yönelik tüm iddiaların sahte olduğuna inanmaya yönlendirmemelidir.  Wittgenstein bir zamanlar en sevdiği roman olan Karamazov Kardeşler’i Maurice Drury ile tartışırken Drury, Peder Zosima karakterini etkileyici bulduğunu söyler. Dostoyevski, Zossima hakkında şöyle yazıyor, “Söylenene göre, ruhuna o kadar çok sır, üzüntü ve itiraf doldu ve sonunda o kadar güzel bir basiret elde etti ki, bir yabancının yüzüne ilk bakışında onun ne için geldiğini, ne istediğini ve vicdanının ne işkenceler çektiğini anlayabilirdi.”, “Evet, gerçekten de başka insanların ruhlarını doğrudan görebilen ve onlara tavsiyelerde bulunabilen böyle insanlar var.” diyor Wittgenstein.

Dostoyevski’nin bu ünlü romanının Wittgenstein için farklı bir değeri vardı.

Felsefi Soruşturmalar’ın en sık alıntılanan aforizmalarından biri şudur: “İçsel bir süreç dış ölçütlere ihtiyaç duyar”. Wittgenstein’ın “dış ölçütlerin” değerinin ölçülemez olmasının dikkatlice kavranılmasına verdiği önemin nadiren farkına varılır.  Peki böyle ince bir duyarlılık nerede bulunabilir? Tabii ki psikologların çalışmalarında değil, büyük sanatçıların, müzisyenlerin ve yazarların eserlerinde. Wittgenstein, Kültür ve Değer adlı kitabında şöyle der;

“Günümüzde insanlar, bilim adamlarının bilgi vermek için; şairlerin, müzisyenlerin vb. ise onlara zevk vermek için var olduğunu düşünüyor. Bu insanların onlara bir şey öğretebilecek olması fikri akıllarına gelmiyor:”

Böyle bir zamanda, yani beşeri bilimlerin kurumsal olarak bilimmiş gibi davranmak zorunda olduğu bir zamanda, Wittgenstein’ın -ve sanatların- bize öğretmesi gereken anlayışla ilgili derslere her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Ray Monk- “Wittgenstein’s forgotten lesson” (Erişim Tarihi: 08.08.2020), Erişim Kaynağı: https://www.prospectmagazine.co.uk/magazine/ray-monk-wittgenstein

Çevirmen: Su Yıldız

Çeviri Editörü: Berk Celayir

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Etik Egoizm – Nathan Nobis

Sonraki Gönderi

Hafıza Araştırması Yeni Bir Dil Öğrenmenize Nasıl Yardımcı Olabilir? – Angela Grant

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü