Bilgi, Avrupa toplumlarında genellikle ağaç olarak tasvir edilir: Etrafa doğru uzanan dalların oluşturduğu tek bir gövde (öz). Söz konusu bu ağaç imgesi, Avrupa düşünce biçimine o kadar derinden kök salmıştır ki, yerleşmiş bütün kurumsal biçimler “merkez-çevre” modeline dönüştürülmüştür. Felsefeden örnek verecek olursak, bir yanda belirli “temel” konular; bir diğer yanda ise daha marjinal olan, çevrede duran ve dolaylı olarak meşgul olunan konular vardır. Benzer şekilde, spesifik disiplinlerinin ikincil alanlarının temel fiziğin bir gövdesinden farklı derecelerde pay alıp ortaya çıktığı şeklindeki müzmin ve apaçıkça yanlış olan bir bilim tasavvuru; diğer disiplinleri (dalları) temel fiziğin “gövdesinden” büyüyüp ona bağlı olan dallardan ibaret sayar.
Sahiden de bilgi bir ağaç olarak anlaşılmalıdır; fakat yalnızca bu türden bir ağaç olarak değil. Bilgi, tek gövdesiyle meyve veren Avrupalı ağaçtan ziyade, toprağın üzerinde bulunan çok sayıda kökün merkezsiz bir organik sistemi beslediği bir banyan ağacı olarak resmedilmelidir. Bilgi ağacının çok sayıda kökü olduğu gibi, bilginin yapısal biçimleri de ayaklarını yere bastığı zaman yayılır: Bilgi gövdesi; hiçbir parçası bir diğerinden önemli veya önemsiz şeklinde değerlendirilemeyecek olan tek bir organik bütündür. Bhagavad-Gītā’da Krishna, “Ölümsüz bir banyan ağacı duruyor; üstünde kökleri ve altında ise dalları olan.” der. “Bu ağacın yaprakları Veda ilahileridir: Kim bu ağacı bilirse, Vedalar’ı da bilir. Aşağı ve yukarı doğru; sağlıklı dallar birbirinden ayrılır; bunlar duyu nesneleri dallardır. Köklerinin dibinde, insanların dünyasındaki işlerle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olarak tomurcuklanır.” (Ç.N.: Veda’lar Uzak Doğu ve Hinduizm’in temel kutsal metinleri arasında yer almaktadır; “veda” kelimesi İngilizce farkında olmak manasına gelen “wit” sözcüğüyle aynı kökten olup “bilgi” anlamına gelmektedir.)
Bu yeni bilgi resmini kökünden çıkarmanın bir doğru, bir de yanlış yolu mevcut. Bir epistemik çoğulcu, tıpkı bir banyan ağacının pek çok farklı ama aynı derecede değerli köklere sahip olması gibi gerçekliği soruşturmanın da pek çok farklı ama eşit derecede değerli yolu olduğunu ileri sürer. Yanlış yol ise New York Üniversitesi’nden Paul Boghossian’ın epistemik ilkeler olarak adlandırdığı; ‘gerçekliği soruşturma yolunun’ belirli bir inanç türünün hangi koşullar altında gerekçelendirilmiş olacağını söyleyen genel normatif önermelerin bir derlemesinden ibaret olduğunun varsayılmasıdır. Örneğin, “modern bilimin iddialarını gözlem ve sınama temelinde gerekçelendirmesi gibi modernizm öncesi toplumlar da kendi savlarını kehanet ve büyücülük temelinde gerekçelendirmişti; bundan dolayı her tür epistemik ilke bir diğeri kadar doğrudur.” gibi her türden cezbedici söyleme direnmeliyiz. Bu bizi, kaygan bir zeminden rölativizme ve sosyal inşacılığa doğru; yani banyan ağacı imgesinin gösterdiği tek bir organik epistemik sistemden ziyade birbirinde izole edilmiş ağaçlardan oluşan bir ormana götürecektir.
Epistemik çoğulculuğu formüle etmenin doğru yolu, aslında Sanskritçe’nin çoğulcu kozmopolisinde sunulmuştur. Olağanüstü Jainist filozoflar, epistemik ilkelerin (pramāṇa) yanı sıra bunlara ek olarak, naya‘ların da (epistemik bakış açıları veya duruşların da) bulunduğunu ve bunların her ikisinin de epistemik bir kültürün temel bileşenlerini oluşturduğunu söylerken epistemolojik açıdan oldukça mühim bir ayrım yaparlar. Naya, bir önerme olmayıp pratik bir tutum, soruşturmaya rehberlik eden bir strateji veya politika anlamına gelir: Gerekçelendirme kaynaklarına yönelik bir önerme değil, bilgi üretimine/bilgiyi elde etmeye yönelik bir yaklaşımdır. Böyle bir yöntem yalnızca;
- deneyimde dolaysız olarak yani doğrudan mevcut olanla ilgilenmeyle,
- herhangi bir kategorik ayrıma başvurmaksızın karşılaştığınız her şeyi hesaba katmakla,
- akıştan ziyade durağanlıkla veya temel niteliklerden ziyade nedensel ara bağlantılara yönelmeyle mümkündür.
Indiana’da yer alan Notre Dame Üniversitesi’nden felsefeci Anjan Chakravartty’nin vurguladığı üzere; “Kişi bir tutuma, bir olguya inandığı gibi inanmaz. Tam aksine, kişi bir tutuma bağlı kalır veya onu benimser.”
Bir analojiye başvuralım ve zirve noktasına ulaşma eylemini gerçekleştirmek adına bize rehber olması açısından dağın zirvesine giden bir rotayı düşünelim. Dağa tırmanma sürecinde farklı fayda ve zararları olan farklı yollar olabilir; fakat nihai hedef olan zirveye ulaşmak için hepsi eşit derecede makuldür. Yollardan biri daha dik ama daha kısa olabilir; diğeri daha iyi manzaralıyken de bir diğeri yol üzerindeki çay dükkanları ile daha iyi hizmet veriyordur. Tüm durumlarda zirveye ulaşılmış olsa da, saat yönünde yürümek ile saat yönünün tersine bir şekilde yürümek aynı şey değildir.
Eşit derecede iyi ve makul olan “yaklaşımların” aynı anda var olması gerçeği, onları daha iyi ve daha kötü bir ölçüte dayanarak değerlendiremeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Makul bir değerlendirme ölçütü veya kuralı; çoğulluğu dışlayıp doğruya karşı yanlış şeklindeki olan bir ikili standart değildir. Bundan ziyade bir tutum; iyi veya kötü, belirli amaçlar için elverişli, uygulanması kolay veya zor olarak değerlendirilir. O halde bir tutum ifade edilebilir: Zirveye ulaşmak için bir strateji olarak; bir adım ileri iki adım geri gitmek çok kötü bir stratejidir.
Jaina’nın ikinci büyük yeniliği; dogmatik olmayan açık fikirli tutumlar benimsememiz gerektiğine dair ısrarcılığıdır. Yani kendim alternatif bir yol tercih edip onu izlerken sizin gerçekliği soruşturma yönteminizin değerini de kabul edebilirim. Tek doğru olanın benimki olduğunu söylemek, aslında epistemik şiddet (hiṃsā) olarak tanımladıkları şeyi yapmaktır. Bu yalnızca tutumlar arasındaki sıralamanın kısmen etkili olduğunu kabul etmek içindir: Yani bazı tutum çiftleri, tutumların sorumlu olduğu makullük standardının ışığında eşit derecede iyi olabilir.
Dağ metafiziksel olarak karmaşıktır, farklı şekillerdeki yerleri ve kenarları, tırmanan kişiye farklı yönler ve zirveye giden farklı potansiyel yollar sunar. Şeylerin eşsiz tek bir özü olduğu fikrini reddeden Jaina bunun yerine, ki şimdi söyleyeceğimiz onların üçüncü teorik yeniliğidir, gerçekliğin bir anlamda çok gövdeli veya çok yönlü olduğunu ifade eder. (bunun Sanskritçe kullanılan terimi anekānta‘dır). 5. yüzyıl Jaina düşünürlerinden biri olan Siddhasena, Nyāyāvatāra‘da şöyle demiştir:
Hem içsel hem de dışsal açıdan asıl gerçeklik, birbirinden bağımsız olmayan çok boyutlu öz doğaların etkisi altındaki bir biçime sahiptir; kendisini tüm epistemik ilkelere (pramāṇa) açar,” diye ekliyor Siddharṣigaṇi. Hangi rota seçilmiş olursa seçilsin, her bir dağcı prensip olarak aynı araç/gereç ve tekniklerden, aynı ayakkabılardan, haritalardan ve baltalardan faydalanabilir; ama dağ kendini herkese göre farklı şekilde açar. Sorumlu araştırmacının araç/gereç takımı, ampirik gözlem, mantıksal tümdengelim teknikleri, tümevarım ve en makul açıklamaya yönelik çıkarım ile tanıklık yoluyla bulgunun bir havuzda toplanmasını içerir. Ama diğer yandan; kişinin gerçekliği soruşturmasında bu araç/gereçleri kullanmanın tek bir doğru yolu yoktur.
Epistemik tutumlar tam anlamıyla bir dağa çıkan yollar gibi değildir. Her tutumun gerçekliğin bir parçasını soruşturmasından ziyade, tutumlardan her biri gerçekliğin tamamını sorgulamayı arzu eder ve bunu belirli bir tarzda yapar. Budist Orta Yol filozofu Nāgārjuna da gerçekliğe yapısal veya ilişkiler arası bir bakış açısıyla yaklaşmak için bir teknik geliştirmiş; Vaiśeṣika felsefe okulu alimlerinden Kaṇāda, gerçekliği sahip olduğu ontolojik kategoriler bakımından ele almanın bir yolunu bulmuştur. Gerçekliğin dogmatik olarak, yalnızca yapı veya yalnızca kategori olduğunu çıkarsamak artık büyük bir hata olur. Benzer bir şekilde; mevcut resmi söyleme rağmen modern bilim, epistemik açıdan çoğulcu bir girişimdir. Bilim, nedensel ilişkilerin tanımlarını yapma ve açıklamalarını sağlamada üstündür; ama paylaşmış olduğumuz nihai gerçekliği soruşturmanın başka yolları da var.
Bilginin banyan ağacı olarak tasviri, kesin epistemik bir ideali; yani farklı ancak aynı ölçüde değerli epistemik kaynakların tek bir epistemik organizmaya ait olabileceği fikrini destekler. Herhangi modern bir üniversitede bulunan tüm bilgi temelli departmanlar arasında araştırmanın merkez-çevre şeklinde tasvir edildiği eski “Avrupa” ağacına en çok benzeyense Felsefe’dir. Eğer kendisini söz ettiğimiz bu yeni ideale göre yeniden kurgulayabilseydi uygulayıcıları, yani felsefeciler de kendilerini tam olarak “merkezde” olamama korkularından çoktan kurtulmuş bulacaklardı. Böylece bu uğraş, yani felsefe, içerik ve yapıdaki farklılığı kavramsallaştırma konusundaki yetersizliğini aşmak adına verdiği köklü mücadeleden nihayetinde sıyrılabilirdi.
Jonardon Ganeri– “The tree of knowledge is not an apple or an oak but a banyan“, (Erişim Tarihi: 20.10.2021)
Çevirmen: Taner Beyter
Çeviri Editörü: Semih Gözen Esmer