Nazizmin Semitik Akrabaları – Ege Aydın

/
626 Okunma
Okunma süresi: 10 Dakika

Filistin ve İsrail arasındaki çatışmaların bir iç savaşa ve bir intifada çağrısına evirilecek raddelere yükseldiği şu günlerde, özellikle Siyonist kesimler tarafından bırakın Filistin davasını sahiplenmeyi, İsrail rejiminin uygulamalarını eleştirmeye cüret edenlerin antisemitizmle yaftalandığını, bundan da öte Neo-Nazi olmakla itham edildiğini görüyoruz. Kimileri anti-siyonist olmayı antisemitik olmak ile özdeş görmek iddiasında. Türkiye’de ciddi bir antisemitizm problemi olduğunu ve bunun İsrail-Filistin meselesine bir şekilde bağlı olduğunu inkar etmiyoruz. Bu bakımdan Türkiye’de İsrail’i eleştirenlerin mühim bir kısmı gerçekten de antisemitik olabilirler.

Gelgelelim bu hiç kimseye, İsrail devletinin politikalarını veya Siyonizmi karşısına alan herkese adeta tanım gereği antisemitik veya Neo-Nazi yaftasını yapıştırma ehliyetini bahşetmez. Öyle görülüyorki, İsrail’e dair her eleştirinin öfkeli antisemitizm suçlamalarıyla karşılaşması, Batı toplumları için yeni bir şey değil. Benzer ithamların Alain Badiou[1] ve Achille Mbembe[2] gibi şovenizme karşı güç mücadelelere girişmiş aydınlara karşı yöneltildiğine sık sık tanık olunmuştur. Her ne kadar çeşitli süslü kelimelerin arkasına gizlenmeye çalışılsa da, özellikle Filistin meselesi bağlamında antisemitizm yaftasıyla yapılan karakter suikastlarının arkasında yatan mantık oldukça kaba sabadır:

Yahudi olan faşizan, Nazi, ırkçı, ayrımcı vs. olamaz çünkü tarihsel olarak bunlardan en çok çeken halk Yahudi halkıdır. İsrail ise bir Yahudi devletidir.

Dolayısıyla ulusal temellerde gerçekleşen bir çarpışmada faşizanlıkla, ırkçılıkla itham edilme piyangosu İsrail devletinin karşısında kim yer alıyorsa ona patlamaktadır. Özellikle popüler düzeydeki yayınlarda bunun neredeyse terimlerin ve kavramların tanımlarından çıkarılan analitik bir doğru muamelesi gördüğü izlenimine kapılıyorum. Oysa bunun böyle olmadığı birçok kişi için ortadadır.

Yahudi Halkının Çektiği Zulümleri Görmezden Gelmemek ve Sovyetler

Öncelikle belli başlı tarihsel gerçekleri teslim etmek gerekir. Yahudi halkı gerçekten de tarih boyunca en acımasızca ayrımcılıklara uğramış ve kendisine karşı en büyük suçlar işlenmiş halklardan biridir. Nazilerden önce de Avrupa’nın pek çok yerinde kuvvetli bir antisemitik hava mevcuttu. Örneğin Rusya’da 1917’ye kadar yer yer devletin de desteğiyle korkunç Yahudi karşıtı pogromlar gerçekleşiyordu. Bolşevik Devrimi’nin getirdiği “halkların kardeşliği” mottosu çerçevesinde ve Sovyet devletinin yoğun çabalarıyla, o tarihe kadar yüzbinlerce Yahudinin hayatına mal olmuş olan bu katliamların önüne geçmek mümkün oldu.[3] Şayet savaşı Kızıl Ordu yerine Beyaz Ordu kazansa idi, Sovyet coğrafyasının Holokost öncesi en büyük anti-semitik şiddet eylemi olmaya aday bir dizi pogromla sarsılması işten bile değildi[4]. Üstelik antisemitik kültür Çarlık Rusya egemenliği altında yaşayan halkların zihnine o kadar işlemişti ki, pek çok önder kadrosu Yahudi kökenli olan, Ukrayna Yahudisi Troçki[5] tarafından kurulan ve o zamana kadar antisemitizmle açıktan mücadele etmiş olan Kızıl Ordu’nun askerleri de 1918 yılıyla birlikte antisemitik pogromlara iştirak etmeye başlamışlardı[6]. Yaklaşık 20 sene sonra, Nazi orduları Sovyet ve Baltık topraklarını işgal etmeye başladığında bu ülkelerin nüfuslarının ciddi bir kesimi Nazilerle işbirliği yapmakla kalmamış, Nazilerin Yahudileri imha etmesine doğrudan yardımcı olmuşlardı. Hatta Naziler daha söz konusu topraklara giriş yapmadan, o bölgelerin yerel popülasyonu tarafından antisemitik şiddet eylemleri gerçekleştirilmeye çoktan başlamıştı[7]. Bugün bile Litvanya ve Letonya gibi pek çok ülkede, Holokosta doğrudan iştirak etmiş olan Nazi işbirlikçileri adeta şanlı birer kahraman olarak anılmaktalar[8].

Nazi zulmünde yetim kalan Yahudi çocuklar

İnsanlık tarihinin en büyük suçu olarak görülen Holokost – ya da Shoah- Yahudi halkına karşı işlenmiştir. Holokost genellikle işlenmiş diğer tüm suçlardan farklı ve özgün bir suç olarak görülür ki ben de bu fikri paylaşmaktayım. Sık sık “soykırım par excellence” olarak nitelendirilen Yahudi soykırımı, aynı zamanda soykırım kavramının uluslararası literatüre kazandırılmasındaki temel hadiseydi[9]. Büyük Yahudi düşünürü Zygmunt Bauman’ın da dediği gibi Holokost “bilimsel idareye dair ders kitabı seviyesinde bir örnekti”[10]. İmha kamplarıyla, mobil infaz mangalarıyla, hastalık ve açlıkla ve benzeri yöntemlerle kadın, çocuk veya yaşlı ayırt etmeksizin ve sadece Yahudi oldukları gerekçesiyle yaklaşık 6 milyon insan, 1941’ yılları arasında katledildi[11]. Sovyet topraklarında yaşayan 5.2 milyondan fazla Yahudinin 2.2 milyonu Naziler tarafından vahşice öldürüldü. [12] Holokost gerçekten de insanlık tarihinde eşi korkunçlukta bir kötülük ve suçtu.

Gelgelelim ahlaki olarak Holokostun eşi görülmemiş bir suç olması, onun kavranamaz olduğu, analitik olarak başka olaylarla karşılaştırılamaz olduğu, veya herhangi bir öncülü olmaksızın gökten düştüğü anlamına gelmez. İnsanlık tarihindeki hiçbir olay ve hiçbir hareket öncülsüz değildir. Nazizmin ve Holokostun kökenlerine ufak bir bakış ise, onun kategorik olarak “Yahudilik” içeren her şeyi dışladığını değil, tam tersine ilginç bir şekilde bugünün İsrail devletinin politikalarıyla ve siyonizmin en azından sağ kanadıyla bir akrabalık bağına sahip olduğunu göstermektedir. Nasıl mı? Açıklayalım.

Semitik Akrabalık

Nazizmin merkezinde yer alan kavramlardan birisi de yaşam alanı (lebensraum) kavramıdır. Nitekim Nazizm, özünde, Batı sömürgeci geleneğinin bir parçası olmakla birlikte Doğu Avrupa’ya yönelik bir “yerleşmeci sömürgecilik” (settler colonialism) projesidir[13]. Adolf Hitler’in Doğu Avrupa’ya doğru genişleme projesinin en büyük ilham kaynaklarından birisi Britanya İmparatorluğu’nun Hindistan’ı acımasızca sömürmesi iken[14], bir yandan da Amerikan yerlilerinin imhasından ve Avrupalıların yerlilerin boşalttıkları yerlere yerleşerek batıya doğru genişlemesinden ilham almaktaydılar[15]. Adolf Hitler de Mein Kampf’ında Almanya’nın geleceği için Doğu Avrupa’ya yönelik bir yerleşmeci kolonyalizmi tercih ettiklerini açıkça ortaya koyuyordu[16]. Nazizmin önce Yahudileri ortadan kaldırıp daha sonra da Doğu Avrupa’nın aşağı görülen ırklarını köleleştirerek veya imha ederek Almanlar için yaşam alanı kazanma ufku, bu uğurda gerekirse 30 milyon insanı etkileyecek bir kıtlık yaratma planları[17] aslında o kadar da yeni şeyler değildi. Zira yerli halkların fiziki veya kültürel eliminasyonu her zaman yerleşmeci sömürgeciliğin yaygın görülen bir özelliği veya bir sonucu olmuştur[18].  Bugünün İsrail’i ve bugünün Siyonizm’i ise yerleşmeci sömürgecilik için eşsiz bir modeldir. Siyonizm ve İsrail kendisini Yahudiler için bir ulusal kurtuluş projesi olmaktan çok, Yahudiler tarafından doğunun kolonizasyonu ve Filistinlilerin ele geçirilecek topraklarda şu veya bu şekilde yokluğu üzerine inşa etmiştir. Bu bakımdan İsrail projesi, yerleşmeci sömürgeciliğin tipik bir örneğidir[19]. Dolayısıyla Nazi ideolojisiyle Siyonist proje arasında, en azından modern İsrail devletinde cisimleştiği veya sağcı versiyonlarınca temsil edildiği ölçüde, bir akrabalık olduğunu ve bu akrabalığı oluşturan unsurların Nazi rejiminin en yüz kızartıcı suçlarıyla ilişkili olduğu, her ne kadar Nazi rejiminin suçlarıyla kıyaslanamayacak olsa da yine yüz kızartıcı olan kriminal eylemlerin İsrail rejimi tarafından Filistin halkına karşı gerçekleştirildiği görülmektedir.

Kaldı ki faşizmin –ve hatta Nazizm’in- “Yahudi olmayan”a ait bir kategori olarak resmedilmesi, veya bunun çeşitli akıl yürütme süreçleriyle ima edilmesi, gerek Yahudi siyasi hayatının gerekse de faşist hareketlerin tarihine yapılacak ufak bir bakışla yerle bir olacaktır. Örneğin “revizyonist Siyonizm” olarak bilinen ve radikal sağda sınıflandırılan hareket, Siyonist hareket içerisinde kısa denilebilecek bir zamanda önemli yer edinmiş[20], bu hareketin belirli fraksiyonları ise açıktan ve doğrudan faşist prensipleri benimsemişlerdir. Mesela, revizyonist Maksimalistler olarak bilinen bir grup, Mussolini’nin faşist rejiminin sıkı destekçileri olmuş ve faşist prensipler üzerine inşa edilecek bir Yahudi devletini savunmuşlardır[21]. Bu hareketin önderlerinden olan Abba Ahimeir, her ne kadar bu kendisi için siyasi intihar rolü oynamışsa da, başlangıçta anti-komünist tavrı sebebiyle Hitler’i destekleyecek kadar ileri gitmiştir. Diğer yandan dikkat çekici bir şekilde, geçtiğimiz yüzyılın faşist hareketleri, hiçbir zaman Yahudilere karşı birbiriyle tamamen tutarlı tavırlar takınmamışlardır. Örneğin Mussolini liderliğindeki İtalyan faşistleri 1933’e kadar kesin bir şekilde, 1933’ten 1938’e kadar ise ikircikli bir şekilde kendilerini antisemitizmden uzak tutmuşlardır. Fransız faşist gruplarının bir kısmı antisemitik olmakla birlikte içlerinde hatırı sayılır sayıda ve büyüklükte gruplar antisemitizmi reddetmiş, aynı şekilde Britanya’nın faşizan hareketleri de 1936’ya kadar antisemitik bir tutum almamışlardır[22]. Dolayısıyla faşizmin Yahudilik unsurunu kategorik olarak dışladığından, ya da faşizmin antisemitizme özdeş olduğundan bahsetmek tarihsel olarak da mümkün değildir. Egemen ve saldırgan unsuru “Yahudilik” üzerinden tanımlanan bir toplumsal proje de, gerek faşizme ve aşırı sağa yakınlığı üzerinde, gerekse de –ve daha önemli olarak- yerleşmeci sömürgeci bir proje olması yönünden Nazizm’le akrabalık taşıyabilir. İsrail’in ve günümüz Siyonizminin durumuna bakıldığında, İsrail’e yönelik her eleştiriyi ve Filistin davasına dair her türlü desteği antisemitizm ve Nazizmle itham eden koyu Siyonistlerin aslında rakiplerini ait olmakla itham ettikleri geleneğe rakiplerinden çok daha yakın olduklarını söylemek mümkündür.

Nazizm’in karakteristik özelliklerinden biri de hiçbir uluslararası hukuku tanımamaları, imzaladıkları anlaşmalara riayet göstermemeleri, temel insan haklarını yok sayarak savaş suçu işlemeleri ve sık sık çözümü askeri yöntemler de aramalarıydı. Suikastlar ve hapse atmalar iktidara geliş süreçlerinde ve sonrasında en çok başvurdukları yollardan biriydi. Böylesi suçları işlemiş bir çok devlet olabilir, bilhassa antidemokratik uygulamaların yerleşik hale geldiği ülkeler; fakat hiçbiri İsrail kadar çok bu yöntemlere başvurmamıştır. İsrail 1948’den günümüze dek giriştiği eylemleri düşünün; BM İsrail’i kaç kez kınamıştır? Eline hiç silah almamış sivil muhalifler olarak Naci el Ali gibi kaç karikatürist ve Gassan Kanafani gibi kaç edebiyatçı/politikacı MOSSAD tarafından suikaste kurban gitmiştir? (MOSSAD bu saldırıları sahiplenmiştir.) İsrail’in tahammülsüz politikaları bununla kalmaz, ABD’deki Normal Finkelstein gibi isimler antisiyonist fikirlerinden dolayı üniversiteden dahi kovulmuştur. Tahammülsüz ve şiddet tekeli Nazizim ile Siyonizm’in en belirgin akrabalık ilişkisidir. Diğer yandan böylesi ifadeler kullanırken geçmişte öldürülen İsrailli diplomat veya sivilleri görmezden gelmiyoruz; fakat gün yüzünde bir orantısız güç ve şiddet olduğu açıktır. Şiddet yanlısı askeri bir devlet ile devletsiz ve Hamas, El Fetih, FHKC arasında bölünmüş bir halkın karşı karşıya gelmesinden söz ediyoruz. Bugün burada olan şey iki devletin savaşı değildir.

Filistin halkının acısına duyarlılık göstermemiz gerekiyor ve bunu yaparken de antisiyonizm ile antisemitisizmi birbirine karıştırmamalıyız. Refah, mutluluk, demokratik haklar ve özgür bir yaşam Yahudi halkının olduğu kadar Filistin halkının da hakkıdır. İki halkın birbirinden nefret etmediği ve birbirini öldürmek için can atmadığı bir dünya için tüm şiddet yanlısı radikal İslamcı politikaları reddederken aynı şekilde, Nazizm’in semitik akrabası olan Siyonizm’i de reddetmeliyiz.


Bu içerik yazarın görüşlerini ifade etmekte olup Öncül Analitik Felsefe Dergisi’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.


Yazar: Ege Aydın

Site Editörü: Taner Beyter

Kaynakça

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Willard Van Orman Quine: Analitik/Sentetik Ayrımı – Stefanie Rocknak (Internet Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Edward Feser’ın İlahi Gizlilik Argümanı’na Yönelik Başarısız Eleştirileri – Jonathan David Garner

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü