Dini Epistemoloji – Kelly James Clark (Internet Encyclopedia of Philosophy)

///
3760 Okunma
Okunma süresi: 40 Dakika

Çevirmenin Önsözü

Bilindiği üzere dini epistemoloji, genel olarak, dini inancın ya da dini bilginin felsefi bir şekilde değerlendirilmesidir. Dini inançların epistemik statüsü de din felsefesi açısından önemli bir husustur. Dini epistemolojinin erken dönem din felsefesi içerisinde değeri, özellikle batıda daha çok rasyonellik tartışmaları ve temelselci eleştiriler çerçevesinde gelişirken, daha yakın dönemde ise fideist tartışmalar ve Plantinga gibi reformcu epistemologların çözüm önerileri üzerine yoğunlaşmıştır. Bu açıdan baktığımızda dini epistemolojinin seyrinin değişken bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Dini epistemoloji, içerdiği kavram zenginliğiyle beraber epistemoloji ve din felsefesinin kesişme noktasını oluşturan bir alandır. Bilginin önemli unsurlarından biri olan inanç kavramının, dini olmayan oluşumları gibi dinsel içerikli oluşumları da söz konusudur. İşte bu dinsel içerikli inanç kavramının çözümlenmesiyle dini epistemoloji, din felsefesi tartışmaları içerisinde özellikle son yıllarda önemli bir yer tutmaktadır.

IEP’den çevirdiğimiz bu yazı, dini epistemolojinin temel problemlerine, kavramlarına ve yaklaşımlarına odaklanmaktadır. Din felsefesinin oldukça zengin ve keyifli alanlarından birisini oluşturan dini epistemolojinin, rasyonellik ve irrasyonellik temelinde bilgi üzerinden dini inançların mahiyetine yönelik problemlere değinmesi önemli bir husustur. Alana zenginlik katacağına umduğumuz bu yazımızın okuyucuya yarar sağlamasını diliyoruz.

Musa Yanık

Giriş

Tanrı inancı, ya da bir tür aşkın gerçekliğe olan inanç, insanlık tarihi boyunca hemen hemen her kültürde bulunmaktadır. Tanrı inancının mantıklılığı veya rasyonelliği genel olarak bir dinin rakipleriyle karşı karşıya kalındığında ya da ateizmin veya agnostisizmin yükselişiyle ortaya çıkmaktadır. Batıda, Tanrı’ya olan inanç baskın Yahudi, Hıristiyan ve İslam gibi dinlerdeki şekliyle kabul edilmiştir. Bu gelenekte Tanrı, evrenin her şeye gücü yeten, her şeye kadir, mükemmel derecede iyi ve sevgi dolu yaratıcısıdır (böyle bir doktrine bazen ‘açık teizm’ denir). Bu makale şu epistemolojik konuları ele almaktadır:

  • Yahudi-Hıristiyan-Müslüman Tanrı’ya (kısaca “Tanrı”) olan inancın makul olup olmadığı, ,
  • aklın doğasının ne olduğu,
  • Tanrı’ya olan inancın rasyonel olup-olmadığı iddiası,
  • felsefi fideizmin ne olduğu sorusu
  • ve Tanrı’ya temelsiz inananların yaklaşımları üzerinde durmaktadır.

Tanrı inancı rasyonel midir? Delilci itiraz, kanıt eksikliğinden dolayı bu soruya “Hayır” yanıtını veriyor. “Evet” diyen teistler ise iki ana kategoriye ayrılıyor: yeterli delil olduğunu iddia edenler ve delilin gerekli olmadığını iddia edenler. Teistik delilciler Tanrı’ya olan rasyonel inancı temellendirmek için yeterli delil olduğunu savunurken, Reformcu epistemologlar Tanrı’ya olan rasyonel inancı temellendirmek için delilin gerekli olmadığını iddia etmektedirler (ancak Tanrı’ya olan inanç çeşitli karakteristik dini deneyimlere dayanmaktadır). Felsefi fideistler ise Tanrı’ya olan inancın rasyonel alana ait olmadığını savunmaktadırlar. Ve tabi ki bu teistik iddiaların hepsi; geniş ve coşkulu bir şekilde, non-teistler tarafından da ilgiyle tartışılmaktadır.

İçindekiler

  1. Akıl/Rasyonalite
  2. Tanrı İnancına Yönelik Delilci İtiraz
  3. Tanrı İnancının Rasyonelliği
  4. Teistik Delilcilik
  5. Sosyolojik Parantez/Konu Dışı
  6. Ahlaki Analoji
  7. Reform Epistemolojisi
  8. Dini Tecrübe
  9. İçselcilik/Dışsalcılık
  10. Rasyonel Tutum
  11. Reformcu Epistemolojiye İtirazlar
  12. Fideizm
  13. Sonuç
  14. Kaynakça ve İleri Okuma

1.Akıl/Rasyonalite

Akıl, gerçeği keşfetmek veya gerçeği kavramak için yanılabilir bir insan aracıdır. Akıl gerçeği hedeflese de, bazen yetersiz kalabilir. Buna ek olarak ayrıca rasyonalite, kişinin inandığı şeyden çok, nasıl inandığıyla ilgili meseledir. Mesela bir kişi, doğru olan bir şeye irrasyonel olarak inanabilir: dünyanın merkezinin erimiş metallerle/lavlarla dolu olduğuna inanan bir kişinin, bu inancına her gece (orası soğukken) oraya gittiğine inanarak sahip olması gibi. Ayrıca kişi, neyin yanlış olduğuna rasyonel olarak inanabilir: söz gelimi yirmi yüzyıl önce çoğu insan için dünyanın düz olduğuna inanmanın mantıklı olması gibi. Son olarak rasyonellik, kişiye ve duruma özgüdür: belirli bir sosyo-tarihsel zamanda ve yerde bir kişi için rasyonel olan, başka bir kişi için farklı bir zamanda ve yerde rasyonel olmayabilir; veya başka bir nedenle, aynı zamanda ve yerde bir kişi için rasyonel olan, aynı zamanda ve yerde başka bir kişi için mantıksız olabilir. Öte yandan bunun Tanrı’ya olan inanç tartışmasıyla da ilgisi bulunmaktadır; çünkü “dini inancın rasyonalitesi” tipik bir biçimde, herhangi bir inançtan bağımsız olarak, soyut bir şekilde tartışılır ve sıklıkla olumlu ya da olumsuz olarak değerlendirilip, herkes için geçerli olacağına inanılır (diyelim ki, sırasıyla Aquinas veya Hume tarafından). Burada şu soru haklı bir şekilde sorulabilir:

Tanrı’ya olan inanç, belirli bir yer ve zamanda bulunan başka bir kişi için de rasyonel midir?

Rasyonellik, bir inanç veya inanan kişi tarafından sahip olunan normatif bir özelliktir (önceki paragrafta rasyonelliğin inananlar için inançlara daha doğru bir şekilde uygulanmasını önermek için nedenler vermiştik). Bu normatif özelliğin/yükümlülüğün tam olarak ne olduğu ise, büyük bir tartışma konusudur. Bazıları onun entelektüel görevlerimiz olduğuna inanırken, (örneğin, gerçek inançları elde etmek ve yanlış inançlardan kaçınmak veya sadece delil/argüman temelinde inanmak gibi) bazıları ise onun entelektüel görevlerimiz olduğunu inkar etmektedir. Çünkü ikinci gruptakilere göre genel olarak inançlar, özgürce seçtiğimiz şeyler değildir (örneğin, bir ağacın dışına bakın, ağacı düşünün ve orada bir ağaç olduğuna inanmamayı seçmeye çalışın veya gözlerinizi kapatın ve eğer Tanrı’ya inanıyorsanız inanmamaya ya da tam tersine karar verin ve şimdi tekrar Tanrı’ya inanmaya karar verin). Açıkçası bu gruptakilere göre inançlarımızı deontolojik oldukları için, başka bir deyişle, yerine getirmekte veya getirmemekte özgür olmadığımız için, entelektüel bir görevden söz edilemez. Dolayısıyla, bu tür düşünürler tarafından benimsenen normatif özellik/yükümlülük, entelektüel bir görevden ziyade, entelektüel bir izne/müsaadeye tabi olmalıdır.

Aydınlanma düşüncesinden bu yana akıl yürütme (geçerli veya güçlü) çıkarım için büyük bir rol üstlenmiştir. Bu dönemde rasyonellik, mevcut (genellikle deney ve gözleme dayalı önerme) delilleri bir araya getirme ve diğer inançlar için tümdengelimli ya da tümevarımsal desteğini değerlendirme meselesidir; bazı inançlar çıkarım olmadan kabul edilebilir olmakla beraber, inançlarımızın veya daha doğrusu felsefi, bilimsel, etik, teolojik ve hatta ortak-duyusal inançlarımızın büyük çoğunluğu rasyonel olarak delil veya argüman desteğini gerektirmektedir. Bu akılcı görüş, çoğu zaman tarihsel olarak ele alınır: çünkü rasyonalite, özneden bağımsız ve zamansız olmakla beraber, ilgili önerme ve sonuç mantıksal bir hususun konusudur. Nitekim bir argümanın geçersiz veya zayıf olduğu gösterilebiliyorsa, o önermenin sonucuna olan inançta, her zaman ve yerde her insan için mantıksız olacaktır. Ayrıca bu husus, rasyonelliğin kişiye ve duruma özgü olduğunu iddia eden sezgici düşünceyi de dışarıda bırakmaktadır. Öte yandan Tanrı inancına yönelik herhangi bir argüman geçersiz olsa da, Tanrı’ya olan inancı destekleyen başka argümanlar da bulunmaktadır. Bir başka deyişle, Tanrı’nın varlığına ilişkin tüm önermesel delillerin eksik olduğunu göz önünde bulundursak bile, bir kişi Tanrı’ya olan inancını temellendirmek için yaşadığı dini tecrübenin doğruluğuna hala sahip olabilmektedir.

Nitekim Thomas Reid’in ardından, yukarıda belirtilen önemli vakaların çoğunda ‘rasyonellik’ in gerçekten (geçerli veya güçlü) çıkarım gerektirmediğini iddia eden düşünürlerde ortaya çıkmıştır. Söz gelimi bu düşünürlere göre bilişsel yetilerimiz çıkarımsal olarak geçerli inançlar üretmekle beraber ayrıca; çok çeşitli inanç üreten mekanizmalarımızı da içermektedir. Tartışma ilerledikçe bu görüşü ve Tanrı inancının önemini nasıl ele aldıklarını anlatmaya çalışacağız.

2.Tanrı İnancına Yönelik Delilci İtiraz

Tanrı inancı, iki temel nedenden ötürü irrasyonel olarak kabul edilir: aleyhte deliller ve delil eksikliği (ayrıca bu makalede ele alınmayacak olan kötülük sorunu). Bu konumların her ikisinin de bir çıkarım temelinde Tanrı’ya olan inancın rasyonalitesini reddettiğine dikkat çekmek durumundayız. Bilindiği gibi Bertrand Russell’a bir radyo programında –eğer varsa- Tanrı’nın karşısına çıkarıldığında ona ne söyleyeceği sorulmuştu. Russell ise yanıt olarak “Yeterli delil yok, yeterli delil yok.” cevabını vermişti. Bu bölümde Alvin Plantinga’yı takiben, delillerden yoksun olduğu gerekçesiyle Tanrı’ya olan inancın geçersiz olduğunu öne süren delilci itirazın iddialarını değerlendirmeye çalışacağız.

Bertrand Russell (1872-1970)

Delilciliğin izleri, Aydınlanma düşüncesi içerisinde, tüm inançların akılsal olarak araştırma eleştirisine tabi tutulmasında bulunabilir; eğer bir inanç aklın incelemesinden kurtulamazsa, mantıksızdır. Bu dönem için, Kant’ın konuya dair meşhur sözünü hatırlatacak olursak; “Kendi aklınızı kullanmaya cesaret edin.” Ya da dini seçeneklerin artan farkındalığı göz önüne alındığında, Hobbes’un sorusunu hatırlayalım: “Eğer bir peygamber bile diğerini aldatırsa, Tanrı’nın iradesini akıldan başka bir şekilde bilmenin doğruluğu nedir?” Öte yandan aklın Aydınlanma düşüncesi içerisinde yükselişi, her ne kadar dini inançların irrasyonel oldukları için reddiyle ilişkilendirilecek olsa da, büyük Aydınlanma düşünürlerinin bir çoğu teisttir (örneğin, Kant ve Hobbes dahil).

Delilci itiraz aşağıdaki gibi formülleştirilebilir:

  • (1) Tanrı’ya olan inanç, yalnızca Tanrı’nın varlığı için yeterli delil varsa rasyoneldir.
  • (2) Tanrı’nın varlığı için yeterli delil yoktur.
  • (3) Bu nedenle, Tanrı’ya olan inanç irrasyoneldir.

Delilci itiraz, Tanrı’nın varlığını bir delil olarak değerlendirmez. Yani, bu düşünceye göre sonuç “Tanrı yoktur.” değildir. Sonuç olarak Tanrı var olsa bile, Tanrı’ya inanmak makul ve geçerli olmayacaktır. Delilci itiraza göre Tanrı’ya rasyonel olarak inanmak, teistik argümanların başarısına bağlıdır. Söz konusu düşünce içerisinde, önde gelen delilci itirazcılar olarak David Hume, W.K. Clifford, J.L. Mackie, Bertrand Russell ve Michael Scriven gibi isimleri sayabiliriz. Ayrıca bu görüş, muhtemelen çağdaş Batılı filozofların büyük bir çoğunluğu tarafından tutarlı görülmektedir. Ancak ironik olarak, felsefenin ve yaşamın çoğu alanında, filozofların çoğu delilci değildir (gerçekten de olamaz). Bu iddiayı birazdan ele alacağız.

David Hume (1711-1776)

Tanrı inancı için yeterli delil bulunmadığı iddiası, genellikle delillerin veya argümanların başarısının olumsuz bir değerlendirmesine dayanmaktadır. Nitekim Hume ve Kant’ın ardından, Tanrı’nın varlığına ilişkin klasik argümanların -kozmolojik, teleolojik ve ontolojik- şu ya da bu şekilde kusurlu olduğu sonucuna varılır.

Tanrı inancının rasyonelliği, bu inancın delil veya argümanla desteklenmesini gerektirdiği iddiası, genellikle ‘klasik temelcilik’ olarak bilinen bilgi kuramına dayanır. Klasik temelciler, bilgi ve rasyonalite için bir metafor olarak sundukları piramit veya bir ev örneğini ele alırlar. Güvenli bir ev veya piramit, evin her katının ve çatısının ağırlığını taşıyabilecek güvenli temellere sahip olmalıdır. Ayrıca sağlam ve dayanıklı bir ev için, diğer katların her biri, bu temele uygun şekilde düzenlenmiş güvenli bir temele de sahip olmalıdır. Nitekim evin ağırlığını taşıyan şey temeldir. Bu açıdan bakıldığında klasik temelci bilgi anlayışında, temelsel inançlar; temelsiz ya da üst düzey inançların hepsinin “ağırlığını” taşıyacak şekilde güvenli, kalıcı ve yeterli olmalıdır. Ayrıca bu temel inançlar, bilginin bir kesinlik temeli üzerine inşa edilmesini sağlayacak şekilde karakterize edilir (Descartes’ın ardından). Bu temel kesinlik ise, düşünürden düşünüre değişmekle beraber üçe indirgenebilir: eğer bir inanç kendiliğinden apaçık, duyulara açık ve sarsılmaz/değiştirilmez bir yapıdaysa, temel bir inançtır ve ayrıca rasyoneldir.

Ne tür inançlar kendiliğinden apaçık, duyulara apaçık ve sarsılmaz/değiştirilemezdir? Kendiliğinden apaçık bir inanç, onu anladıktan sonra, doğru olduğunu bildiğimiz inançtır. Bu tanım muhtemelen kendini apaçık bir şekilde ortaya koymasa da, bunu bir örnek yoluyla açıklamaya çalışalım. Aşağıdakileri oldukça hızlı bir şekilde okumaya çalışalım:

(4) Eşitler eşitlere eklendiğinde eşitler elde edersiniz.

Sizce (4)’ün doğruluğundan ya da yanlışlığından emin olabilir miyiz? Açıklamaya çalışalım. Eşittir (2 ve 1 + 1) eşittir (2 ve 1 + 1) eklendiğinde eşittir (4). Veya bunu daha iyi ifade etmek için 2 + 2 = 1 + 1 + 1 + 1 diyebiliriz. Artık (4)’ü açıkladığımıza göre, bunun doğru olduğunu bilebiliriz. Öte yandan (4)’ün doğruluğunu tartışmaya bile açmadık, sadece onu anlamaya çalıştık ve ilk kavrayıştan sonra, doğru olduğunu ortaya koyduk. Yani (4)’ün doğruluğun apaçık bir şekilde ifade ettik. Bu tarz apaçık inançlar arasında mantık ve aritmetik yasaları, ayrıca; “Bir nesne aynı anda hem kırmızı hem mavi olamaz.” gibi metafizik ilkeleri yer almaktadır. Bilindiği gibi bu ilkeler genellikle, bir kişinin beş duyusunun düzgün bir şekilde işleyişi doğrultusunda, bir takım önermeler ortaya koymaktadır. Bu tür önermeler arasında “Çim yeşildir”, “Gökyüzü mavidir”, “Balın tatlı tadı vardır.” ve “Bir güvercin sesi duyuyorum.” gibi önermeler bulunmaktadır. Öte yandan bazı epistemologlar, kesinliğin eksik olması nedeniyle duyulara açık olan bazı önermeleri dışlamaktadır (mesele gökyüzünün bir cam parçası gibi renksiz olması, ancak mavi ışık dalgalarını kırması neticesinde renkli görünmesi; veya birisinin kuş düdüğü çalması neticesinde güvercin sesini duyduğumuzu düşünmemiz gibi). Bu açıdan bakıldığında kesinliği sağlamak için bazı epistemologlar, temel inançların ölçütü olarak sarsılmazlığa/değiştirilemezliğe başvurmuşlardır. Sarsılmaz/düzeltilemez inançlar, hakkında yanılamayacağım birinci şahıs psikolojik durumlardır. Örneğin, çimen veya gökyüzünün rengi hakkında yanılmış olsam da, aşağıdakiler hakkında yanılmam mümkün değildir: “Çim bana yeşil görünüyor.” veya “Gökyüzü mavi görünüyor.” Çimlerin rengi hakkında yanılıyor olabilirim ve bu yüzden böyle bir inanç benim için kesin değildir, ama çimlerin renginin bana nasıl göründüğü hakkında yanılmış olamam.

Şimdi Tanrı inancına geri dönelim. Delilciler neden (1), Tanrı’ya rasyonel bir şekilde inanmanın delil veya argümanlarla desteklenmesi gerektiğini iddia ederler? Bunun nedeni tipik olarak klasik temelciliğe bağlı kalmalarıdır. Bir inanç, yalnızca kendiliğinden apaçık, duyulara apaçık veya düzeltilemezse, argüman veya delil olmadan elde edilebilir. Nitekim Tanrı kavramı kendiliğinden apaçık değildir; çünkü Tanrı kavramını anladıktan sonra Tanrı’nın var olduğunu bilebilmekteyiz. Örneğin Bertrand Russell, “Tanrı vardır.” önermesini bilmekle beraber, ancak bunun doğru olduğunu düşünmüyor. Dolayısıyla Tanrı inancı, kendini kanıtlamak için iyi bir aday değildir. Tanrı inancı duyulara da açık değildir; çünkü Tanrı tanımı gereği duyusal dünyayı aşmaktadır. Tanrı görülemez, duyulamaz, dokunulamaz, tadına bakılamaz ve koklanamaz bir şeydir. İnsanlar “Tanrı benimle konuştu.” veya “Tanrı’ya dokundum.” gibi iddialarda bulunduklarında, bunu gerçek anlamlarıyla değil, kelimenin tam anlamıyla, duyuların ötesinde olan bir düşünceyle dile getirmektedirler. Dolayısıyla Tanrı’nın varlığı, duyulara açık değildir. Ve son olarak, bir kişi Tanrı’nın varlığı hakkında yanılmış olabilir ve bu nedenle Tanrı inancı düzeltilemezdir.

Dolayısıyla, Tanrı inancı ne kendiliğinden apaçık, ne duyulara apaçık ne de düzeltilemez değildir. Bu nedenle klasik temelciliğe göre Tanrı inancı, kişinin rasyonel inançlarının temelleri arasında düzgün bir şekilde dahil edilemez. Bu sebeple Tanrı inancı temel inançlar tarafından yeterince desteklenmek durumundadır. Çünkü klasik temelcilik için Tanrı inancı delil veya argümanla desteklenmedikçe rasyonel değildir. Aydınlanmada düşüncesinde ortaya çıktığı gibi, klasik temelciliğin bu katı anlayışı nedeniyle teistik argümanlar; Batı düşünce tarihinde hiç olmadığı kadar yükselişe geçmiştir. Bilindiği gibi önceki düşünürler için teistik argümanlar, nadiren de olsa Tanrı inancının rasyonalitesi için gerekli görülürken; Aydınlanma ile birlikte klasik temelciliğin eleştirilerini dikkate alan düşünürler içinse, deliller zorunlu görülmektedir.

3.Tanrı İnancının Rasyonelliği

Delilcilerin Tanrı inancına yönelik itirazlarına yanıt verirken teistlerin uyguladığı iki ana strateji vardır; İlk strateji, Tanrı’nın varlığına dair yeterli delil olmadığı iddiasına karşı çıkmakken, ikinci strateji ise Tanrı inancının ancak yeterli delille desteklendiğinde rasyonel olabileceği söylemlerini geçersiz kılmaktır.

4.Teistik Delilcilik

Bu bölüme öncelikle Tanrı’nın varlığı için yeterli delil bulunmadığı iddiasını düşünerek başlayalım. Bu görüş tarihsel olarak Aristoteles, st. Augustine, Anselm, Thomas Aquinas, John Duns Scotus, John Locke, William Paley ve C. S. Peirce gibi düşünürler tarafından reddedilmiştir. Varsayalım ki, -günümüz düşünce dünyası içerisinde- Aristoteles ve başkaları tarafından Tanrı’nın varlığı için sunulan argümanların kötü bir şekilde kusurlu olduğunu kabul ettik. Bu önceki teistlerin mantıksız olduğunu mu ima etmektedir? Teistik deliller, belirli bir kişiye bakılmaksızın Tanrı inancını zamansız bir şekilde desteklemek zorunda mıdır? Aristoteles, Augustine, Aquinas ve diğerleri, onlar için mevcut olan en sofistike inanç seti ile ellerinden gelenin en iyisini yapan zeki insanlardı ve delillerin Tanrı’ya olan inancı desteklediği sonucuna ulaşmışlardır. Yine de onlar mantıksız mıdır? Örneğin eylemsizlik ilkesinden habersiz olan Aquinas’ın Tanrı’nın gezegenlerin sürekli hareketine aktif olarak dahil olması gerektiğine inandığını varsayalım. Yani, farz edelim ki, gününün en iyi fiziğini kullanarak Aquinas, Tanrı’ya olan inancın bilimsel gerekliliğine inandı. En iyi ihtimalle Aquinas, delillerin Tanrı inancını açıkça desteklediğini düşündü. Aquinas bu durumda rasyonel midir? Delilci itirazcılar, Aquinas’ın kötü argümanlarına rağmen onun mantıksız olmadığını düşünecekler fakat onun argümanlarını rasyonalite bağlamında tartışacaklardır.

Bilindiği gibi bazı teistler Tanrı’nın varlığını destekleyecek yeterli delillerin olduğuna karar vermişlerdir. Kant ve Hume ile birlikte teistik argümanların öldüğü fikrini reddeden bu düşünürler, yeni deliller sunmuşlar, ayrıca, Tanrı’nın varlığı için öne sürülen eski delilleri ise yeniden şekillendirmişlerdir. Örneğin, William Lane Craig (Craig ve Smith 1993) Tanrı’nın varlığı için eski kelam kozmolojik argümanının yeni bir versiyonunu geliştirmiştir. Bu argüman zamanın sonsuz bir şekilde geçmişe doğru ilerlemesinin imkansızlığını göstermeye çalışarak evrenin zaman içinde bir başlangıcı olması gerektiği fikrine odaklanır. Buna ek olarak, hem fizikçiler hem de filozoflar, kozmolojik sabit yasaların, insan yaşamına izin verecek şekilde ince ayarda olmasını, Tanrı’nın en üstün akıl sahibi varlık olduğunu iyi şekilde açıklandığını da iddia etmişlerdir. Bazıları ise, hücre veya böbrek gibi organların çalışmasını, indirgenemez karmaşıklar olarak açıklamaya çalışmış ve biyolojik olayların tesadüfen ortaya çıkamayacağını iddia etmişlerdir. Robert Merrihew Adams (1987) Tanrı’nın varlığı için ahlaki argümanları canlı tutmuştur. Alvin Plantinga (1993b), natüralizmin ve evrimin kendi kendini çürüttüğünü savunmuştur. William Alston (1991) dini tecribeyi, Tanrı’nın varlığı için haklı bir delil olarak savunmuştur. Ayrıca, lezzet, renk ve güzelliğin varlığına dayanan teistik argümanlar da geliştirilmiştir. Nitekim Richard Swinburne (1979, 1984) gibi bazı düşünürler, bu çeşitli dellillerin birikimli kuvvetlerinin, Tanrı’nın var olma olasılığını karşılıklı olarak güçlendirdiğini iddia etmişlerdir. Ayrıca bu argümana göre, Tanrı’ya olan inancın delillere (ve bunlara karşı gelen eşit ve zıt bir güç) dayanarak rasyonel olduğu iddiasını savunan çok sayıda farklı argümanda bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, delil ya da tartışma temelinde Tanrı inancını güvence altına alma projesi, günümüzde de aynı canlılığıyla devam etmektedir.

Görüldüğü gibi pek çok teist, delilci itirazın talebini kabul eder ve Tanrı’nın varlığını destekleyen argümanlar sunarak bu talebi karşılamaya çalışır. Tabii ki, bu argümanlar ateist delilciler tarafından geniş ölçüde eleştirilmiştir. Fakat daha iyi ya da daha kötüsü, birçok teistik filozof Tanrı inancının rasyonalitesi için delil ihtiyacını gerekli görmüştür.

Şimdi varsayalım ki, filozofların çoğunluğunun Tanrı’nın varlığını kanıtlama girişimlerinin zayıf başarısızlıklar olduğuna inandığını düşünelim. Bu düşünce dini inançları irrasyonel mi yapmaktadır? Eğer birisi, ihtimallerden en iyisi olarak, Tanrı’nın dikkatle düşünülmüş delillerle var olduğunu yargılarsa, toplumun çoğunluğu aynı fikirde olmazsa yine de irrasyonel midir? Bu sorular rasyonellik ve irrasyonellik kararlarının verilmesinin zor olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak bakıldığında ise, rasyonellik ve irrasyonelliğin, klasik temelciliğin varsayımlarından daha karmaşık olabileceğini düşündürmektedir.

5.Sosyolojik Parantez/Konu Dışı

Çok az felsefi pozisyon (bu bir yetersizliktir) klasik temelciliğin Tanrı inancı için delil şartının gerekli olduğuna inanır ve rasyonalite için bu durumu şart koşar. Hiçbir felsefi pozisyonsa -diğer zihinlerin varlığı, dış dünyaya olan inanç, ya da Quine’nin tezinin belirsizliği – doğru bir şekilde, kendiliğinden apaçık, duyulara açık veya değiştirilemez olmayan inançlara dayanmaz. Gerçekten de, bu kadar geniş çapta haklı, tek bir felsefi pozisyon olup olmadığı tartışma konusudur. Tanrı inancı neden diğer felsefi inançlardan daha yüksek bir delil standardına sahiptir? Bazıları bu talebin en iyi ihtimalle keyfi veya en azından entelektüel olarak emperyalistçe olduğunu ileri sürmektedir.

6.Ahlaki Analoji

Ahlaki inançlarımızı düşünelim. Bu inançların hiçbiri kendiliğinden apaçık, duyulara açık ya da düzeltilemez değildir. Şimdi, bugünlerde felsefede moda olmayacak şekilde ahlaki bir inanç sahibi olduğunuzu varsayalım. Çağdaş filozofların çoğunluğu sizinle aynı fikirde olmazsa, irrasyonel mi olurdunuz? Nitekim kendi inançlarımıza aykırı olan ahlaki inançlar, kendiliğinden apaçık, duyulara açık veya değiştirilemez yapıda ve geniş çapta bilinen argümanlar temelinde kurulabilirse, yine de irrasyonel olarak görülebilirsiniz. Ancak ahlaki teorilerin tarihine baktığımızda böyle bir argüman bulunmayabilir. Ahlaki inançlar, klasik temelci anlamda argüman ya da delil temelinde gerekçelendirilmemektedir. Dolayısıyla, çağdaş filozofların çoğunluğunun ahlaki inançlarınızı (veya Tanrı inancını) reddetmesinin, inançlarınızın rasyonalitesi üzerinde çok az etkisi vardır veya hiç yoktur. Görüldüğü gibi sosyolojik inceleme ve ahlaki analoji, rasyonalite konusundaki argüman, kesinlik ve fikir birliğine felsefi vurgunun yanlış yönlendirilebileceğini akıllara getirmektedir.

7.Reform Epistemolojisi

Şimdi, Tanrı’ya rasyonel bir şekilde inanmak için delil veya argümanla desteklenilmesi gerektiği itirazını reddeden düşünceye dönelim. Alvin Plantinga, Nicholas Wolterstorff ve William Alston gibi düşünürler, Reform Epistemolojisi adı altında, Tanrı inancının rasyonel olabilmesi için delil veya argüman desteğinin gerekli olmadığını savunmuşlardır (Plantinga ve Wolterstorff 1983). Söz konusu düşünce içerisinde ayrıca, delilci itirazın rasyonalite ile ilgili varsayımlarına da karşı çıkmışlardır.

Reformcu epistemologlar, delilci itirazla ilgili ilk sorunun, sahip olduğumuz bilişsel mekanizmalarla, herkesin üzerinde uzlaşabileceği delil talebinin karşılanamayacağı görüşünü savunmuşlardır. Hiç kimse, diğer zihinlerin varlığına, tümevarımsal inançlara (örneğin, güneşin gelecekte doğacağına) veya geçmişin gerçekliğine (belki de Bertrand Russell’ın meraklı bakışı içinde) dair delil sunamamıştır. Nitekim bilindiği gibi klasik temelciliğe göre geçmişe olan inanç ve geleceğe yönelik tümevarımsal inançlar irrasyoneldir. Bu liste genişletilebilir.

İnsanların delillendirebileceği şeylerin de bir sınırı bulunmaktadır. Eğer her şeyi delillendirmemiz gerekirse, sonsuz bir delillendirme paradoksuyla karşı karşıya kalırdık. Bu açından bakıldığında kabul edebileceğimiz ve gerekçelendirebileceğimiz şeylerin bir sınırı olmalıdır. Öte yandan klasik temelcilerin ısrar ettiği gibi, çıkarımın temeli kendiliğinden apaçık, duyulara açık veya değiştirilemez inançları içeriyorsa, bu durumda delillerin sınırına çok çabuk ulaşabilmekteyiz. İşte bu nedenlerden dolayı reform epistemologları, klasik temelcilerin aklın doğru başlangıç noktasının kendiliğinden apaçık, duyulara açık ve değiştirilemezlik olduğunu iddia etmelerinin yanlış ve hatalı bir düşünce olduğunu savunmuşlardır.

İlk olarak Plantinga tarafından sunulan klasik temelcilik eleştirisi, öncelikle kendi kendisinin tutarsız olmasına dayanır. Yani klasik temelcilik, kendi kendine referansla reddedilmelidir. Klasik temelciliği (KT) hatırlayalım:

Bir p önermesi, yalnızca p, kendiliğinden apaçıksa, duyulara açıksa ve değiştirilemezse veya p; apaçık, duyulara açık veya değiştirilemez bir dizi önermeden çıkarılabilirse rasyoneldir.

KT’in tanımı gereği kendisini düşünelim. Kendi koşulları göz önüne alındığında, klasik temelciliği kabul etmek rasyonel midir? Klasik temelcilik kendiliğinden apaçık değildir: nitekim bunu anladıktan sonra birçok insan bunun yanlış olduğuna karar verir. Eğer kişi bir önermeyi anlayabilir ve reddedebilirse, bu önerme kendiliğinden apaçaık olamaz. KT duyulara açık da değildir; kimse göremez, tadamaz, koklayamaz, dokunamaz ya da duyamaz. Dolayısıyla klasik temelcilik, duyular içinde açık değildir. Ayrıca bir kişi klasik temelciliği kabul etse bile yanlış olabilir; bu yüzden klasik temelcilik değiştirilemez de değildir. Klasik temelcilik ne kendiliğinden apaçık, ne duyulara açık ne de düzeltilemez olduğu için, sonuç olarak rasyonel bir şekilde ancak deneyim dışı önermelerden çıkarılabilirse korunabilir. Bu mümkün müdür? Kendiliğinden apaçık, duyulara açık veya düzeltilemez temsili bir dizi kanıt önermeyi düşünelim:

 (E) Delili:

  • Eşitler eşitlere eklendiğinde eşitler elde edersiniz.
  • 2+2=4
  • Çimler yeşildir.
  • Gökyüzü mavi renktir.
  • Çimler bana yeşil görünmektedir.
  • Gökyüzü bana mavi görünmektedir.

Kendiliğinden apaçık, duyulara açık veya düzeltilemez önermelerle sınırlandırmak şartıyla, bu listeyi istediğiniz kadar kapsamlı bir şekilde genişletebilirsiniz. Buradan yola çıkarak (E)  delil olarak sunulduğuna KT için ne söyleyebiliriz? (E), KT için yeterli delile sahip midir? Çıkarım yapmak oldukça zor gibi dursa da aslında, (E)’deki tüm önermeler KT ile ilgisizdir. (E), KT’yi rasyonel olarak desteklememektedir. Dolayısıyla, KT kendiliğinden apaçık değildir, duyulara açık veya düzeltilemez de değildir. Ayrıca KT, kendiliğinden belirgin, duyulara açık veya değiştirilemez bir dizi önermeden de çıkarılamamaktadır. Yani KT, kendi tanımına göre irrasyoneldir. Bu açından bakıldığında KT’yi doğru olarak kabul edecek olursak, kendi tanımı gereği irrasyonel bir inanca sahip olurduk.

Bilindiği gibi Plantinga ve Wolterstorff’un takipçisi olduğu Thomas Reid (1710-1796), klasik temelciliğin erken eleştirmenlerinden birisidir. Reid insan zihninin inanç üreten bir dizi bilişsel mekanizmalar ile donatıldığını savunmuş, (temel inançlar) bu düşünceleriyle beraber Plantinga’nın savları için ona önayak olmuş isimdir. Reid’e göre gerekçelendirmeye ihtiyaç duyduğumuz inanç türleri, gerekçelendirmeye ihtiyaç duymadığımız inanç türlerinin küçük bir alt kümesidir. Bu görüşe göre ikinci grup inanç türleri, delil yardımı olmadan kabul edilebilen önermelerdir. Nitekim çoğu durumda, delil veya argüman olmadan, uygun koşullarda inanç üretmek için entelektüel mekanizmalarımıza güvenmemiz gerekir. Örneğin, bazen kendimizi, başkalarının varlığına inanırken görmekteyiz.  Her durumda bir kişi, düşünce ve duygularının merkezine birinci şahıs deneyimlerini koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında, bir insanın yüzünü veya bedenini görebilsek de, başka birinin düşüncelerini veya duygularını görememekteyiz. Bacağına iğne saplanmış bir kişiyi düşünelim ve bu kişinin ismi Emily olsun. Emily, iğnenin verdiği acıyla vücudunu geri çekmeye çalışacak, yüzünü ekşitecek ve kuvvetle muhtemel canı yandığı için feryat edecektir. Bu durumda Emily’nin acı çekme davranışı içerisinde olduğunu görebilirken, onun acısını ise görmemiz mümkün değildir. Acı deneyimi sadece insanlara özgü içsel deneyimdir. Öte yandan Emily’nin insanların acı duyduğunda sergiledikleri davranışları taklit eden akıllıca tasarlanmış bir robot olma ihtimalini de göz önüne alalım (Star Trek filmlerindeki gibi nöronlara kadar tam bir insan kopyası olduğunu düşünelim). Bu durumda da sadece Emily’nin acı davranışından yola çıkarak, içsel bir acı deneyimi içerisinde olup olmadığını anlamamız mümkün gözükmemektedir. Diğer zihinlerin varlığı olarak bilinen bu problem, düşünce tarihi içerisinde sıkça tartışılmış, ancak problemin çözümü için başarılı bir argüman geliştirilememiştir. Sonuç olarak bakıldığında klasik temelciliğin savları doğru olsaydı, diğer zihinlerin varlığına inanmak da irrasyonel olacaktı. Bu açıdan bakıldığında diğer zihinlerin varlığını kabul eden Reid’ci epistemologlara göre bazı temel inançlara sahip olmamız haklı bir epistemik temele sahiptir.

Önemli gördüğü inançlarının büyük bir kısmının çıkarımsal olmadığını kabul eden bir kişi, delil veya argüman olmadan Tanrı’ya inanmanın makul olacağını söyleyebilir mi? “Delil” burada çoğu delilcinin bunu kabul ettiği şekliyle anlaşılmalıdır, yani, genel olarak dini inancı temellendirdiği düşünülen deneyimsel deliller değil, bir teistik argümanda bulabilecek önermesel delil olarak. Bu durumda Tanrı inancı doğru bir şekilde temellendirilebilir mi?

Bir insanın, tartışmayı katılmadan Tanrı inancını kabul etmesinin mantıklı olabileceğine inanmasının en az iki nedeni vardır. Bunlardan birincisi parite (eşitlik) argümanıdır. Bu argümana göre dini olmayan inançlarımız gibi, dini inançlarımızda eşit derecede epistemik imkana sahiptir. İşte bu eşit epistemik durum söz konusu olduğunda, dini inanç üreten bilişsel mekanizmalarımıza güvenmememiz son derece olağandır (Plantinga’nın (2000), John Calvin‘i takip eden sensus divinitatus, ilahi his yetisi gibi). Ancak bazı filozoflar sensus divinitatus’a sahip olduğumuzu inkar etmekle beraber, parite argümanını da reddederler. İkinci neden ise, Tanrı inancının bilimsel bir hipoteze olan inançtan ziyade bir insana olan inanç gibi olmasıdır. Nitekim insan ilişkileri güven, bağlılık ve inanç ister. Eğer Tanrı’ya olan inanç atomlara olan inançtan ziyade diğer insanlara olan inanç gibiyse, o zaman insanlara güvendiğimiz gibi Tanrı’ya da güvenmemiz uygun olacaktır. Nitekim William James de “İnanma İradesi”nde buna benzer bir argüman sunmaktadır.

Sonuç olarak Reformcu epistemologlar, argüman ya da delil olmadan hatta tartışmaya katılmadan bir kişinin düzgün işleyen bilişsel mekanizmaları sayesinde Tanrı’ya inanmasının uygun bir temelde olabileceğini savunmuşlardır.

8.Dini Tecrübe

Plantinga, Tanrı inancının rasyonel olabilmesi için önermesel delil veya argüman desteğinin gerekmediğini iddia etse de, Tanrı inancının temelsiz bir yapıda olmadığını da savunmuştur. Plantinga’ya göre Tanrı inancı, bir dağın tepesindeki ilahi heybet ya da bir çiçeğin güzelliğini fark ederken duyduğumuz ilahi yaratıcılık gibi karakteristik dini deneyimlere dayanmaktadır. Bu dini deneyimlere örnek olarak suçluluk duygusu (affetme), umutsuzluk, Kutsal Ruh’un içsel çağrısı veya ilahi olanla (mistisizm) doğrudan temas gibi kavramlardan bahsedebiliriz. Birçok inanan için Tanrı deneyimi çok canlıdır. Nitekim bu deneyimleri duyusal metaforlarla tarif etmeleri de bunun ispatıdır: Tanrı’yi gördüğünü, duyduğunu veya dokunduğunu iddia edenler gibi.

Dini deneyime dayanarak, inançlı insanların Tanrı’ya olan bu inançlarını bir argüman temelinde yorumlamaları önemlidir. Bu insanlar genel olarak, bu deneyimlerinin sonucunda Tanrı’yı ​​doğrudan gördüklerine veya onu duyduklarına inanmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında dini deneyim, genellikle kendi kendini doğrulayan olarak kabul edilir. Reid’in düşüncesiyle ele alacak olursak kişi, uygun deneyimlerle temellendirdiği Tanrı inancına; güvenilir bilişsel mekanizmaları sayesinde sahip olabilir. (Reid ayrıca, Tanrı’nın varlığının argümanla desteklenebileceğine ve desteklenmesi gerektiğine de inanmaktadır.) Richard Swinburne,’e göre iyi bir nedenimiz olmadığı sürece başkalarının söylediklerine güvenmek makuldür. Bu nedenle, dini bir deneyimi olmayan birisinin, dini bir deneyimi olduğunu iddia eden birinin gerçekliğine güvenmesi makul olacaktır. Ancak burada sadece iddia edilen dini deneyimin konusu değildir, herkes için geçerli olacak bir dini deneyime dayanarak, Tanrı’ya inanmanın makullüğüdür.

Bazı filozoflar ise dini deneyimi dini inanç için uygun bir zemin olarak görmemişler ve reddetmişlerdir. Bu filozoflar dini deneyim sahibi insanların güçlü, sözde mistik deneyimler yaşadıklarını inkar etmemekle beraber, bu deneyimlerinin kaynağının veya nedeninin Tanrı olduğunun güvenilir bir şekilde çıkarabileceğini doğru bulmamışlardır. Açıkçası en hevesli mistiklerin bile bazı mistik deneyimlerin yanıltıcı olduğunu iddia etmeleri bu noktada anlaşılabilir şeydir. Peki, doğru deneyim aldatıcı deneyimden nasıl ayrılır? Eğer dini deneyimin geçerliliğini değerlendirmek için başka deliller getirilmesi gerekiyorsa, o zaman dini inanç, bu deneyime dayanmaktan ziyade bu delillere dayanmıyor mudur? William Alston (1991) bu tür sorulara algısal inançlar temelinde yanıtlar vermektedir. Ona göre algısal inançları şüpheli görmek için elimizde geçerli bir neden bulunmamaktadır. Alston için dini deneyimler ve bunların ürettikleri inançlar, algısal deneyimlere ve ürettikleri inançlara benziyorsa, onlardan şüphe duymamamız gerekir.

9.İçselcilik/Dışsalcılık

Dini inancın rasyonalitesine ilişkin en önemli konulardan bazıları, epistemolojide içselcilik ve dışsallık arasındaki ayrım içerisinde resmedilmiştir. Rasyonalite ile ilgili içselci filozoflar, içselci teori içerisinde inançlarımızın rasyonel olarak haklı olup olmadığını söyleyebileceğimizi iddia ederler. Klasik temelciler tarafından temel inançları tanımlamak için kullanılan dil, tamamen içselci bir yapıdadır. Kendiliğinden apaçık ve duyulara açık, değiştirilemez yapıya sahip olan inançları düşündüğümüzde; kişi sadece kendi inançlarını inceleyebilir ve uygun açılardan belirgin olup olmadıklarını değerlendirebilir. Tümdengelimsel çıkarım, rasyonel gerekçeyi daha düşük seviyelerden daha yüksek seviyelere aktardığından, birinin inançları arasındaki çıkarımsal ilişkileri dikkatlice kontrol ederek, temel inançlardan temel olmayan inançlara geçtiğini görebiliriz. Bu yüzden içselciler, rasyonaliteyi kişinin doğrudan bilişsel erişimine sahip olduğu öğeler üzerinden değerlendirir ve kişilerin inançlarının zihinsel bir inceleme ile ayırt edilebilecek yapıda olduğuna inanırlar.

Öte yandan Plantinga, çağdaş temelciliğin rasyonel gerekçenin doğasını yanlış anladığını savunmaktadır. Plantinga’ya göre bir inanç, ancak kişinin, bilişsel mekanizmalarına başvurmak üzere tasarlandığı koşullarda, düzgün çalışan bilişsel yetiler tarafından üretilmesi durumunda; ayrıca, bu yetilerin gerçek inançlar üretmek için tasarlandığı durumlarda uygun temeldedir. Bu yüzden, örneğin, ‘önümde bir bilgisayar ekranı var’ inancım, yalnızca düzgün çalışan algısal mekanizmalarım tarafından üretildiğinde (hayal değil), kimse beni kandırmıyorsa, (bilişsel ortamımı bozarak) ve algısal yetilerim (Tanrı tarafından) gerçek inançlar üretmek için tasarlandıysa doğrudur.

Alvin Plantinga (1932-….)

Plantinga’nın tanımının içselci bir yapıda olmadığına dikkat edelim: birinin bilişsel yetilerinin düzgün çalışıp çalışmadığı ve bu yetilerin Tanrı tarafından gerçek inançların üretimi için tasarlanıp tasarlanmaması gibi. Plantinga’nın dışsalcı düşüncesine göre, kendi inançlarımızı temellendirerek onları güvence altına almış olmayız. Güvenilir inanç (bilgi), inanan kişinin dışındaki koşullara bağlıdır ve bu yüzden tamamen bize bağlı değildir. Güvence söz konusu olduğunda rasyonel görüşümüz, bilinçli bir şekilde ama kontrolümüz altında olmayan koşulların karşılanıp karşılanmadığına bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında dışsalcılık doğruysa, klasik temelcilik ve içselcilik, epistemik güvencenin doğasını tamamen yanlış anlamıştır.

10.Rasyonel Tutum

Yanılabilirlik söz konusu olduğunda, Tanrı inancını temel bir inanç olarak kabul edenler, Tanrı inancına yönelik olumlu ve olumsuz delilleri dikkate almak durumundadır. Reid’in ardından gelen Reformcu epistemologlar, inancın güvence ile başladığını iddia etmektedirler (görünüşte iddia edildiği gibi, şüpheyle değil). Bu düşünceye göre inançlarımız, aksi ispatlanana kadar suçlu olmaktan ziyade, suçlu olana kadar masumdur. Gerçekliği kavramak için bilişsel yetilerimizi ve kapasitelerimizi sonuna kadar kullanmalı ve onlara güvenmeliyiz. Ama aynı zamanda bazen yanlış yaptığımızın da farkına varmalıyız. Bilişsel yetilerimiz yanılmaz yapıda değildir. Reid, Plantinga ve Wolterstorff, insanın yanılabilirliğinin farkındadırlar ve bilişsel yetilerimiz tarafından masum bir şekilde iletilen inançlarımızla arasındaki görünür çatışmaları karara bağlamamıza yardımcı olacak kasıtlı (akıl yürütme) bir yetinin olması gerektiğini de kabul etmektedirler. Reid’in rasyonel inanca özetle genel yaklaşımı şudur: onları reddetmek için iyi bir nedeniniz yoksa bilişsel yetileriniz tarafından uygun koşullarda üretilen inançlarınıza güvenin.

Sorunu daha iyi anlamaya çalışalım. Yaygın anlaşmazlıkların gösterdiği gibi, bilişsel yetilerimiz; ahlakın doğası, kişilerin doğası, sosyal ve politik düşüncenin ve inancı gibi temel insani kaygılar konusunda daha az güvenilir görünmektedir. Rasyonalitenin gerçekliğe yönelik olduğu göz önüne alındığında, Reformcu epistemologlar bu hedefe ulaşmayı daha muhtemel kılmak için iki şey yapmaya istekli olmalıdır. İlk olarak, mümkün olan en iyi şekilde, temel insani kaygılar delillerle desteklemelidirler. Delil gerçeğe elverişli olduğundan, temel bir inanca güvence sağlayabilir. Ahlak, Tanrı vb. ile ilgili temel inançlar, bu tür deliller kabul edilinceye kadar mantıksız olarak görülmemelidir; çünkü kişinin bu konulardaki epistemik durumu, deliller ölçüsünde değişebilmektedir. Bu Reform epistemolojisini Augustinci inanç ve akıl görüşüne paradigmatik bir örnek haline getirecektir: fides quaerens intellectum (anlamını arayan inanç). İkincisi, yanlış inançları ortadan kaldırmak için aksine delillere açık olmaları gerekmektedir. Bu konularda yanılabilme ihtimali göz önüne alındığında, kendilerini epistemik düzeltme olasılığına kapamamalıdırlar. Reformcu epistemologlar samimi gerçeği arayanlarsa, aşağıdaki tavrı takınmaları gerekmektedir:

Rasyonel Tutum: Aklın kurtarıcılığına güvenin, destekleyici deliller arayın ve aksine delillere açık olun.

Reformcu epistemolojiye göre, Tanrı inancının rasyonel olabilmesi için delil ihtiyacı gerekli olmayabilir. Ancak buradaki yanılabilirlik göz önüne alındığında, inananların hayatında önemli bir yeri olduğu gerçeği göz önüne alınmalıdır. Fides quaerens intellectum.

11.Reformcu Epistemolojiye İtirazlar

Reformcu epistemoloji üç temel nedenden dolayı itiraz edilmiştir. Birincisi, bazı filozoflar sensus divinitatus’a sahip olduğumuzu inkar eder ve bu nedenle parite argümanını reddeder. İkincisi, bazı filozoflar, Reformcu epistemolojinin çok geniş olduğunu ve neredeyse tüm inançların rasyonel olarak kabul edilebileceğine izin verdiğini gerekçe göstererek itiraz ederler. (Gary Gutting buna ‘Büyük Balkabağı İtirazı’ demektedir). Son olarak onu bir tür fideizm olarak gören bazı düşünürlerde, Reform epistemolojisini reddetmişlerdir. Bilindiği gibi fideizm, Tanrı inancının, aklın dışında tutulmasının gerekliliği görüşündedir. Ancak fideizmin bu geleneksel tanımına göre Reform epistemolojisi, bir tür fideizm olarak sayılamaz, çünkü Tanrı inancının rasyonalitesi için büyük çaba sarf eder. Bununla birlikte, eğer kişi fideizmi Tanrı inancının delil veya argüman olmadan haklı olarak savunulabileceği görüşü olarak tanımlarsa, Reform epistemolojisi bir tür fideizm sınıflandırmasının içerisine girer.

12.Fideizm

Akla vurgu yaptıkları için, çok az sayıda filozof fideist olarak değerlendirilir. Bununla birlikte bazı büyük düşünürler, aklın, inançlı kişilerin hayatında önemli bir rol oynadığını açıkça reddetmişlerdir. Tertullian’ın “Atina’nın Kudüs ile ne ilgisi var?” adlı retorik sorusu, inancın (İsa’nın Kudüsü) akılla (ya da Sokrates Atina, Platon ve Aristoteles) hiçbir ilgisi olmadığı görüşünü ortaya çıkarmak anlamına gelir. Tertullian, “İnanıyorum çünkü saçma” demeye devam edecektir. Pascal (1623-1662), Kierkegaard (1813-1855) ve Wittgenstein’ın takipçileri (20. yüzyılın sonları) hep fideizmle suçlanmıştır (bu, 1950’lerde bir ABD vatandaşına “komün” demenin felsefi karşılığıdır). Biraz daha açmaya çalışalım.

Soren Kierkegaard (1813-1855)

Pascal’ın bahsi, dini inancın rasyonalitesinin analizini olasılıklar ve faydalar üzerinden yapmaktadır. Tanrı’nın var olması ve kâfirlerin ebedi lanetle cezalandırılma olasılığı ve ebedi mutlulukla ödüllendirilen inanan düşünüldüğünde Pascal, Tanrı’nın varlığını iddia etmenin mantıklı olduğunu savunur. Pascal bizden akılcı, ihtiyatlı bir kararla Tanrı’nın varlığı lehine bir bahis koymamızı ister. Sonuç olarak Pascal, ya Tanrı vardır ve kişi sonsuz bir mutluluğa sahip olur ya da Tanrı yoktur ve kişi çok az şey kaybeder demektedir.

Pascal’ın bu bahsi sıklıkla eleştirilmiştir, ancak biz burada bahis açısından Pascal’ın inanç ve akıl ile ilgisini dikkate alacağız. Bahis, insanları sonsuz kaderlerini umursamaları için şok eden birçok araçlarından sadece biridir. Arzularımızın gerçeği ayırt etme yeteneklerimizi etkilediğini iddia ettikten sonra, arzularımızı gerçeğe uygun şekilde yönlendirmeye çalışır. Bahis, Tanrı hakkındaki gerçeği arama arzusunu ve arzuları değiştikten sonra Hıristiyanlığın delillerini doğru bir şekilde yargılama yeteneğini uyarabilir. Dolayısıyla, bahsiyle öne çıkmasına ve delilleri açıkça göz ardı etmesine rağmen Pascal, sonuçta bir tür delilci gibi görünmektedir (klasik bir temelci gibi değil).

Søren Kierkegaard’ın içe dönük muhakeme veya öznelliğin rolüne yaptığı vurgu, onun bir fideist olarak anlaşılmasında rol oynamıştır. Hem rasyonalizme hem de dogmatizme karşı tepkisi onu imanı belirli bir sıçrayışa ulaşma tanımına yöneltmiştir. Öte yandan buradaki sıçrama, mantıklı olanın ötesinde bir “sıçrama”dır (saçma bir sıçrama). Bazı filozoflar, Kierkegaard için inancın, kalbin basitçe tutkulu bağlılığını içeren bir şey olduğunu, hatta önermenin gerçeğine rasyonel bir onay almaktan daha fazla bir şey olduğunu vurguladığını da iddia etmişlerdir.

Ludwig Wittgenstein (1889-1951)

Son olarak esrarengiz Ludwig Wittgenstein’ın takipçileri, “Wittgenstein fideizmi” olarak adlandırılan bir görüş olan Tanrı inancının temelsizliğini savunmuşlardır. Wittgenstein’ın daha sonraki çalışmaları, bazı nedenlerden dolayı muazzam inanç çeşitliliğini fark etmesini sağlamıştır. Wittgenstein’ın en önde gelen öğrencilerinin çoğu, onun insan inancının yapısına ilişkin genel görüşlerini ele almış ve onları dini inanca dindar bir şekilde uyarlamıştır. Örneğin Norman Malcolm Tanrı inancını, şeylerin havada kaybolmadığı inancıyla karşılaştırmıştır. Her ikisi de insan inancının test edilmemiş ve test edilemez çerçevesinin bir parçasıdır. Bu çerçeveler, diğer inançların sınanabileceği inançlar sistemini oluştururlar. Çerçeve içindeki inançları haklı olarak gösterebilsek de, çerçevenin kendisini haklı çıkaramayız. Bu sebeple bir sebep arayışı, boşuna bir uğraş olacaktır.

13.Sonuç

Tanrı inancı rasyonel midir? Delilci itiraz, kanıt eksikliğinden dolayı “Hayır” yanıtını vermektedir. Bu durumda “Evet” diyen teistler ise iki ana kategoriye ayrılır: yeterli delil olduğunu iddia edenler ve delilin gerekli olmadığını iddia edenler. Temelciliğe dayalı delilciler, Tanrı inancını rasyonel bir şekilde temellendirmek için yeterli delil olduğunu savunurken, Reformcu epistemologlar Tanrı inancını rasyonel bir şekilde temellendirmek için delilin gerekli olmadığını iddia etmektedirler (ancak Tanrı’ya olan inanç çeşitli karakteristik dini deneyimlere dayanmaktadır). Felsefi fideistler ise, Tanrı inancının rasyonel alana ait olmadığını iddia ederler. Ayrıca bu teistik iddiaların hepsi, non-teistler tarafından da geniş ve coşkulu bir şekilde tartışılmaktadır.

Batı Avrupa ülkelerinde, Aydınlanma düşüncesinden bu yana dini inanç zayıflamıştır. Yine de buna karşıt fikirler bulunmaktadır. Bugün Amerikalıların % 90’ından fazlası yüksek bir gücün varlığına inanmaktadır. Çin’de, onlarca yıl boyunca kurumsal olarak uygulanan ateizmin ardından, dini inanç dramatik bir şekilde artışa geçmiştir. Aydınlanma’dan beri dini inanç, Anglo-Amerikan filozoflar arasında azalsa da, birçok önde gelen Anglo-Amerikan filozofu teisttir. Bu sosyolojik gözlemlerden ne gibi sonuçlar çıkarılabilir? Sonunda tüm ülkeler sonunda Batı Avrupa’nın öncülüğünü izledikçe inançlar galip mi gelecek? Bu irrasyonel dini inancın inatçılığını, Akıl yok edemez mi? Tanrı’ya inanan toplumların, dünyayı, çeşitli günah biçimleriyle (Batı’da açgözlülük ya da Doğu’da kötü komünizm gibi) kaplaması normal midir? Delilden yoksun insanlara delil getirilirse, Tanrı inancı rasyonel olabilir mi? Elbette bu sosyolojik gerçekler, Tanrı inancının rasyonalitesi ile ilgili tartışmalarla alakasızdır. Ancak dolaylıda olsa konuyla ilgilidirler: çünkü çeşitli bağlamlarda dini inancın devam etmesi, sonraki nesiller için dini epistemolojideki tartışmaları ve gelişmeleri ele almaya teşvik edecektir.

Kaynakça ve İleri Okuma

  • Adams, Robert Merrihew. The Virtue of Faith and Other Essays. Oxford: Oxford University Press, 1987.
  • Adams, Marilyn McCord and Robert Merrihew Adams, eds. The Problem of Evil. Oxford: Oxford University Press, 1990.
  • Alston, William. Perceiving God. Ithaca: Cornell University Press, 1991.
  • Brockelman, Paul T. Cosmology and Creation: The Spiritual Significance of Contemporary Cosmology. New York: Oxford University Press, 1999.
  • Clark, Kelly James. Return to Reason: A Critique of Enlightenment Evidentialism and a Defense of Reason and Belief in God. Grand Rapids: Eerdmans, 1990.
  • Craig, William Lane, and Quentin Smith. Theism, Atheism, and Big Bang Cosmology. Oxford: Oxford University Press, 1993.
  • Davis, Stephen. God, Reason and Theistic Proofs. Edinburgh: Edinburgh University Press, 1997.
  • Gutting, Gary. Religious Belief and Religious Skepticism. Notre Dame: University of Notre Dame Press, 1982.
  • Helm, Paul. Faith and Understanding. Edinburgh: Edinburgh University Press, 1997.
  • Hume, David. Dialogues Concerning Natural Religion. New York: Routledge, 1779/1991.
  • Huxley, T. H. Agnosticism and Christianity, and Other Essays. Buffalo, NY: Prometheus Books, 1931/1992.
  • Jordan, Jeff, ed. Gambling on God, Lanham MD: Rowman & Littlefield, 1994.
  • Le Poidevin, Robin. Arguing for Atheism: An Introduction to the Philosophy of Religion. New York: Routledge, 1996.
  • Murray, Michael, ed. Reason for the Hope Within. Grand Rapids: Eerdmans, 1999.
  • Plantinga, Alvin, and Nicholas Wolterstorff, eds. Faith and Rationality: Reason and Belief in God. Notre Dame: University of Notre Dame Press, 1983.
  • Plantinga, Alvin.. Warrant: The Current Debate. New York: Oxford University Press, 1993.
  • Plantinga, Alvin. Warranted Christian Belief. New York: Oxford University Press, 2000.
  • Plantinga, Alvin. Warrant and Proper Function. New York: Oxford University Press, 1993.
  • Russell, Bertrand. Why I Am Not a Christian, and Other Essays on Religion and Related Subjects. New York: Simon and Schuster, 1957. Swinburne, Richard. The Existence of God. New York: Clarendon Press, 1979.
  • Swinburne, Richard. Faith and Reason. New York: Oxford University Press, 1984.
  • Wainwright, William. Reason and the Heart: A Prolegomenon to a Critique of Passional Reason. Ithaca: Cornell University Press, 1995.Wolterstorff, Nicholas. Reason within the Bounds of Religion. Grand Rapids: Eerdmans, 1976.
  • Wolterstorff, Nicholas. Thomas Reid and the Story of Epistemology. New York: Cambridge University Press, 2001.
  • Zagzebski, Linda, ed. Rational Faith: Catholic Responses to Reformed Epistemology. Notre Dame: University of Notre Dame Press, 1993.

Kelly James Clark- “Religious Epistemology”, (Erişim Tarihi: 01.06.2020), Erişim Kaynağı: https://www.iep.utm.edu/relig-ep/

Çevirmen: Musa Yanık

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

İbn Sina Zihin-Beden Problemine Dair Bize Ne Öğretebilir? – Peter Adamson

Sonraki Gönderi

İklim Değişikliği Döneminde Çözüm Nükleer Enerji Değil – Stony Brook

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü