Kişisel Çıkarlar Artık Toplumun Faydasının Önüne Geçmemelidir – Dirk Philipsen

//
240 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

Adam Smith, insan doğasının zeki, verimli ve ahlaki olmaya çalışırken karşılaştığı zorluklara dair derin bir içgörü öne sürmüştür. Ulusların Zenginliği (1776) adlı eserinde, bir fırıncının ekmek yapma motivasyonunun yardımseverlik değil, kendi çıkarları olduğunu öne sürer. Bunu öne sürerken bireylerin kendi çıkarlarını gözetmesinin, zaman zaman kamusal faydaya kapı aralayabileceği gerçeğini de kabul eder.

Yine de, kişisel çıkar üstünlüğüne dayalı bu mantık – popüler ifadeyle “bırakalım piyasalar halletsin” yaklaşımı – ciddi sınırlarla kuşatılmıştır. Özellikle COVID-19 salgını sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nde etkili sağlık ve sosyal politika eksikliği, bu anlayışın çelişkilerini gözler önüne sermiştir.

Serbest piyasa sistemleri, rekabeti, bireysel avantaj sağlama çabasını ve öne çıkmayı ödüllendirir. Bu nedenle, toplum gözünde en çok arzulanan özellikler de bu nitelikler haline gelir. Oysa empati, dayanışma ve kamusal fayda gibi değerler, adeta yalnızca ailelerin, ibadethanelerin ya da aktivist grupların kucağına bırakılmıştır. Dahası, piyasa sistemlerinin toplumsal istikrar, halk sağlığı ya da mutluluk gibi değerleri hesaba katmadığı gerçeği gün gibi ortadadır. Sonuç olarak, Cape Town’dan Washington’a kadar geniş bir coğrafyada, piyasa düzeni halk sağlığını, kamu eğitimini ve temiz çevreye erişimi özel çıkarlar uğruna tüketmiş, hatta yer yer tahrip etmiştir.

COVID-19 pandemisi ise bir başka acı gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koydu: Hastane temizliğinden çöp toplamaya, gıda tedarikinden temel altyapı hizmetlerine kadar hayatı mümkün kılan görevleri üstlenen bireyler, genellikle en düşük maaşlarla, sigortasız ve güvencesiz koşullarda çalışmaktadır. Buna karşın, pratikte toplum için pek az anlam ifade eden, sadece konuşarak ya da çıkar sağlamayı meslek edinerek kazanç elde edenler, bu düzenin kazananları olmaya devam etmektedir. Bir düşünün: Karantina sırasında büyük hukuk büroları, pazarlama şirketleri ya da özel sermaye fonlarının yönetim katları kapanmış olsaydı, hayatımızda gerçekten ne değişirdi? Bu şirketlerin faaliyetlerinden doğrudan fayda sağlamayan biri için, muhtemelen hiçbir şey değişmezdi. Oysa bu yönetim katlarında oturan bireyler, bazen bir saatte, sağlık çalışanlarının ya da kuryelerin bir yılda kazandığından fazlasını kazanmaktadır.

Sonuç olarak, bireysel çıkarlara dayalı piyasa düzeni, halk sağlığını, temel özgürlükleri ve toplumsal refahı korumaktan ziyadesiyle uzaktır; dahası, bu hedeflere ulaşması zaten imkânsızdır.

Bugüne kadar sayısız kişi, sistemimizin açgözlülük ve bencillik üzerine inşa edilmiş yapısının yalnızca ahlaki bir çürüme değil, aynı zamanda insanlık ve gezegen için büyük bir tehdit olduğunu dile getirdi. Ancak burada gözden kaçırılan daha derin bir gerçek var: Bu bireysel çıkar anlayışı, yalnızca yüzeyde kalan, geçici bir fayda sunar. Çünkü her bireysel başarı, güçlü ve istikrarlı bir toplumun, sağlıklı bir çevrenin ve ortak bir zeminde paylaşılan değerlerin varlığına dayanır.

Nasıl oldu da seçkin bir üniversitede profesör olabildim? Elbette, bir parça zeka ve çokça çalışmayla – en azından bunu umut ederim. Ancak, başarıma daha yakından baktığımda, hayatımın temel taşlarını oluşturan şu unsurları görmezden gelemem: beni sevgiyle büyüten iyi ebeveynlere sahip olma şansım, doğru zamanda ve doğru yerde dünyaya gelmiş olmam, mükemmel devlet okullarında eğitim görmem, temiz hava solumam, sağlıklı ve besleyici gıdalarla büyümem ve güvenli bir çevrede yaşamam. Bunun ötesinde, sürekli ve kesintisiz bir şekilde sağlanan sağlık hizmetleri, hijyen, elektrik, ve bilgiye ücretsiz erişim gibi modern yaşamın olmazsa olmazları… Ve nihayetinde, Robert H. Frank’in Meritokrasi Miti kitabında vurguladığı gibi, tüm bunların temelinde yatan o basit ama güçlü gerçek: saf ve basit bir şans.

Modern ekonomilere baktığımızda, başarıyı ölçmek adına kullandığımız kıstaslar dikkat çekici bir şekilde dar ve yüzeysel: Sonuçlar yerine yalnızca üretime, kalite yerine niceliğe, uzun vadeli potansiyeller yerine kısa vadeli fiyatlara odaklanıyoruz. Bu bağlamda, ABD senatörü Robert F. Kennedy’nin 1968’de söylediği o unutulmaz söz hâlâ yankılanıyor: “Kısacası, hayatı değerli kılan her şeyi saymıyoruz.” Ancak Kennedy’nin işaret ettiği daha derin ve evrensel bir hakikat var: Özgürlük, mutluluk ve dayanıklılık gibi değerler, yalnızca sağlıklı ve güçlü bir toplumun zemininde kök salabilir. Temiz hava, özgürlük ve kaliteli bir kamu eğitimi gibi ortak değerlerden faydalanabilme kapasitemiz, bu dayanıklılığın en sağlam dayanağıdır.

“Ortak Mallar” kavramı, 1968 yılında Amerikalı akademisyen Garrett Hardin’in kaleme aldığı The Tragedy of the Commons (Ortak Malların Trajedisi) adlı makalesi sayesinde popülerlik kazandı ve o günden beri üniversite öğrencileri arasında hâlâ tartışılmaya devam ediyor. Hardin’in temel savı oldukça basitti: Eğer kamuya ait topraklar, su yolları ya da diğer ortak kaynaklar bireylerin çıkarlarına bırakılırsa, bu kaynaklar kaçınılmaz olarak kirlenir ve tükenir. Ancak bu iddianın temel bir zayıflığı vardı ki Hardin bunu sonradan kendisi de kabul etti:  Teorisi çoğu durumda yanlıştı.

Asıl sorun belki de “özel malların trajedisi” olarak adlandırılabilir. 1930’ların büyük kuraklıklarından günümüzün giderek derinleşen iklim krizine, hatta çevrimiçi yanlış bilgi salgınına kadar, kişisel çıkarların, yaşamımızı ve refahımızı ayakta tutan ortak değerleri nasıl tahrip ettiğine defalarca şahit olduk. Peki, bu sistemin içinde fosil yakıt endüstrisini kim sorumlu tutacak? Bizi yok oluşun eşiğine getiren, sırf kişisel kazanç uğruna yerle bir edilen toprakların, dağların ve okyanusların hesabını kim verecek? Ve daha da ötesi, kişisel servet demokrasiye son darbeyi vurduğunda ne yapacağız?

Merhum ekonomi yazarı Jonathan Rowe’un keskin bir şekilde ifade ettiği gibi, özel kontrol altındaki piyasa sisteminin ölümcül bir karakter kusuru var: durmaksızın büyüme arzusu. Dün ne kadar genişlemiş olursa olsun, bu sistem yarın daha fazlasını istemek zorunda. Daha fazla üretmek, daha fazla tüketmek, daha fazla yok etmek… Çünkü büyüme durursa, sistem çöker. Ancak bu doyumsuz büyüme hırsı, yalnızca kaynaklarımızı tüketmekle kalmıyor, aynı zamanda insanlığın ortak geleceğini de tehdit ediyor.

Üzerinde pek durmadığımız, ancak kapitalizmin çelişkilerini gözler önüne seren bir gerçek var: Büyük kamu destekleri olmasaydı, özel çıkarların ve açgözlülüğün hızlandırdığı bu son aşama kapitalizm çoktan tarihe karışmış olurdu. Bugün, hükümetler ve akademik çevrelerde hâkim olan dar ekonomik zihniyet, kendi ebeveynlerini eleştirmekten çekinmeyen, ancak fikirleri ve kaynakları tükenince yine onlara sığınan bir ergenin naifliğini hatırlatıyor.

Boeing, Goldman Sachs, Bank of America, Exxon… Bu devler, kamu kaynaklarından gelen vergi indirimleri, sübvansiyonlar ve destek paketleri olmadan varlıklarını sürdüremezdi. Özel sektör her darboğaza girdiğinde, halkın vergileriyle finanse edilen kamu desteği imdada yetişir. Bugün de aynı senaryo yaşanıyor: trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleriyle sahne yeniden kuruluyor. Bu düzen, aslında bir asrı aşkın süredir yürürlükte olan bir oyunun tekrarından ibaret: Kârlar özel ellere akar, yük ise daima halka kalır.

Daha da düşündürücü olan ise şu: Kurtarılan bu şirketler, onları iflastan kurtaran halka karşı hiçbir sorumluluk hissetmezler. 2008 mali krizinden sonra yaşananlar, bu gerçeği çarpıcı şekilde ortaya koymuştur. Wells Fargo, American Airlines ve AIG gibi şirketler, aldıkları destekle yeniden ayakta kalmayı başarmış, ancak ardından aynı sömürü düzenine geri dönmüşlerdir. Halka sırtlarını dönerken, yine halkın kaynaklarını hoyratça tüketmekte bir beis görmemişlerdir.

Politika yapıcılar ve ekonomistler, özel piyasa alışverişlerini toplumsal faydanın önüne koyarak, başlangıçta yalnızca dar ve sınırlı koşullarda geçerli bir fikri, zamanla zehirli bir dogmaya dönüştürdüler. Oysa artık apaçık olanı dile getirmenin vakti geldi: Güçlü bir kamu olmadan, özel hiçbir şey var olamaz. Benim sağlığım, halkın sağlığına bağlıdır. Benim özgürlüğüm, toplumsal özgürlüklerin güvencesine dayanır. Ekonomi dediğimiz mekanizma, ancak sağlıklı bir toplumun dokusuna işlenmiş kamu hizmetleriyle ayakta kalabilir; bunun tersini düşünmek, temel bir yanılgıdır.

Bugün içinde bulunduğumuz bu acı dolu çöküş dönemi, aslında büyük bir farkındalık çağrısına dönüşebilir; halkın, özel çıkarlardan çok daha değerli olduğunu anladığımız bir dönüm noktası olabilir. Bir an durup pencerenin dışına bakın: canlı, işleyen ve istikrarlı bir kamu yapısı olmadan, yaşam hızla fakirleşir, dehşet verici bir kaosa dönüşür, merhametsiz ve kısa ömürlü olur.

Peki, tüm bu yaşananlar, bu sistemin kökünden sorgulanması gerektiğini anlamak için yeterli değil mi? Bu düzene körü körüne devam etmek, halkın emeği ve kaynakları üzerinden kurulan bir çıkmazı sürdürmekten başka ne olabilir?


Dirk Philipsen –Private gain must no longer be allowed to elbow out the public good“, (Erişim Tarihi:18.01.2024)

Çevirmen: Çağnur Erdoğan

Çeviri Editörü: Alparslan Bayrak

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

İklim Değişikliği Söz Konusu Olduğunda İyimserliğin Bir Sınırı Var Mı? – Fiacha Heneghan

Sonraki Gönderi

Sınırlı Güce Sahip Bir Tanrı – Philip Goff

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü