Çizburger Etiği – Eric Schwitzgebel

Profesyonel etikçiler iyi insanlar mıdır? Yaptığımız araştırmaya göre, tam olarak değiller. Hal böyleyse etik öğrenmenin amacı nedir?

/
809 Okunma
Okunma süresi: 21 Dakika

Felsefenin sorguladığı klasik sorular, yedi yaşındaki bir çocuğun anlayış sınırlarının ötesinde değildir. Eğer tanrı varsa, neden kötü şeyler yaşanıyor? O kapalı kapının ardında hala bir dünyanın var olduğundan nasıl emin olabilirsin? Öldüğümüz zaman sadece çamura dönüşecek maddelerden mi oluşuyoruz? Eğer cezalandırılmayacak olsaydın, insanları sırf eğlencesine öldürüp soyar mıydın? Tüm bu sorular doğal. Zor olan ise cevapları.

Sekiz sene önce, profesyonel etikçilerin ahlaki davranışları üzerine bir dizi deneysel çalışmaya yeni başlamıştım. O zamanlar yedi yaşında olan oğlum Davy, arabanın çocuk koltuğunda oturuyordu. ‘Bu konuda sen ne düşünüyorsun, Davy?’ diye sordum ona. ‘Neyin adil ve iyi olduğu hakkında çokça düşünen kişiler, diğer insanlardan daha ahlaklı mı davranır?’ Adil olmaya daha mı yatkınlar? İyi davranışlar sergileme ihtimalleri daha mı yüksek?’

Davy hemen cevap vermedi. Dikiz aynasından bana bakan gözlerini yakaladım.

“Hep adil olmaktan ve paylaşmaktan bahseden çocuklar, çoğunlukla senin de onlara karşı adil olmanı ve onlarla paylaşmanı isterler.” dediğini hatırlıyorum Davy’nin.

Bir etikçi ile tanıştığımda -etikçi derken, etiği öğretmek ve araştırmak üzerine uzmanlaşmış bir felsefe profesörünü kastediyorum- başka alanların profesörlerinden farklı davranıp davranmadıklarını sormak alışkanlığımdır. Çoğu bu soruya hayır cevabını verir.

Konunun daha derinine ineceğim: Neden olmasın? Düzenli olarak ahlak üzerinde düşünmenin kişinin davranışlarına bir tür etkisi olması gerekmez mi? Öyle olacakmış gibi durmuyor mu?

Şaşırtıcı bir şekilde, az sayıda profesyonel etik profesörü bu soruya kafa yormuş gibi görünüyor. Profesörler bana ciddiyetsiz gelen ya da kolayca çürütülebilecek cevaplar verirler ve açıklamaları istendiğinde ekleyecek bir şeyleri olmaz. Akademik etiğin tamamen soyut sorunlar ve tuhaf bulmaca vakaları hakkında olduğunu, günlük yaşamla hiçbir ilgisi olmadığını söylerler- bu iddianın yanlış olduğu birkaç örnekle kolayca gösterilebilir: Aristoteles’in erdemli olmak, Kant’ın yalan söylemek ve Singer’ın bağış yapmak hakkındaki görüşleri.

Diyorlar ki, “Ne yani, bilgi kuramcıların daha fazla bilgiye sahip olmasını mı bekliyorsun? Ya da doktorların sigara içme olasılıklarının daha düşük olacağını mı?” Ben de ampirik kanıtların, doktorların benzer sosyal ve ekonomik geçmişe sahip doktor olmayan bireylere göre daha az sigara içtiğini gösterdiğini söyleyeceğim. Belki bilgi kuramcılar daha fazla bilgiye sahip değildir, ancak umuyorum ki feminizm alanında uzmanlaşmış olanların daha az cinsiyetçi davranış sergileyecektir –ve eğer sergilemezlerse, bu ilginç bir bulgu olurdu-  Profesyonel uzmanlık alanı ve kişisel hayat arasındaki ilişkilerin farklı durumlarda farklı şekillerde vuku bulabileceğini düşünüyorum.

Mesleğimizin bu konu hakkında söyleyecek pek bir şeyinin olmaması bana tuhaf geliyor. Martin Heidegger’ı Naziliği için eleştiriyoruz ve Nazizminin diğer felsefi görüşleri ile ne kadar derinden bağlantılı olduğunu merak ediyoruz. Ancak aynayı kendimize çevirme gereği duymuyoruz.

Aynı sorunlar ruhban sınıfında da ortaya çıkıyor. 2010 yılında çalışmalarımdan birini İskoçya Konfüçyüs Enstitüsü’nde sunuyordum. Sonrasında, bir değil iki piskopos bana yaklaştı ve onlara ruhban sınıfının ortalama olarak sıradan insanlara göre daha iyi, aynı ya da daha kötü davranıp davranmadıklarını sordum.

“Neredeyse aynı davranıyorlar.” dedi biri.

“Daha kötü!” dedi bir diğeri.

Din öğretimindeki yoğun pratiklerine ve ahlaki söyleşilerine rağmen hiçbir din adamı, bana din adamlarının ortalama olarak sıradan insanlara göre ahlaki açıdan daha iyi davrandığını dile getirmedi. Belki de bu alçakgönüllülük meslekleri öyle olmalarını gerektirdiği içindir. Ancak konuşmalarında, kulağa içten bir hayal kırıklığı gibi gelen bir şey duyuyorum: tam tersinin olacağını umarak papaz okuluna giden genç bir adamın kalıntılarını.

Çoğunlukla Stetson Üniversitesi’nden filozof Joshua Rust ile iş birliği içinde yaptığım bir dizi deneysel çalışmada, etik profesörlerinin ahlaki tutumlarını deneysel yollarla inceledim. Bildiğim kadarıyla, bu konuyu Josh ve benden başka kimse sistematik olarak incelememişti.

Çalışmamızda baktığımız ölçütler ise bunlardı: seçimlerde oy kullanmak, anneyi arayıp hal hatır sormak, memelilerin etini tüketmek, hayır kurumlarına bağış yapmak, yerlere çöp atmak, felsefe sunumları sırasında rahatsız edici bir şekilde fısıldaşmak ve kapıyı çarparak dışarı çıkmak, öğrenci e-maillerine cevap vermek, konferanslara kayıt ücretini ödemeden katılmak, organ bağışı yapmak , kan bağışı yapmak, kütüphane kitabı çalmak, kapsamlı bir şekilde kişisel izlenimlere dayanarak meslektaşlarını ahlaki olarak değerlendirmek, anket sorularına dürüstçe cevap vermek, 1930’lar Almanya’sında Nazi partisine katılmak.

Açıkça görülüyor ki bazı ölçütler diğerlerinden daha dikkate değer. Bu ölçütler, göreceli abesliklerden (yerlere çöp atmak), hayati kararlara (Nazi’lere katılmak), yabancılara yapılan katkıdan (kan bağışı), kişisel ilişkilere (anneyi aramak) kadar çeşitlilik gösteriyor. Ölçütlerimizden bazıları öz-bildirime dayanıyor (yani etikçilerimizin annelerine en son ne zaman arandıklarını sormadık).

Etikçiler daha iyi davranışlar sergilemiyorlar ancak bütünüyle daha kötü de davranmıyorlar.

Bununla birlikte, çoğu veri doğrudan gözlemseldi, meslektaşların tanıklığından veya arşiv verilerinden elde edilmişti. Bazı durumlarda hem kişisel raporlarımız hem de daha objektif verilerimiz vardı. Örneğin, filozofların kendi bildirdikleri oy oranlarını, gerçekte oy verip vermediklerini ve ne sıklıkla oy verdiklerini gösteren eyalet kayıtlarıyla karşılaştırabildik. Etikçilerin davranışlarıyla ilgili öz bildirimlerinin, diğer grupların öz bildirimlerinden daha fazla veya daha az doğru olduğuna dair hiçbir kanıt bulamadık.

Etikçiler daha iyi davranışlar sergiliyor gibi görünmüyorlar. Etik profesörlerinin tümünün, karşılaştırma grubumuzdaki başka profesörlerden ölçütlerimiz dahilinde daha iyi davranışlar sergiledikleri sonucuna hiç ulaşmadık ancak bütünüyle daha kötü de davranmıyorlar (İkincil ölçütler için bazı karışık sonuçlar var.)  Çoğunlukla etikçiler, başka alanlarda uzmanlaşmış profesörlerden –mantıkçılar, kimyagerler, tarihçiler, yabancı dil eğitmenleri- farklı davranmıyorlar.

Bununla birlikte etikçiler bazı konularda, özellikle vejetaryenlik ve bağış yapmak hususlarında daha sıkı normlar benimsiyorlar. Vejetaryenlik konusundaki sonuçlarımız ise bilhassa çarpıcıydı. Beş ABD eyaletinden profesörlerle yapılan bir ankette, ahlakbilimci katılımcıların yüzde 60’ının ‘düzenli olarak sığır ve domuz gibi memelilerin etini yemeyi’ ‘ahlaki açıdan çok kötü’ ile ‘ahlaki açıdan çok iyi’ arasında değişen dokuz kısımlı bir ölçeğin ‘ahlaki açıdan kötü’ tarafında bir yerde derecelendirdiğini gördük.

Aksine, felsefe profesörü olmayanların yalnızca yüzde 19’u bunu kötü olarak değerlendirdi. Bu oldukça büyük bir fikir ayrılığı! Etik profesörü olmayan profesörler yüzde 45’lik oran ile orta düzeydeydiler. Ancak daha sonra, son öğünlerinde bir memelinin etini yiyip yemediklerini sorduğumuzda, grupların yanıtlarında önemli bir fark bulamadık. Tüm gruplardan profesörlerin yaklaşık yüzde 38’i, memeli eti yediğini beyan etti (etikçilerin yüzde 37’si dahil olmak üzere.).

Sonuçlar bağış konusunda da benzer.  Aynı ankette katılımcılara, tipik bir profesörün gelirinin yüzde kaçını, eğer bir gelirleri varsa, bağışlaması gerektiğini ve sonra geçen sene bu gelirin yüzde kaçını bağışladıklarını sorduk. Etikçiler en katı standardı benimsedi: diğer iki grubun verdiği oran yüzde 5’ken, onların ortalama önerileri yüzde 7’ydi. Ancak etikçiler, filozof olmayanlara göre hayır kurumlarına daha fazla bağış yaptıklarını beyan etmediler. Bu oran iki grup için de yüzde 4’tü.

Anketlerimizin yarısına onları tamamlamaları için teşvik edici hayırseverlikler eklemek (listeden seçtikleri hayır kuruluşuna yapılacak 10 dolarlık bir bağış sözü) bile etikçilerin anketi tamamlama oranını arttırmadı. İlginç bir şekilde, ahlakbilimci olmayan filozoflar hayır kurumlarına en az bağış yapanlar olduklarını bildirmelerine rağmen (yüzde 3) anketimize hayırseverlik teşviki eklendiğinde fark edilir derecede yüksek oranlarda yanıt veren tek gruptu.

Ahlakbilimcilerin eğitimleri sonucu, özellikle ahlaki bakımdan daha iyi davranmalarını, ya da en azından benimsedikleri ahlaki normlara daha uygun davranmalarını beklemeli miyiz?

Belki de “hayır”cephesini savunabiliriz. Şu düşünce deneyine bir göz atın:

Bir etik profesörü, Peter Singer’ın vejetaryanizm hakkındaki görüşlerini üniversite öğrencilerine anlatır. Bu görüşleri doğru bulduğunu ve ona göre de et yemenin ahlaki bakımdan yanlış olduğunu belirtir. Ders biter ve bir çizburger için kafeteryaya gider. Bir öğrencisi ona yaklaşır ve profesörün et yemesinden duyduğu şaşkınlığı dile getirir.  (Vejetaryanizmi bir sorun olarak örnek vermek hoşunuza gitmiyorsa, başka bir örnek iş görebilir: Evlilik içi sadakat, bağış yapmak, mali dürüstlük, güçsüzlerin yanında olabilmek.)

‘Neden şaşırdın’ diye sorar etikçimiz. ‘Evet, bu lezzetli çizburgerin tadını çıkarmak benim için ahlaken yanlış. Bununla birlikte, bir aziz olma gayesinde değilim. Sadece etrafımdakiler kadar ahlaken iyi olmayı arzuluyorum. Neredeyse herkes et yiyor. Neden yanlış olsa bile diğerleri yerken bu zevkten mahrum kalayım? Dahası, sırf ahlakbilimci olduğum için beni daha yüksek ahlaki standartlarda kabul etmek haksızlık olur. Ben de diğer profesörler gibi öğretmek, araştırmak ve yazmak için maaş alıyorum. İyi ve kötü, doğru ve yanlış hakındaki entelektüel argümanları değerlendirirken bilimsel yeteneklerimi kullanmam için bana maaş veriyorlar. Eğer bir rol model gibi yaşamamı istiyorsanız, bana daha çok para vermelisiniz!”

‘Ayrıyeten’ diye devam eder, ‘eğer etikçilerin benimsedikleri ahlaki normlara göre yaşamalarını istersek, bu durum ahlakbilim alanında büyük bir baskı yaratır. Öğrettiği şekilde yaşamak zorunda hisseden bir etikçi, zengin insanların paralarının çoğunu hayır kurumlarına bağışlaması ya da sadece sınırlı bir alt kümeden beslenmek gibi oldukça fazla özveri isteyen kararlardan kaçınmak isteyecektir. Profesyonel etikçilerin akademik araştırmalarını kişisel seçimlerinden ayırmak, argümanlarını daha objektif bir şekilde değerlendirmelerine imkân verir. Eğer kimse bizden akademik görüşlerimize uygun yaşamamızı beklemezse, ahlaki gerçekliğe ulaşmaya daha da yaklaşırız.’

‘Eğer öyleyse,’ diye cevap verir öğrenci, ‘bir çizburger siparişi vermek benim için de ahlaken uygun mudur?’

Thomas Jefferson büyük bir insandı. Kendi yaşam tarzını ahlaken tiksindirici olarak tanımlayabilme cesaretine sahipti.

‘Hayır! Beni dinlemiyor muydun? Bu ahlaken yanlış olur. Az önce itiraf ettiğim gibi, bu benim için de ahlaki açıdan yanlış bir davranış. Çizburger yerine avokado ve Brüksel lahanası yemeni öneririm. Umarım Singer’ın argümanları ve benimkiler, et yemenin çevreye ve hayvanlara verdiği zararlardan kalıcı olarak arınmış bir kültür yaratılmasına yardımcı olurlar.

Öğrencinin buna cevap verdiğini hayal ediyorum, ‘Bu bana Thomas Jefferson’ın köle sahipliğine karşı olan tutumunu1 anımsattı.’ Belki de öğrenci siyahidir.

‘Olabilir. Jefferson büyük bir insandı. Kendi yaşam tarzını ahlaken tiksindirici olarak tanımlayabilme cesaretine sahipti. Vasatlığını kabullendi ve baştan savma argümanlarla sorununu hasıraltı etme isteğine direndi. Al bakalım, bir patates kızartması ye.’

Bu görüşe çizburger etiği olarak adlandıralım.

Eğer istersek, ahlaken; her birimiz olduğumuzdan daha iyi hale gelebiliriz. Küresel standartlara göre zengin olan bizler için izlenecek yol belli: lükse daha az harcama yapmak ve birikimlerimizi hayır işine bağışlamak. Eğer küresel standartlara göre zengin değilseniz bile, iflasın eşiğinde olmadığınız sürece, başkalarına yardım etmek için daha fazla zaman ayırabilirsin. Nezaketimizin fayda sağlayacağı insanlara iyi davranmanın birçok yolu var ve bu yolları görmek zor değil.

Peter Singer (1946-….)

Ve hala, çoğumuz bunun yerine ahlaki sıradanlığı tercih ediyoruz. Ahlaki açıdan iyi olmayı deneyip başarısız olduğumuz için ya da sıradan olmamak için iyi bahanelere sahip olduğumuzdan değil, çoğumuz aslında sıradanlığı hedefliyoruz. Çizburger etikçimiz belki de bu konuda alışılmadık biçimde kendine karşı dürüsttür. Etrafımızdakilerin olduğu kadar ahlaken iyi olmayı istiyoruz. Diğerleri hile yapar ve sonucundan paçayı sıyırırsa, biz de aynısını yapmak istiyoruz. Biz iyilik namına acı çekerken, diğerlerinin gülerek ahlaksızlıklarından fayda sağlamalarını istemiyoruz. Eğer ahlaken iyi bir yaşam rahatsız edici ve nahoşsa; diğerlerinin yapmadığı tekrarlanan, acı verici, karşılığını almadığımız fedakarlıkları içeriyorsa böyle bir hayatı istemiyoruz.

Son zamanlarda ahlaki psikoloji üzerine yapılan ampirik çalışmalar, özellikle Arizona Eyalet Üniversitesi’nde fahri Profesör Robert B. Cialdini tarafından yapılanlar, bu genel eğilimi doğruluyor gibi görünüyor. İnsanlar, diğerlerinin takip ettiğini gördükleri normlara daha çok uyarlarken, diğerlerinin ihlal ettikleri normlara daha az uyuyorlar. Ayrıca, ‘ahlaki öz yetkilendirme’ kavramı üzerine yapılan deneysel araştırmalar, bir olayda iyi davranış sergileyen insanların bunu bir sonraki seferde daha az iyi davranmak için bir bahane olarak kullandıklarını öne sürmekte. Etrafımızdaki insanlara bakınıyor ve ‘eh işte’ olmayı hedefliyoruz.

Bu durumda, ahlaki düşünüm ne işe yarar? Şöyle düşünebiliriz: belki de bize, seçtiğimiz ahlaki vasatlık düzeyine daha iyi bir şekilde uyum sağlama gücü veriyordur. Örneğin, kanepede oturuyorum ve karım sofrayı toplarken ben dinleniyorum. Oturmaya devam etmektense yardım etmenin ahlaki açıdan daha iyi olacağını biliyorum. Ama yardım etmemek benim için tam olarak ne kadar kötü olabilir? Oldukça kötü mü? Birazcık kötü mü? Çok kötü bir davranış değil, ancak fazlasıyla tembel hissetmeyip yardım etseydim olacağım ‘iyi’ kadar da iyi değil mi? Aklımı meşgul eden sorular bunlar. Çoğu durumda neyin iyi olduğunu zaten biliyoruz. Bunu anlamak için özel bir çaba veya beceri gerekmiyor. Çok daha ilginç ve pratik olan ise, rahatlığımızdan ne kadar ödün vererek ahlaken doğru olanı yapacağımız sorusudur.

İyiliği mutlak değil, yalnızca göreceli standartlara göre hedeflediğimizin genel olarak doğru olduğunu varsayalım. Öyleyse, ABD’li etikçilerin çoğunun düşündüğü gibi, et yemenin ahlaki açıdan kötü olduğunu fark etmenin etkisi ne olabilir? Sadece diğerlerinin olduğu kadar, fazlasını gözetmeden iyi olmaya çalışıyorsanız, çizburgerlerin tadını çıkarmaya devam edebilirsiniz. Davranışınız hiç de değişmeyebilir. Değişecek olan şudur: Sizinki de dahil olmak üzere neredeyse herkesin bu davranışına daha kötü bir gözle bakarsınız.

Başkalarının değişeceğini umabilirsiniz. Genel bir toplumsal değişimi de savunabilirsiniz, ancak bu değişime ön ayak olmak istemeyeceksiniz. Jefferson’ın yaptığı gibi belki.

Bir etik konferansından sonra, önde gelen bir etikçiyle pahalı bir restoranda akşam yemeğinin tadını çıkarıyordum. Bu fikirleri onun üzerinde denedim.

“B+ almak,” dedi. “Hedefim bu yönde.”

B+ kulağa hoş geliyor diye düşündüm, ama dışımdan söylemedim. Belki benim de ahlaki olarak hedeflediğim not budur. Beyaz, orta sınıf üniversite mezunu Kuzey Amerikalıların büyük ahlaki eğrisindeki B+. Bırakalım da A’ları diğerleri alsın.

Sonra düşündüm ki, B + ‘yı hedefleyen çoğumuz muhtemelen bu notun çok gerisinde kalacağız çünkü sadece kendimizi kandırıyoruz. İşte ben, çocuğumdan yine uzakta, geceliği 200 dolarlık güzel bir otelde iyi finanse edilmiş bir konferanstayım. Böylece bir filozof olarak yükselen prestijimi besleyip tadını çıkarabilirim. Nasıl biriyim ben? Nasıl bir babayım? B+’lık bir baba mıyım?

(“Ah, ama bu mazur görülebilir!” dediğimi duyuyorum kendimin. Ben çocuklar için başarılı bir kariyer ve bağımsızlık modeliyim. Ahlak da o kadar da emek isteyen bir şey değil. Ayrıca felsefi çalışmalarım kamu yararına katkı sağlıyor ve biraz da hayır kurumlarına bağış yapıyorum, bunlar yeterli olmalı. Ayrıca bu tarz şeyleri yapmasaydım ümidimi kaybederdim, bu da beni bir baba ve etik profesörü olarak daha kötü yapardı. Artı olarak, bunu kendime borçluyum. Ve… Vay be, bir kez daha düşününce yapmak istediğim şey ile etik olarak en iyi şey birbirlerine ne kadar düzgün bir biçimde uyuyorlar.)

Doğu ve batının antik filozofları ve dini bilgelik geleneklerinin büyük ahlaki vizyonerleri çizburger etikçisini ilginç bulacaktır. Çoğu, etik ile ilgilenmenin temel amacının kendini geliştirme olduğunu varsaydı. Çoğu, filozofların sözleriyle olduğu kadar eylemleriyle de yargılanacağını da kabul etti. Büyük bir filozof bir rol modeliydi ya da öyle olmalıydı. İyi yaşanmış bir hayatı temsil eden bir örnek olmalıydı. Sokrates, baldıran otu zehrini içerken de diyaloglarında öğrettiği kadar şeyi öğretti. Konfüçyüs doğruculuğuyla, Buda zenginliği reddetmesiyle, İsa’nın havarisinin ayağını yıkamasıyla bu filozoflar, ilkeleri ile öğrettikleri şeyleri bizzat yaparak da bize gösterdiler. Sokrates şunu söylemiyor, “Etik olarak benim için doğru olan şey bu baldıran otu içmek olurdu, ancak onun yerine kaçacağım!” (Belki bunu söyleyebilirdi, ama o zaman kendisi farklı bir model olurdu.)

Kendisini bilge bir yaşam modeli olarak sunan herhangi bir 21. yüzyıl filozofundan şüphelenirdim. Günümüzde filozof olmak böyle bir şey değil ve kendini bilge olarak kabul edenler çoğunlukla yanılıyorlar. Yine de, eski filozofların çizburger etikçisinin yanlış anladığı bir şeyi doğru yaptığını düşünüyorum.

Belki de olay şudur: Önceki nesillerin dünyayı ahlaki olarak anlamak ve ifade etmeye yönelik en iyi denemelerine ulaşabiliyorum. Hatta eski filozoflara göre bazı avantajlara sahip gibiyim, çünkü bana karşılaştırma yapabileceğim yazılı eserler ve yazılı felsefe geleneklerine sahip birkaç farklı kültür bırakmış daha çok jenerasyon var. Küresel standartlara göre oldukça cömert bir şekilde, zamanımın büyük bir bölümünü etik hakkında düşünmeye ayırmam için maaş alıyorum. Bu harika fırsatla ne yapmalıyım? Bu fırsatı bir şeyler yayımlamak, meslektaşlarımdan övgü almak ve aynı zamanda daha yüksek bir maaş için mi kullanmalıyım? Hayhay. Yedi yaşındaki oğlumun da gözlemlediği gibi, bunu başkalarının bana daha iyi davranması için bir araç olarak mı kullanmalıyım? Tamam, sanırım bazen böyle de yapıyorum. Diğer insanların davranışlarını dünyayı genel olarak daha iyi bir yer yapacak şekilde şekillendirmeye çalışmak için mi kullanmalıyım? Bu fırsatın, gücünün ve güzelliğinin tadını mı çıkarmalıyım? Evet bu şeyler de var tabii.

Kuvvetli bir etik anlayışına sahip olmak onu yaşamayı gerektirir.

Ama aynı zamanda, bunu kendimi ahlaki olarak şu anda olduğumdan biraz daha iyi hale getirmek için kullanmamak israf gibi görünüyor. Çizburger etikçisi hakkında sinir bozucu bulduğum şeylerden ikisi, vasatlığıyla ilgili çok rahat görünmesi ve felsefi araçlarını kendini geliştirmek için kullanma konusunda çok ilgisiz olması. Muhtemelen, doğru şekilde yaklaşılırsa, büyük ahlaki felsefe gelenekleri, ahlaki açıdan daha iyi insanlar olmamıza yardım etme potansiyeline sahipler. Ama çizburger etiğinde bu potansiyel bir kenara atılıyor.

Çizburger etikçisi, entelektüel başarısızlığı da göze alır. Felsefi bir öğretiye gerçek bir bağlılık, onu yaşamak için bazı adımlar atmayı gerektirir. Kantçı ahlaki dürüstlüğe, Mohizmci yahut Budist tarafsızlığa ya da Hristiyan merhametine doğru kişisel adımlar atan ya da en azından atmayı deneyen kişi yalnızca entelektüel düşünüm yoluyla kolayca elde edilemeyen öğretiler hakkında bir tür pratik içgörü kazanır. Kuvvetli bir etik anlayışına sahip olmak onu yaşamayı gerektirir.

Dahası, soyut öğretiler bir dizi somut örnekler ile ilişkilendirilmezlerse belirli bir içerikten yoksun olurlar. “Herkese saygıyı hak eden ahlaki denklikteki bireyler olarak davranın.” öğretisini düşünün. Bu norma nasıl uyarız ya da nasıl uymayız? Sadece normların örnekler arasında nasıl vuku bulduğunu anladığımızda onları gerçekten anlarız. Normlarımızla yaşamak ya da yaşamaya çalışmak, örneklerle büyük ölçüde somut bir yüzleşmeyi zorunlu kılar. Ahlaki vizyonunuz, hayat tarzınızın büyük ölçüde bağlı olduğu köleleri özgürleştirmenizi gerçekten gerektiriyor mu? Maaşınızı bağışlamayı ve bir daha asla pahalı bir tatlının tadını çıkarmamanızı istiyor mu? İnsanlarınız haksız yere baldıran otu zehri içmenizi isterlerse, ahlaki vizyonunuz bunu yapmanızı gerektirir mi?

Bence, bunu düşünmeyi bıraktıklarında, çok az sayıda profesyonel etikçi gerçekten çizburger etikçisidir. Etik düşüncelerimizin bizi ahlaki olarak biraz iyileştirmesini istiyoruz. Ancak sorun şu ki, ahlaki olarak sadece azıcık daha iyi olmayı istiyoruz. Etrafımızdaki insanlara baktığımız zaman ahlaki olarak gevşiyoruz. Kendimizi ahlaki bir derecelendirme eğrisi üzerinde puanlandırıyoruz ve A yerine B+ almayı hedefliyoruz. Ve aynı zamanda, hareketlerimizi rasyonalize etme ve onlara bahane uydurma işinde çok iyiyiz- belki de elimizde daha fazla etik teori vardır. Neredeyse başladığımız yerde, ortalama bir şekilde, sosyal çevremizin diğer üyeleriyle aşağı yukarı aynı şekilde davranarak yaşıyoruz.

O zaman, ‘A+’ yı mı hedeflemeli miyiz? Kendime karşı dürüst olmak gerekirse, bu hedefe giden yolun benden isteyeceğine emin olduğum özveriyi istemiyorum. En azından B + ‘ dan biraz daha yükseği mi hedeflemeliyim? Tam bir aziz olmasalar bile, azimle meslektaşlarımdan ahlaki açıdan daha iyi olmayı (A ya da belki A- almayı) hedeflemeli miyim? Kendimi fevkalade ahlaki mükemmeliyete ulaştırma ihtiyacının beni geliştireceği kadar; kendimi kandırmamı, bahane üretmemi ve ahlaki yetkilendirmemi de artıracağından endişe duyuyorum.

Evet, ileride bunu yapacağım – Hayır, bugün yapacağım! Ancak ben zaten kendime olan dargınlığımın arttığını hissediyorum ve henüz bu konuda bir şey yapmadım. Belki de bu dargınlıktan ‘vasatlık’ algımı yukarı doğru çekerek kurtulabilirim. Kendimi benzer düşünen akranlarımla çevreleyerek yeniden kalibre etmeyi deneyebilirim. Ancak ahlaki açıdan aşağı olduğunu düşündüğüm kişilerle arkadaşlık etmekten kaçınmak, gerçekten ahlaki açıdan iyi olan bir insandan çok

İlerleyeceğim yolu tam olarak göremiyorum ama şimdi bu düşüncenin de bir bahane olmasından endişeliyim. Hiçbir şey başarıyı garantileyemez, bu yüzden (üf!) alışık olduğum o vasat yerde rahatça kalabilirim. Bu tür bir yenilgiyi kabul ediş, Josh Rust’ın ve benim elde ettiğim verileri okumanın tabii yoluna da çok uyuyor: Etikçiler diğerlerinden daha iyi veya daha kötü davranmadığı için, felsefi düşünüm davranışsal olarak durağan olmalı, bizi zaten gittiğimiz bir yere götürmelidir. Bu düşünümün gücü, önceden belirlenmiş seçimlerimizi süslemek için farklı kelimeler kullanmasıdır. Bu sebeple tüm bu felsefi birikimin beni geliştirmediyse, suçlu ben olamam.

Gerçek felsefi düşünüş özgürdür, vahşidir, tahmin edilemezdir ve daima zincirlerini kırar.

Ben bu görüşü reddediyorum. Bunun yerine, daha az konforlu olan şu fikri benimsedim: felsefi düşünümün bizi harekete geçirebilme gücü vardır ancak bu uysal bir güç değildir. Bizi gitmeye niyetlenmediğimiz yahut beklemediğimiz yerlere götürür. Bazen bir yöne, bazen tam tersine. Bazen bizi bir yerlere götürdüğü kadar da ahlaksızlıklarımızı ve yanılsamalarımızı kuvvetlendirir. Kimi zaman da bize gerçek bir iç görü sağlar ve önemli ahlaki değişimlere ilham verir. Felsefi düşünümün bu eğilimleri, deneysel olarak tespit edilmesi zor olan karmaşık yollarla kesişir ve birbirini nötrler. Düşünümün bizi hangi yöne ve nasıl taşıyacağını önceden bilebilseydik, kendimize felsefi olarak meydan okumak yerine belirli bir eğitim tekniği uyguluyor olurduk.

Gerçek felsefi düşünüş, ahlaki açıdan iyi olmamız gerektiği varsayımı da dahil olmak üzere, önceki etik kısıtlamalarını eleştirir. Zarar verdiği kadar iyileştirir de. Özgürdür, vahşidir, tahmin edilemezdir ve daima zincirlerini kırar. Sizi bir öngörülemez bir yerlere götürecektir. Önceden tahmin edemeyeceğiniz yerlere: yukarı, aşağı, sağa belki de sola doğru… Ama onunla doğru yöne gitmeye çalışmaktan ve ayrıca doğru yere varamazsanız başarısızlığınızdan sorumlusunuz.


Çevirmen Notu:

Thomas Jefferson ve kölelik1: Amerika Birleşik Devletleri’nin üçüncü başkanı olan Thomas Jefferson, fikri olarak köle sahipliğine karşıydı ancak yaşamı boyunca 600’den fazla Afrikalı-Amerikalı köleye sahip oldu.


Eric Schwitzgebel-“Cheeseburger ethics“, (Erişim Tarihi:04.11.2021)

Çevirmen: Ceren Yaramış

Çeviri Editörü: Musa Yanık

Abant İzzet Baysal Üniversitesi Mütercim Tercümanlık bölümü öğrencisi. Felsefe dışında mitoloji, tarih, sosyoloji ve bilgisayar oyunları ilgi alanı.

2 Yorum

  1. eskiden ben de ahlaken “aa” olmayı hedeflerdim ancak topluma küsüyorsun öyle olunca; gerçi şimdi de en azından belirli bir ahlaki duyarlılığa sahip çevreye karşı “aa” almayı hedefliyorum. diğerleri için eşit derecede kusurlu olmak beni üzmüyor.

    ahlaken iyi şeyler yaptığımızda ödüllendirilmek istiyoruz ancak toplum ödülden ziyade -hele ki sosyal istenirlik eğiliminin karşısındaysa, aktif bir şekilde – cezalandırıyor; başkalarının ahlaksızlığını mazur görmemizi istiyor ve böylece avantajlı konuma geçiyorlar.

    gerçekten, çevremizde iyi insanlar edinmek bizi daha iyi yapıyor; haksız yere hayatımı feda etmemi -toplum iyiliği*?*- isteyen birini ahlaken yanlış da olsa vururdum, onunki kadar yanlış ne de olsa; ayrıca faydacı açıdan bakıldığında rasgele ortalama bir insandansa kendi erdemli hayatımı tercih ederim.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Pascal’ın Tanrı’ya Dair Kumarı – Paul Saka (Internet Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Gönüllü Ötanazi – Robert Young (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü