Kasım 2018’de Woolsey Yangını ormanları, arazileri ve 1,500’den fazla yapıyı tahrip ederek 300,000’ e yakın insanın 14 günü aşkın süre boyunca tahliyesine neden olup yaklaşık 404,685 metrekarelik Los Angeles arazisini ve Ventura eyaletini yakıp kül etti. Yangın o kadar şiddetliydi ki toprağa uzaydan görülebilen bir iz bıraktı. Araştırmacılar Woolsey Yangını’nın, 1959’da bir sodyum reaktör deneyinin başarısız sonuçlanmasının yanı sıra roket testleri ve düzenli radyasyon salınımları sonucunda hasar görmüş bir nükleer araştırma mülkiyeti olan Santa Susana Saha Laboratuvarı’nda başladığını tespit ettiler.
Kaliforniya Eyaleti Zehirli Kimyasallar Kontrol Dairesi, yangından sonra mülk üzerinde yapılan hava, kül ve toprak testlerinin, alanın sınır değeri üzerinde radyasyon salınımı göstermediğini bildiriyordu. Fakat Atom Bilimcileri Bülteni’ne göre Kaliforniya Eyaleti Zehirli Kimyasallar Kontrol Dairesi’nin raporunda yeterli bilgi bulunmuyor. Yangın dumanın az sayıda gerçek ölçümünün verildiği rapordaki veriler açıkça bize ortada bir tehlike olduğunu gösteriyor. 2015 yılında orman yangınlarını takiben Ukrayna’daki Çernobil üzerine yapılan araştırmalar, eski nükleer santralden açıkça radyasyon salındığının gösterilmesiyle Kaliforniya Eyaleti Zehirli Kimyasallar Kontrol Dairesi’nin testlerinin kalitesinin sorgulanmasına neden olmuştur. Dahası, Norveç Hava Araştırmaları Enstitüsü’nde yangınlardan çıkan radyasyon salınımlarını inceleyen Nikolaos Evangeliou gibi bilim insanları, Woolsey Yangınını alevlendiren aynı sıcak, kuru ve rüzgârlı hava koşullarının (insanların neden olduğu, küresel ısınma kaynaklı) gelecekte iklim kaynaklı radyoaktif salınımların da habercisi olduğuna dikkat çekmektedir.
İklimden etkilenen dünyamız, hali hazırda yangınlara, sert fırtınalara ve deniz seviyesindeki yükselişe son derece yatkınken, nükleer enerji, iklim değişikliğinin başlıca nedeni olan fosil yakıt yerine olası bir alternatif olarak lanse ediliyor. Nükleer enerjinin karbondioksit salınımını bariz şekilde azaltabileceği doğru, ancak yine de bilimsel kanıtlar ve son zamanlarda süregelen felaketler, nükleer enerjinin giderek ısınan dünyamızda güvenli bir şekilde işleyip işleyemeyeceğini sorgulatıyor. Sert hava koşulları, yangınlar, yükselen deniz seviyeleri, depremler ve ısınan su sıcaklıkları gibi faktörlerin hepsi nükleer kaza riskini artırırken, radyoaktif atıklar için güvenli ve uzun süreli depolama alanı eksikliği kalıcı bir tehlike olmaya devam ediyor.
Santa Susana Saha Laboratuvarı arazisinin toprağı ve yer altı suyu uzun bir süredir radyasyondan etkilenmekte. 2006 danışma paneli, civarda yaşayan sakinlerin ve laboratuvar çalışanların bazı kanser türlerine yakalanma riskiyle ilişkili olan radyasyon ve endüstriyel kimyasallara alışılmadık derece fazla maruz kaldıklarını gösteren bir rapor derledi. Hava kirliliğinin de ortaya çıkması, 2010’da Kaliforniya Eyaleti Zehirli Kimyasallar Kontrol Dairesi’nin, arazinin ABD Enerji Bakanlığı ve NASA’nın yardımıyla mevcut sahibi Boeing tarafından temizlenmesi talebine neden oldu. Fakat bu talep, Boeing’in daha az titiz bir temizlik yapmak adına verdiği yasal mücadele nedeniyle engellendi.
Çernobil de Santa Susana Saha Laboratuarı gibi 1986’daki erimeden bu yana büyük ölçüde zarar görmüş bir haldedir. İklim değişimi yaşanan bu dönemde her geçen yıl, ölü bitki materyalinin birikmesi ve sıcaklıkların yükselmesi özellikle yangın oluşma ihtimalini artırıyor. Evangeliou’ya göre, radyasyona maruz kalmış topraklardan ve ormanlardan yayılan radyasyon binlerce kilometre uzağa, insanların yoğun olarak yaşadığı merkezlere kadar taşınabilir.
Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde tarihçi ve Hayatta Kalma El Kitabı: Geleceğe Bir Çernobil Rehberi (2019) adlı kitabın yazarı olan Kate Brown ve Güney Carolina Üniversitesi’nde evrimsel biyolog olan Tim Mousseau’nun da orman yangınları hakkında ciddi endişeleri var. Brown’nın dediğine göre kayıtlar, Çernobil bölgesinde, 1990’dan beri radyasyon seviyesinin yedi ila on kat artmasına neden olan yangınlar olduğunu gösteriyor. Brown daha kuzeyde eriyen buzulların “küresel nükleer testlerden ortaya çıkan radyoaktif atıkları ve nükleer kazaları diğer yerlere oranla on kat daha yüksek seviyelerde” barındırdığını söylüyor. Buz eridiği için radyoaktif akış okyanusa akıyor, daha sonra atmosferde emilip asit yağmuru olarak yağıyor. Brown “Aslında 20. yüzyıl boyunca nükleer yan ürünlerin çılgın üretimi sırasında ortaya çıkan radyoaktif kirliliğin bedelini ortaya çıkan yangınlar ve eriyen buzullarla geri ödüyoruz.” diyor.
Gittikçe ısınan dünyamızın nükleer felaketlere yol açabileceğinin başka bir belirtisi ise sel baskınları. Birçok nükleer santral, deniz suyunun soğutucu olarak kolayca kullanıldığı sahil şeritleri üzerine kurulur. Dünya’nın ısınmaya devam etmesinin kıyı nükleer santrallerine daha fazla zarar vermesiyle birlikte iklim değişikliğiyle ilişkili olan deniz seviyesindeki yükseliş, kıyı şeridi erozyonları, kıyı fırtınaları ve sıcak hava dalgaları gibi birçok potansiyel yıkıcı olgunun daha sık hale gelmesi bekleniyor. Natalie Kopytko ve John Perkins “Enerji Politikasında İklim Değişikliği, Nükleer Enerji ve Adaptasyon- Hafifletme İkilemi” (2011) adlı çalışmalarında yalnız sera gazı salınımı olmayışının nükleer enerjiyi iklim değişikliğinin hafifletilmesi olarak görmek için yeterli olmadığı sonucuna ulaşmışlardır.
Nükleer enerji savunucuları, reaktörlerin göreceli güvenilirliğinin ve kapasitesinin nükleer enerjiyi rüzgâr, güneş enerjisi gibi fosil yakıt olmayan ancak doğal kaynak erişimindeki dalgalanmalar nedeniyle bazen kullanılamaz hale gelebilen diğer enerji kaynaklarından çok daha iyi bir seçenek haline getirdiğini söylüyor. Yine de hiç kimse, eski bir altyapıya sahip, genellikle beklenen kullanım ömürlerini aşan eski nükleer santrallerin son derece verimsiz olduğunu ve çok daha yüksek bir felaket riski taşıdığını inkâr etmez. Harvard Üniversitesi’nden emekli bir enerji uzmanı ve nükleer enerji savunucusu olan Joseph Lassiter şöyle diyor;
“İleride nükleer enerjinin ana kaynağı eski tesislerin mevcut nükleer filosu olacak ancak yeni inşa edilen nükleer santraller için kamu desteği mevcut olsa bile, bu yeni santrallerin endüstriye maliyeti ve program aşımları göz önüne alındığında fosil salınımı azaltımına önemli bir katkı sağlayıp sağlamayacağı tartışılır.”
Lassiter ve diğer birçok enerji uzmanı, en düşük maliyetle ve en düşük güvenlik riskiyle yüksek nükleer enerji seviyeleri sağlaması amacıyla tasarlanan yeni, IV. Nesil nükleer santralleri savunuyorlar. Ancak diğer uzmanlar, buradaki faydaların bile kesin olmadığını söylüyor. IV. Nesil nükleer reaktörlerine en büyük eleştiri, nükleer reaktörlerin tasarım aşamasında olmaları ve uygulamaya konmalarını bekleyecek zamanımızın olmamasıdır. İklim değişikliğini iyileştirmeye yönelik eylemlerin derhal uygulanması gerekmektedir.
Stanford Üniversitesi Atmosfer ve Enerji Programı direktörü Mark Jacobson: “Görünüşe göre yeni nükleer enerji, küresel ısınma, hava kirliliği ve enerji güvenliğini çözme fırsatını sunuyor.” diyor. Ancak bu, enerji ve ekonomi açısından anlamsız bir durumdur. Nükleer enerjiye harcanan her bir dolar, kişinin rüzgâr veya güneş enerjisi ile -aynı maliyetle- elde edeceği enerjinin beşte biri ile sonuçlanır ve nükleer enerjinin kullanılabilir hale gelmesi, beş ila on yedi yıl arası, çok daha uzun zaman alır. Bu nedenle, nükleer enerjinin 2030 yılına kadar salınımların yüzde 80’ini azaltma iklim hedefine yardımcı olması imkânsızdır. Ayrıca biz nükleer enerji kullanımının hayata geçirilmesini beklerken kömür, gaz ve petrol yakılması hava kirliliğine neden olmaktadır. Bunun yanı sıra, nükleer enerji kullanımında silahların yayılması, erime, atık ve uranyum, işçilerde akciğer kanserine neden olma gibi diğer teknolojilerde olmayan güvenlik riskleri vardır.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na göre, dünya genelinde otuz bir ülke hali hazırda nükleer santral kullanıyor. Bunun aksine, 2011 Fukuşima felaketinden sonra dört ülke nükleer enerji kullanımını aşamalı olarak ortadan kaldırmak için harekete geçti ve on beş ülke nükleer enerjiye karşı çıkarak hiçbir fonksiyonel enerji santrali kullanmıyor.
Çin, Hindistan ve ABD’nin başı çekmesiyle birlikte neredeyse tüm ülkelerin karbondioksit salınımlarının artmakta ancak küçük İskandinav ülkelerinden Danimarka bu çizginin dışında yer alıyor. Nükleer enerji üretmemelerine rağmen Danimarka’nın karbondioksit salınımı azalmaktadır. Danimarka nükleer enerji ihtiyacının bir kısmını komşu ülkeleri İsveç ve Almanya tarafından üretilen enerjiyi ithal ederek karşılıyor. Ancak şubat ayında ülkenin en sol eğilimli siyasi partisi olan Enhedlisten, ülkesi için yeni bir yol çizdiği, 2030 yılına kadar kendi enerji ve ısı üretimi için nükleer enerji kullanılmayan, %100 yenilenebilir yeni iklim planını yayınladı. Bu plan beraberinde güneş ve rüzgâr enerjisi, akıllı bir şebeke ve mobil piller olarak ikiye katlanan ve yoğun saatlerde şebekeyi şarj edebilen elektrikli araçlar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımları gerektirecektir.
ABD Nükleer Düzenleme Komisyonu eski başkanı ve Rogue Nükleer Düzenleyicisinin İtirafları’nın yazarı Gregory Jaczko(2019), teknolojinin artık iklim değişikliği ile başa çıkmak için uygun bir yöntem olmadığına inanıyor: “Teknoloji tehlikeli, maliyetli ve güvenilmezdir ve teknoloji kullanımını terk etmemiz iklim krizine neden olmayacaktır”.
Stony Brook Üniversitesi’nde profesör, yazar ve yapımcı olan Heidi Hutner çoğunlukla eko feminizm, nükler enerji, zehirli kimyasallar ve iklim üzerine yazıyor. Hunter, halen Accidents Can Happen: The Women of Three Mile Island adlı bir belgesel yapıp yönetmekte ve bunun yanı sıra nükleer enerji üzerine inceleme yazıları yazmaktadır.
Stony Brook- “Nuclear power is not the answer in a time of climate change”, (Erişim Tarihi:01.06.2020), Kaynak Linki: https://aeon.co/ideas/nuclear-power-is-not-the-answer-in-a-time-of-climate-change
Çevirmen: Devrim Ekim Kocadere
Çeviri Editörü: Beyza Nur Doğan