Milliyetçiliğe Karşı Stoacılık – Paul Meany

Kadim Stoacılık felsefesini benimseyenler, ten rengi veya ırkı fark etmeksizin tüm insanlara onurlu ve saygılı davranmak gibi kozmopolit ideallere sıkı sıkıya bağlıydı.

///
944 Okunma
Okunma süresi: 15 Dakika

Milliyetçiliğin tekrardan yükselişte olduğu bu günlerde en büyük düşmanı “kozmopolitanizm”in üstünde durmalıyız. Milliyetçilik; ekonomik, politik ve toplumsal sistemlerin o ülkedeki baskın ulusun ve o ulusu yöneten devletin çıkarlarına en uygun olan şekilde düzenlenmesi gerektiğini savunan düşüncedir. Tam aksine kozmopolitanizm ise ırkı, dini veya siyasi yönelimi fark etmeksizin tüm insanların insanlığın tamamını kapsayan evrensel bir topluluğun parçalarını oluşturduğu düşüncesine olan koşulsuz adanmışlığıyla bilinir. Temeli doğuştan gelen haklara dayanan liberteryenizm kozmopolitanizmle yakından ilgilidir. Liberteryenizm yasalarda veya teamüllerde bireysel değer bulmaktansa herkesin sahip olmak için insan olmanın kafi olduğu bazı temel haklara sahip olduğunu savunur.

Antik Zamanların Coğrafi Determinizmi

Kozmopolitanizm tarihsel olarak alışılagelenden farklı olduğundan insan ilişkilerinde önemli bir gelişmedir. Öteki korkusu; ırkçılık, yerlicilik veya kendinden olmayanı dışlayan hangi formu alırsa alsın, son zamanlara kadar su götürmeyen normdu, bazıları hala insanoğlunun azgın yerelciliğini sarsamıyor. Ne yazıktır ki tarih boyunca birçokları gözümüzün önünde duran benzerliklerimizdense farklılıklarımızı görmeyi seçmiştir.

Filozof Aristoteles, iklimin ırklar arasındaki farklılıkları belirlediği kuramını ortaya atmıştır. Batı dünyası soğuktur, bu sebepten ötürü insanlar sert ve dayanıklıdır fakat hüner ve zekadan yoksundur. Bu da barbar kabilelerin neden maharetli savaşçıları ve özgürlüğe tutkun insanları olduğunu fakat büyük tapınakları, edebiyatları veya sanatları olmadığını açıklar. İklim tayfının öteki kısmında ise, doğu medeniyetinin çok sıcak olmasının başkasının iktidarına boyun eğmeye yatkın zeki fakat uyuşuk insanları ortaya çıkardığını iddia etmiştir. Batılıların aksine doğuluların muazzam mimarisi, edebiyatı ve sanatı vardı. Buna karşın, özgürlük tutkusundan yoksunlardı ve değersiz askerlerdi.

Kuram, Yunanlılara neden batılılar anarşist eğilimli topluluklar halinde yaşarken doğuda demir yumruklu yönetimler olduğunu açıklamıştır. Aristoteles gibi Yunanlılara göre, Yunanistan, tesadüfe bakın ki, anarşist batının ve köle ruhlu doğunun aşırılıklarının arasında konumlanmıştı. Bu yüzden, doğunun ve batının erdemlerine sahipken ikisinin de kusurlarından muaftı.

Frenoloji ve Aydınlanma Çağı

Aydınlanma Çağı dahi, rasyonalizmin, bilimin ve gelişmenin artmasına rağmen yabancı düşmanı eğilimlerden muzdarip olmuştur. Hatta, rasyonalizm ve bilimcilik bu eğilimleri haklı çıkarmak için kullanılmıştır, en berbat örneği de şimdilerden şarlatanlık olarak kabul edilen frenolojinin ırksal hiyerarşiyi aklamak için kullanımıdır. Frenoloji, kafatasındaki çıkıkları ve çukurları inceleyerek beynin sadece genel anlamda değil kişisel düzeyde de nasıl çalıştığına dair çıkarım yapmaktır.

Bir zaman sonra frenoloji, ırkçılığını “bilimi” kullanarak aklamaya çalışanlar tarafından kullanılmıştır. Mesela, François-Joseph Broussais kafataslarını inceleyerek en güzel ırkın Kafkas olduğunu, Maorilerin asla medeni toplumda yaşayamayacağını ve birçok Afrikalı kabilenin düşünsel kapasiteden yoksun olduğunu söyledi. Bu ırksal farklılıkların sadece tensel değil insanların beynine bağlı içkin farklılıklar olduğuna; beyinlerindeki oyukları kimse değiştiremeyeceği için bazı ırkların hizmetkar, vasat olması ve yük hayvanlığı yapması kaderleriyken diğer ırkların (beyazların) onları sömürmesinin normal olduğu önermesine sahte bir bilimsel saygınlık kılıfı örtüyordu.

Diyojen, İlk Yurtsuz Kozmopolitan

Kozmopolitanizm kavramına yapılan ilk atıflardan birisi kötü şöhretli filozof Sinoplu Diyojen’in bir nüktesidir. Diyojen, dördüncü yüzyılda Antik Yunanistan’da yaşayan renkli kişilikli biriydi. Şüphecilik ekolünün kurucularından birisi olarak Diyojen, tüm beşeri ritüellerin ve toplumsal kuralların insanoğlununun mutluluğuna aykırı olduğuna inanırdı.
Aile kurumunu, mülkiyeti ve hatta parayı saygıyı hak etmeyen kavramlar olarak görerek reddetti. Tüm adabı muaşeret kurallarını hiçe saydı, toplum içinde işedi, büyük tuvaletini yaptı hatta kendini tatmin dahi etti.
Antik Yunan’da, Yunan erkekleri soyuna bağlılıklarıyla, aileleleriyle ve tabi ki yaşadıkları şehir devletiyle olan ilişkileriyle tanımlanırdı. Bu üç kimlik, Yunan erkeklerinin kendileri hakkındaki düşüncelerini şekillendirirdi. Bu sebepten, Diyojen’e nereli olduğu sorulduğunda dalga geçerek “Ben dünya vatandaşıyım.” demesi şok edicidir. Cevabının Yunanca aslında geçen “Kozmopolites” sözcüğü “kozmopolitan” sözcüğünün köküdür. Diyojen, insanları özellikle farklı gruplara, sınıflara ve vatandaşlıklara ayıran gelenekleri aşağıladığını belli etmek istiyordu çünkü ona göre bu gelenekler insanları keyfi gruplara bölüyordu.

Şüpheciler ve Stoacılar

Diyojen’in kurulmasında büyük rol aldığı Şüphecilik ekolü, ilk ve en derin bağlılığımızın ırk, cinsiyet veya sınıf gibi kontrol edemeyeceğimiz ikincil karakteristik özelliklerimize değil ortak değerimiz olan insanlığımıza olması gerektiğine karar kılmıştı. Maalesef ki, Şüpheci metinlerden günümüze ulaşanları sadece fragmanlar halinde, yani Şüphecilere dair bilgimizin çoğunluğu Şüphecilerin kendisinden değil, diğer kaynaklardan geliyor ve bu kaynaklar her zaman Şüpheciliğe olumlu yaklaşmayabiliyor. Şansımıza bu kozmopolitanizmin yolculuğunun sonu değil. Şüphecilerden oldukça etkilenen Stoacı felsefe ekolü tüm insanlara içkin daha yüce doğal bir kanun üzerinden ahlak teorileri geliştirmeye devam etti.

Diyojen (MÖ 412 – MÖ 323)

Stoacılık insanlığın asıl amacının iyi yaşamak olduğunu ve bunun için de ahlaki erdemleri olması gerektiğine inanan bir felsefe ekolüydü. Ahlaki erdem, aklımızı doğanın kanunlarına uygulayarak kavranabilir ve edinilebilirdi. Fragmanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla Stoacılığın kurucusu Kıbrıslı Zenon bilinçli veyahut hararetli bir kozmopolitan değildi.
Öğrencisi ve halefi Hrissipos, Diyojen gibi şüpheci filozoflardan etkilenerek kozmopolitanizmin ideallerine kendisini adadı. Hrissipos, tüm insanlar hukukun nasıl olması gerektiğini kavrayacak zekaya sahip olduğu için, insanların tüm akıllı varlıklardan oluşan daha büyük bir şehrin parçası olması gerektiğini büyük bir şevkle açıkladı.  İnsan rasyonelliğinin birliği, Stoacılık düşüncesinin yapı taşıydı.

Eski Yunan’da Stoacı düşünürler yaşarken saygı görmüş olsalar da eserlerinden sadece fragmanlar kurtulabildi. Bu da Stoacılığa dair elimizde olan yazıların çoğunluğunun Cicero, Seneca, Marcus Aurelius gibi kozmopolitanizm konularını tartışmış geç Roma dönemi yazarlarından geldiği anlamına geliyor.

Stoacı Üç Yaşam: Cicero, Seneca ve Marcus Aurelius

Milattan önce 106’da, Arpinum diye bilinen Roma’nın dışındaki bir yerde doğan Cicero Roma Cumhuriyeti’nin kuruluşunda etkin bir devlet adamı, filozof ve hatipti. Zamanında özellikle hatipliği pek meşhurdu. Fakat Julius Caesar iktidara geldikten sonra Cicero’nun siyasi kariyeri soldu. Yürekten sevdiği Roma’sının bunaltıcı halini düşünmemek için yazmaya başladı. Cicero Stoacı olmaması rağmen pek çok Stoacıya hayrandı ve bazı ahlaki ilkelerini açıkça benimsedi. Yazıları boyunca Stoacı öğretileri tartışması Cicero’yu yazıları başka türlü kurtulamayacak Şüpheci yazarları öğrenmek için mükemmel bir kaynak yapıyor.

Cicero’dan sonraki yüzyılda devlet adamı, filozof, oyun yazarı ve hepsinden öte bir Stoacı olan Romalı Seneca geldi. M.Ö 4’te doğdu, ve Cicero’nun aksine Seneca otokratik imparatorların hükümdarlığı altında yaşadı. Roma Cumhuriyeti solan bir anıydı. Bilindiği gibi Seneca, Roma’nın en berbat imparatorlarından Nero’nun eğitmeniydi. Burrus isimli adamla beraber Seneca, Nero’nun kraliyet danışmanı oldu. Nero’nun hükümdarlığının ilk yıllarında Seneca ve Burrus’un muazzam bir gücü vardı ve adilce yönettiler fakat güçleri azaldıkça Nero daha fazla kontrol elde etti. Seneca nihayetinde, kendisini iktidardan düşürecek bir komplonun parçası olduğuna inanan eski öğrencisi tarafından intihara zorlandı.

Nero’nun otoriter mirasına rağmen, ünlü Romalı şüphecilerin sonuncusu da bir imparatordu. Marcus Aurelius birçokları tarafından insancıl ve saygıdeğer bir hükümdar olarak görülürdü, Platon’un filozof-kral idealine çok yaklaştığını söylersek abartmış olmayız. M.S 121’de doğdu, 161 M.S’de gönülsüzce oturduğu tahtında ölümüne kadar hüküm sürdü. Birçok hırslı insan, antik dünyadaki en güçlü pozisyon olan imparator olma fırsatına atlayacakken, Aurelius’un ihtirası iktidar değildi. Felsefeye yatkın birisi olarak, felsefeye, özellikle Stoacılığa meraklıydı, tıpkı Cicero gibi, Aurelius tam anlamıyla Stoacı olduğunu hiçbir zaman iddia etmedi fakat ilkelerinin çoğunu benimsedi. Stoacı olmanın gerektirdiği sertliğe ihtiyacı olan biri olduysa o da hükmünün çoğunda Roma imparatorluğunun farklı sınır bölgelerinde savaşarak geçiren Aurelius’tu.

Bu üç Romalının; Cicero, Seneca ve Marcus’un, Stoacı felsefenin öğretilerini tartıştıkları yazıları kozmopolitan ideallerin gelişiminde oldukça etkiliydi.

Marcus Aurelius (M.S. 121- M.S. 180)

Bizi İnsan Yapan Nedir?

Romalı Stoacılar, her insanın aklının kapasitesi sebebiyle özel olduğuna inanıyordu. Bu özelliğimiz birbirimize nasıl davranacağımızı belirliyor. Cicero, insanların hayvanlar ve tanrılar arasında bir yerde durduğuna inanıyordu fakat ona göre zekamız sebebiyle tanrılara daha yakındık.
“İnsanda, hatta yer ve gökte, zekadan daha yüce bir şey var mıdır?”

Cicero, zekadan daha yüce bir şey olmadığından mantıken tüm tanrıların zekaya sahip olduğunu insanlar da zekadan pay aldığı için insanlık ve tanrılar arasında oluşan kutsal müşakeretten mütevellit her insanın bir parça kutsallık taşıdığı sonucuna vardı.

Cicero bizi insan yapan asıl sıfatımızın zekamız olduğuna işaret etti, yani ırkı, siyasal yatkınlığı veya dini mezhebi ne olursa olsun herkese belli bir seviyede saygı duymamız şarttır.

“Böylelikle, birisi insanın tanımını nasıl yaparsa yapsın, o tanım hepimiz için geçerlidir. Bu insanoğulları arasında aslen bir fark olmadığının yeterli bir kanıtıdır.” der Cicero, yine benzer şekilde “Bir kişide, ne lütuf edilebileceğiniz ne de koparabileceğiniz özelliği, bilhassa insanlığa ait özelliği övünüz. Bu özellik ne midir? Ruhudur, ve ruhunun mükemmelleştirmiş olduğu aklıdır. Çünkü insan, düşünebilen bir hayvandır.” der Seneca.

İkincil Karakteristik Özelliklerin Önemsizliği

Stoacılar insanın esas özelliğini düşünebilmek olarak gördüğünden, geriye kalan özelliklerin önemsenmemesi gerektiğini düşündüler. Irkımız, ekonomik durumumuz veya siyasal bir topluluğa üye olmamız insanlığın asıl özelliği değil. Özel durumlarda önemli olsalar da akıllı varlıklar olarak olduğumuz için onurlu ve saygıdeğer kimliğimizin olmazsa olmazı değiller.

Bu düşünce, Stoacılığın Greko-Roman dünyasının dört bir yanında benimsenmesini sağladı. Soyun ve doğduğun yerin önemsizdi, ünlü Stoacı filozof Epictetus gibi köle de olsan, imparator Marcus Aurelius gibi dünyanın en kudretli adamı da olsan. Stoacılar, doğarken tüm insanlara iki farklı kişilik verildiğine inanırdı. İlki akıl yürütme, konuşma ve insan görüntüsünde olmak gibi insanlığın temel özelliklerini temsil ederken diğeri herkeste farklıydı: yeteneklerimiz, becerilerimiz ve özelliklerimiz… Cicero ilk kişiliğimizden bahsederken, “Her şey bu kişiliğimizden gelmiş gibi gözüküyor ve bu kişiliğimiz sayesinde kendi görevimizi bulma yöntemini keşfediyoruz.” der. Hepimizin yetenekleri, damak tadı ve tercihleri farklı fakat bunların Cicero’nun güzelce ifade ettiği “Her insan, kendine özgü fakat zararlı olmayan şeylere tutunabildiği kadar tutunmalıdır ki arzuladığımız barış daha rahat sürdürülebilsin.” tavsiyesine uyduğumuz sürece beraberce yaşamamıza engel olmasına gerek yok.

Bağlılığımız Neye Olmalı?

Aurelius eğitiminin bir parçasının da tarafsız olmayı ve partizan olmamayı öğrenmek olduğunu söyler, bu yüzden “Yeşil veya mavi taraftarı, arenadaki ağır silahlar kuşanmış ya da hafif silahlar kuşanmış gladyatörlerin destekçileri olmamalıyız.” – O zamanlar siyasal gruplar taraftarlık üzerinden konum alıyordu. Roma İmparatoru Aurelius’un dahi bağlılığı Roma Devleti’nden daha yüce bir kuruma, insanlığaydı. Bundan dolayı Roma’yı umursamamazlık etmemiş hatta “şehrim ve vatanım, Antoninus olarak Roma; insanoğlu olarak dünyadır.” demiştir. Partizan olmamak hayatın her alanında geçerlidir çünkü hepimiz küreselleşmiş dünyada yaşıyoruz. Aurelius bu küreselleşmeye vurgu yaparak “evreni daima, tek bir vücudu ve ruhu olan yegane bir varlık olarak düşün. Her şeyin nasıl bu yegane varlığın bilincinde buluştuğunu, her şeye nasıl da asıl amaca doğru yön gösterdiğini ve her şeyin misafir olmak için zuhur edenleri var edişini, onların şu nadide örüntüsü ve dokusunu düşün.” tavsiyesinde bulunmuştur.

Stoacılar Aslında Kötü Niyetli Küreselciler miydi?

İnsanlığa bağlılığının beyanatını veren muktedir bir imparator kulağa yek dünya devletinden bahsediyormuş gibi geldiğinden kimi insanlar makaleyi okuduğunda tedirgin olabiliyor. Küreselcilik ve kozmopolitanizm eleştirmenleri tüm insanlığın yegane devlet tarafından yönetildiği bir dünya düzeni korkusunu sopa olarak sallamıştır. 
Aslında, Romalı Stoacıların yegane devleti savundukları yoktu. Yalnızca, ahlaki pusulamızın kendi devletlerimizi değil de insanlığı göstermesi gerektiğini söylediler. Bahsettiğim tüm Romalı filozoflar yaşarken siyasetle içli dışlıydı ve bir tanesi bile yegane devletin konusunu açmadı. (Özellikle Cicero, İmparatorluk öncesi şehir devletleri döneminin özlemini çekmiştir.) Bunu yapmak yerine, kozmopolitan filozoflarımız vatandaşların insanlığa karşı vazifeleriyle beraber de vatansever olabileceğini savundular.
Cicero, Hierocles’in öğretilerini takip ederek, oikeiosis kavramını, olguları kendinin yapma sürecini benimsedi. Oikeiosis süreci sayesinde çocuklar ilk defa birey olduğunu keşfeder, bu keşifle birlikte kendilerinin bakımını üstlenirler. Bu süreç çocuklar olgunlaştıkça da devam eder. Yavaş yavaş çocuk yakın ailesini de kişiliğinin bir parçası olarak görür. Böylece, kendi sıhhati kadar ailesinin sıhhatini sağlamayı da kendine görev edinir. Oikeiosis, etrafımızda yarattığımız durmaksızın genişleyen aşinalık çemberleri tüm insanlığı kapsayana dek devam eder. Cicero komedi şairi Terence’yi alıntılayarak maksadını özetler:

Ben insanım; sanmıyorum ki insana dair bir şey bana yabancı olsun.

Cicero, en yakınımızdaki kişiye yardım ederek her zaman en yakışık alır şekilde insanlığa hizmette bulunabileceğimize inanırdı, öyle ki “insanın cemiyeti ve birliği şefkatimizi bize yakın olandan başlayarak her insanla paylaşırsak en iyi şekilde muhafaza edilecektir.” En azından, kimseye zarar vermemeli ve imkanlarımız ölçüsünde yardıma muhtaç yabancılara yardım etmeliyiz. Seneca, biri doğduğumuz şehir diğeri de insanlığın cumhuriyeti olmak üzere iki cumhuriyete birden hizmet edebileceğimizi düşünüyordu fakat Cicero’nun aksine zarar vermekten kaçınmakla yetinmeyip tanıyor olalım ya da olmayalım herkesin iyiliği için çabalamamız gerektiğini düşünüyordu.

Evrensel Doğa Yasası

Düşünme yeteneğimiz, bize haklar vermekle kalmıyor evrensel aile bağı da kuruyor. Bu kavramı en iyi Marcus Aurelius tanımlamıştır. Birbirimize nasıl davranmamız gerektiğine karar verirken yardımcı olan ön kabulle başlar: Tüm insanlar düşünebilir. Eğer, zeka insanların davranışlarını belirliyorsa, bir çeşit yasadır çünkü aynı görevi görür. Aynı yasalar altında yaşayanlar da vatandaştır. Zeka ve yasalar yek ise, her insan zekanın “yasaları”na göre yaşamaktadır. Aynı yasalar altında yaşayanlar vatandaş olduğundan, zekaya haiz her insan dünyanın vatandaşıdır. Aurelius, tam da insanlığımızın doğası gereği kozmopolitan olduğumuzu söylüyordu. “Dünya vatandaşı olarak yaşadığı sürece, insanın nerede yaşadığının önemi yoktur.” Benzer bir düşünce Cicero’da “Hepimiz doğa yasasının boyunduruğu altında yaşıyoruz.” şeklinde vuku bulmuştur. 

Cicero’ya göre doğa yasası tartışmaya açık değildi:

Roma’da başka, Atina’da başka, şimdi biri gelecekte öteki şeklinde değil tüm insanları her zaman kapsayacak ebedi ve değiştirilemez bir yasa.

Seneca, insanlığın doğasını “tamamen yüce ve tamamen ortak” olarak niteler, sınırları ise “şu veya bu köşeye kadar değil, ırkımızın sınırları güneşe kadardır”  Her şeyden önce, Stoacılar, insanlığa karşı olan vazifenin ortak insani değerlerimizin enginliğinden dolayı çizilmiş sınırların ötesine taştığına inanmıştır.

Stoacılığın Mirası

Tamamen tarihsel açıdan baktığımızda Stoacılık, Batı dünyasında ciddi bir etkiye sahipti. Avrupanın dini hayatına hakim olan Hristianlığın, Stoacı insanlık anlayışının evrensel tabiatını benimsemesi oldukça önemlidir. Cicero’nun “De Officiis” (Görevler Hakkında) kitabı, on dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa medeniyetinde en çok okunan kitaplardan biri olmuştur.  Her görüşten aydınlar bir şekilde Cicero’nun yazılarına öylesine aşina olmuştur ki Adam Smith’in Ahlaki Duygular Kuramı gibi çığır açan metinlerinde bile kendine yer bulmuştur. Smith, hocası Francis Hutcheson’un öğleden sonra verdiği derslerde Aurelius’la tanışmıştır. Ahlaki Duygular Kuramı’nda Marcus Aurelius’tan “Zarif, insani, yüce gönüllü Antoninus” olarak bahseder, ikisinin arasında bir milenyumdan fazla zaman olmasına rağmen Smith, Aurelius’un Stoacılığında hayran olunacak pek çok şey bulmuştur.  Kozmopolitanizm üzerine yazılmış en iyi antlaşmalardan biri olan Ebedi Barış’ın yazarı Immanuel Kant, Cicero’nun Görevler Hakkında’sından ve Aurelius’un günlüğünde bulunan öğretileri Meditasyonlar’ından oldukça etkilenmiştir. Kozmopolitanizmin idealleri, amaçları yüzünden üstünde düşünülmeyi hak ediyor: Düşünebilen her varlığa duyulan büyük saygıyla birlikte evrensel bir insanlık anlayışı. Gelin görün ki tarih bize Stoacıların ideallerinin çoğu zaman, medeniyetin doğuşundan beri insanlığın gelişimini yavaşlatan yabancı düşmanlığının çok derinlerde yer etmesinden dolayı uygulanamamış teoriler olarak kaldığını gösteriyor. Lakin, Marcus Aurelius’un da dediği gibi;

Zümrüte methiye düzülmedi diye, zümrüt değerini kaybetmedi ya!


Paul Meany– “STOICISM VS. NATIONALISM“, (Erişim Tarihi: 02.03.2021)

Çevirmen: Safa Dinçer

Çeviri Editörü: Can Kalender

1 Yorum

  1. Stoacılık perspektifinden “İnsan” nedir sorusuna da biraz girmek gerekebilir bence burada. Her bi-pedal gelişmiş “ape” e insan demiyor Stoacılık. İnsan “akıl” sayesinde “doğa/logos” ile uyumlu yaşama yetisi olan, Marcus Aurelius’un deyimiyle “Yönetici İlke” ye sahip olan bir varlık. İnsan olmak herkesin harcı değil yani 🙂
    İşte bu nedenle, yani tüm insanlarda olan ortak akıl ve bu aklın logos tan gelmesi nedeniyle insanlar aslında kan bağından öte bir akrabalığa sahip ve birbirini desteklemeli.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Ateizm Lehine Olumsallık Argümanı mı? – Jonathan David Garner

Sonraki Gönderi

Zarlarla Kumar Oynamak ve Geçişkenlik – Can Numan

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü