Jacques Lacan (1901-1981) – Matthew Sharpe (Internet Encyclopedia of Philosophy)

/
509 Okunma
Okunma süresi: 61 Dakika

Yirminci yüzyılda beşerî bilimler alanındaki entelektüel yaşamı Jacques Lacan kadar etkileyen çok az düşünür olduğunu söylemek doğru olur. Lacan’ın “Freud’un anlamına dönüş” hareketi, psikanalitik hareketin kurumsal yüzünü uluslararası alanda derinden değiştirdi. 1950’lerdeki seminerleri, 60’lar ve 70’lerde Fransız edebiyatına hâkim olan ve İngilizce konuşulan dünyada “post-yapısalcılık” olarak bilinen felsefi akımın şekillendiği ortamlardan biriydi.

Lacan’ın çalışmaları Fransa’nın hem içinde hem dışında estetik, edebi eleştiri ve film teorisi gibi alanlar için oldukça önemli olmuştur. Louis Pierre Althusser’in (ve daha yakın zamanda Ernesto Laclau, Jannis Stavrokakis ve Slavoj Žižek gibi isimlerin) çalışmaları aracılığıyla Lacanyen teori, siyaset teorisinde, özellikle de ideoloji ve kurumsal yeniden üretim analizi konularına da damgasını vurmuştur.

Bu makale, Lacan’ın teorik çalışmalarının felsefi mirası ve önemi hakkında bir şeyler özetlemeyi amaçlamaktadır. Lacan’ı tanıttıktan sonra, öncelikle Lacan’ın felsefi antropolojisine, dil felsefesine, psikanalizine ve etik felsefesine odaklanmaktadır.


İçindekiler

  1. Biyografi ve Genel Giriş
    a. Biyografi
    b. Entelektüel Biyografi
    c. Teorik Projesi
  2. Lacan’ın Felsefi Antropolojisi
    a. Ayna Evresi
    b. Arzu, Öteki’in Arzusudur
    c. Ödipal Kompleks, Kastrasyon, Baba’nın Adı ve Büyük ÖTeki
    d. Yasa ve Simgesel Özdeşim
    e. Özet
    f. Lacan’ın Tanısal Kategorileri
  3. Lacan’ın Dil Felsefesi
    a. Dil ve Yasa
    b. Yorumlama Olarak Psikanaliz
    c. “Konuşma Tedavisi”nin İyileştirici Etkisi
  4. Lacanyen Psikanaliz ve Etik Felsefesi
    a. Efendi Gösterenler ve İnancın Merkezsizleştirilmiş Doğası
    b. Lacan’ın Düşlem Kavramı
    c. Lacanyen Özneler ve Etik
  5. 5. Kaynakça ve İleri Okumalar

1. Biyografi ve Genel Giriş

a. Biyografi

Jacques-Marie-Émile Lacan, 13 Nisan 1901’de Paris’te, sıkı Katolik geleneğinden gelen bir aileye doğdu ve Cizvit okulunda eğitim gördü. Lisans eğitimini tamamladıktan sonra tıp eğitimine, sonra da psikiyatri eğitimine başladı. Lacan, 1927’de klinik eğitime başladı ve (diğer psikiyatristlere ek olarak) ünlü psikiyatrist Getan Gatian de Clerambault ile tanışıp çalışarak psikiyatrik kurumlarda çalışmaya başladı. Paranoid psikoz üzerine olan doktora tezi 1932’de kabul edildi. 1934’te La Societe Psychoanalytique de Paris’ye (Paris Psikanaliz Derneği; SPP) üye oldu ve savaşın patlak verişine kadar analizden geçti. Fransa’nın Nazi işgali sırasında Lacan, “insan türünün düşmanı” adını verdiklerine karşı protesto olarak bütün profesyonel etkinliğini sona erdirdi. Savaştan sonra SPP’ye tekrar katıldı ve uluslararası psikanaliz camiasında tanınmış ve tartışmalı bir figür hâline gelişi de bu savaş sonrası döneme tekabül etmişti; nihayetinde, 1962 yılında, psikanalizin amacı ve uygulanışına dair alışılmışın dışındaki görüşleri nedeniyle International Psychoanalytic Assosciation’dan (Uluslararası Psikanaliz Birliği; IPA) menedildi.

Ancak Lacan’ın hem teorisyen hem pratisyen olarak kariyeri, aforoz edilmesiyle son bulmadı. 1963’te, Lacanyen koşullara göre analist eğitmeye ve psikanaliz uygulamaya adanmış bir okul olan L’Ecole Freudienne de Paris’yi kurdu (Paris Freudyen Okulu; EFP). 1980’de EFP’yi tek başına feshettikten sonra École de la Cause Freudienne (Freudyen Dava Ekolü) isimli ekolü kurdu ve şöyle dedi: “Dilerseniz Lacanyen olmak size kalmış; ben Freudyenim”. Lacan, 9 Eylül 1981’de Paris’te öldü.

b. Entelektüel Biyografi

Lacan’ın ilk büyük teorik yayını, “On the Mirror Stage as Formative of the I” (“Ben’in Biçimlendiricisi Olarak Ayna Evresi Üzerine”) isimli eseriydi. Bu eser ilk olarak 1936’da ortaya çıktı. Bu eserin yayınını, Lacan’ın çok az yayın yaptığı uzunca bir dönem takip etti. 1949’da ise daha geniş bir kitlenin beğenisine yeniden sunuldu. Lacan, 1953’te SPP’ye sunduğu “The Function and Field of Speech in Psychoanalysis” (“Psikanalizde Konuşmanın İşlevi ve Alanı”) konulu tezinin başarısının ardından, ölümüne kadar her yıl (farklı kurumsal kılıklarda olsa da) düzenlemeye devam edeceği seminerler serisini başlattı. İsmiyle özdeşleşen fikirleri geliştirmesi ve durmaksızın revize etmesi de yine bu forumda gerçekleşti. Lacan’ın yayın konusunda ikircikli olduğu bilinse de seminerler, çeşitli takipçileri tarafından yazıya dökülmüş ve birkaçı İngilizceye de çevrilmiştir. Lacan, en önemli denemelerinden bir seçkiyi Ecrits (Yazılar) adıyla 1966 yılında yayınlamıştır. Bu metnin kısaltılmış versiyonu İngilizcede de mevcuttur (bkz. Kaynakça ve İlave Okumalar).

c. Teorik Projesi

Lacan’ın en azından 1953’ten itibaren beyan ettiği teorik niyeti, “Freudyen alan” olarak adlandırdığı şeyi yeniden biçimlendirme girişimiydi. Yazıları, konuşmaları ve seminerlerinden oluşan büyük külliyatı, Freud’un teorik yazılarının birbiriyle bağlantılı şu dört amacını birleştirme ve yeniden temellendirme girişimi olarak okunabilir:

  1. Bir tedavi yöntemi olarak psikanaliz pratiği teorisi
  2. Akıl hastalığının tanısal bulgusallığının formülleştirilmesi
  3. Temel oluşturacak sistematik bir metapsikolojinin ortaya koyulması
  4. Ve “medeni” insanın psikolojik gelişimine dair bir açıklama inşa etmek

Fakat Lacan, bu projeye, özellikle yapısalcı dil bilim, Claude Levi-Strauss’un yapısal antropolojisi, topoloji ve oyun teorisinden yararlanarak, insan bilimlerindeki son gelişmelere dair yoğun bir bilgi birikimi getirmiştir. Dahası, Jacques Derrida’nın da belirttiği gibi, Lacan’ın çalışmaları, diğer psikanalitik teorisyenlerde görülmemiş seviyede, özellikle Alexandre Kojève’in 1933-1939 yıllarında Paris’te Hegel üzerine verdiği oldukça etkili derslere katılmasıyla şekillenmiş, modern felsefe (özellikle Descartes, Kant, Hegel, Heidegger ve Sartre) ile olan etkileşimiyle karakterize edilir.

2. Lacan’ın Felsefi Antropolojisi

a. Ayna Evresi

Lacan’ın “On the Mirror Stage as Formative of the I” (“Ben’in Biçimlendiricisi Olarak Ayna Evresi Üzerine”; 1936, 1949) makalesi, Lacan’ın asla vazgeçmediği ve daha sonra da post-yapısalcı bir düstur hâline gelen bir öğretinin parametrelerini ortaya koymaktadır: insan kimliği, “merkezsizleştirilmiştir”. Lacan’ın yazısının asıl gözlemi, 6 ile 18 aylık bebeklerin davranışıyla alakalıdır. Lacan, bebeklerin bu yaşlarda aynada kendi imgelerini tanıyabildiklerini ifade eder. Bu kayıtsız bir deneyim de değildir. Bu tanıma, çocuğa büyük bir haz verir. Lacan’a göre bu “neşe”yi, ancak aynadaki imgesini tanıyışında çocuğun kendisini bütün ve ayrı bir birey olarak ilk kez nasıl gördüğünün ifadesi olarak açıklayabiliriz. Lacan için (çağdaş psikanalitik gözlemlere dayanarak) bu zamandan önce bebek, Ben ve Öteki arasında net bir ayrım yapamayan, hayatta kalmak için (ki hayvanlar aleminde görülmeyen bir süre boyunca) ilk bakıcılarına tamamen bağımlı olan “parça parça bir beden”den biraz daha fazlasıdır.

Ayna evresine dair bu gözlemin imaları, Lacan’a göre oldukça geniş kapsamlıdır. Eğer doğruysa bu imalar, bireylerin bireyleşme hissinin oluşumunun hiçbir şekilde bireylere içkin olarak doğuştan geldiği varsayılan “organik” ya da “doğal” gelişimden kaynaklanamayacağı gerçeği etrafında dönerler. Zaten Freud’un Ego and Id (Ego ve İd) eserinde ayrıntılandırılmış ego[1] kavramını yansıtan ve geliştiren Lacan’a göre Ben, daha en başta bir Öteki’dir. Lacan’ın “Aggressivity in Psychoanalysis”te de (“Psikanalizde Agresiflik”) üzerine konuştuğu gibi, bu vecizenin hakikati bebeklerdeki geçişlilikte[2] açıkça görülmektedir: bir çocuğun diğerine vurduğu hâlde vurulan çocuğun “ben ona vurdum” demesi olayı veya tam tersi bir durum. Bu durum, yetişkin insan deneyimimizde de kendimiz hakkında ikinci veya üçüncü şahıs kullanarak konuşmamız ve düşünmemizin kalıcı bir olasılık olarak kalması gerçeğinde daha basit bir şekilde fark edilir. Bu olgularda Lacan’a göre belirleyici olan, egonun temelde bir nesne olmasıdır: ego, bireyin dünyada karşılaştığı nesnelerin ve diğer insanların görsel imgeleri üzerine modellenmiş öznel bütünlüğün yapay bir iz düşümüdür. Bu doğrultuda, Lacan için ego ile özdeşim, özellikle bebeklerde aşikâr olan ve Freud’un Three Essays on Sexuality (Cinsellik Üzerine Üç Deneme) kitabında çocukların sevgi nesnelerine karşı ilksel ambivalanslarını[3] vurguladığında tanıdığı, insan davranışındaki kaçınılmaz saldırganlık bileşeninin altında yatan şeydir (oral dönemde sevmek, yiyip bitirmektir; anal dönemde hükmetmek ya da yok etmek…).

b. Arzu, Öteki’nin Arzusudur

Lacan’ın kariyeri boyunca arzunun, Öteki’nin arzusu olduğunu iddia etmesi de kimliğin yukarıda bahsedilen temel anlayışına dayanmaktadır. Bu formülle Lacan’ın kastettiği, insanların, cinsel arzu duyduklarında diğer insanları arzuladıkları (ki bu evrensel olarak doğru değildir) şeklindeki önemsizlik değildir. Yine Freud’un cinsellik teorisini geliştiren Lacan’ın iddiası, psikanalizin ortaya koyduğu şeyin daha ziyade insanların neyi nasıl arzulayacağını öğrenmesi gerektiğidir. Lacanyen teori, bebeklerin her zaman dünyaya sürekli ya da belirli aralıklarla tatmin edilmesi gereken temel biyolojik ihtiyaçlarla geldiğini reddetmez. Ancak Lacan, oldukça erken yaştan itibaren bebeğin bu ihtiyaçlarını tatmin etme girişimlerinin ötekilerle değiş tokuş diyalektiğine kapıldığını vurgular. Bebeğin benlik hissi sadece bu ötekilerin imgeleri (veya bir tür öteki olarak aynadaki kendisi) ile özdeşim kurarak kazanıldığından dolayı Lacan, bu benlik hissinin doğrudan bir öteki ya da ötekileri olarak veya bu ötekiler aracılığıyla arzulamanın açıkça insana ait olduğunu iddia eder. Toplumsal olguları göz önünde bulundurduğumuzda kastettiği şeyi anlayabiliriz. Çocukların kavgalarının kolayca kanıtladığı gibi, bir nesnenin bireyler için arzulanabilir hâle gelmesi, ötekilerin de bu nesneyi arzuladığının algılanmasıyla tamamen mümkündür, öyle ki ötekilerin arzusu geri çekildiğinde nesne de cazibesini yitirir.

Lacan, arzunun bu merkezsizleşmesini, bireyin biyolojik ihtiyaçlarının, bu bireydeki öteki insanlar tarafından tanınma ve sevilme talebinin değişkenliklerinden ayrılamaz ve daha da önemlisi bu değişkenliklere tabi olduğunu söyleyerek ifade eder. Ecrits’de bahsettiği üzere, dışkının bırakılması ya da tutulması gibi görünüşte “doğal” olaylar, çocuğun ebeveynleri ile olan ilişkisinin tarihçesinde, onun itaatini ya da isyanını ifade eden bölümler hâline gelir. Aç bir çocuk, yemeğin, bir sevgi göstergesi olarak değil de ebeveynlerinin memnuniyetsizliği ya da sabırsızlığının bir ifadesi olarak sunulduğunu algılarsa yemeği yemeyi bile reddedebilir.

Bu açıdan, Lacan’ın oyun teorisine yaptığı önemli atıf da açıklanabilir hâle gelir çünkü oyun teorisi, tam da bireylerin kendi isteklerine ilişkin kararlarının prensipte hem ötekilerin kararlarını etkileyebileceği hem de ötekilerin kararlarından etkilenebileceği durumlarda mevcut olan ihtimalleri biçimlendirme girişimini içerir. Lacan’ın Ecrits’deki “Direction of the Treatment” (“Tedavinin Yönü”) makalesinin anlattığı üzere Lacan, Freud’un aktarım kavramı çevresinde kuramlaştırdığı şekilde (bkz. 2. Kısım), analitik durumu tam olarak böyle bir durum olarak ele almaktadır. Bu yazıda Lacan, Freud’un Interpretation of Dreams’te (Rüyaların Yorumu) anlattığı kasabın eşinin rüyasına odaklanır. Bu bahsi geçen “kasabın eşi”, Freud’un rüyaların her zaman dilek gerçekleşmesi olduğu teorisinin geçersizliğine kanıt olduğunu düşündüğü bir rüya gördü. Lakin Freud’un da yorumladığı gibi, ancak bir hasta analize girdikten sonra dileklerinin (en azından kısmen) analistin algılanan dilekleri ile ilişkili olarak inşa edildiği düşünüldüğünde bu rüya açıklanabilir hâle gelir. Bu durumda, bu rüyanın ifade ettiği dileklerden en az biri, kadının, Freud’un (teorisinin doğru olması) arzusunun engellenmesi dileğiydi. Aynı şekilde Lacan, (kadının sadece bir parça füme somon ile bir akşam yemeği partisi düzenlemeye çalıştığı) rüyanın açık içeriğinde ifade edilen daha derin bilinçdışı dileğin, ancak kocasının kadının her dileğini yerine getirmeyeceği ve onu tatmin edilmemiş bir arzuyla bırakacağı yönündeki bir arzunun kodlanmış tatmini olarak anlaşılabileceğini ayrıntılarıyla anlatır.

c. Ödipal Kompleks, Kastrasyon, Babanın Adı ve Büyük Öteki

Arzunun Öteki’nin arzusu olduğu ilkesi, Lacan’ın, Freud’un çocuğun beş ya da altı yaşında Ödipal kompleksin çözülmesiyle toplumsallaşması teorisini nasıl yeniden formüle ettiğinde de belirleyicidir. Lacan, bu olayın hem bireyin gelişiminde hem de sonraki herhangi bir zihinsel hastalığın etiyolojisinde belirleyici olduğu konusunda Freud ile hemfikirdir. Ancak öznel gelişimin bu dönemini anlamaya çalışırken Lacan, Freud’un biyolojik organ olarak penise yaptığı vurgudan kendisini uzaklaştırır. Lacan, bunun yerine fallustan bahseder. Lacan’ın burada asıl kastettiği şey, çocuğun, annenin arzuladığı şeyi algıladığıdır. Çocuğun kendi arzusu ilk bakıcı (Batı toplumlarında genellikle anne) ile ilişkisi tarafından yapılandığından dolayı, Lacan’a göre, Ödipal komplekste ve çözülmesinde belirleyici olan annenin arzusudur. Lacan, kompleksin ilk yıllarında çocuğun kendisini, annenin arzuladığı şeyin ne olduğunu anlamaya adadığını, böylece de kendisini anne için bir fallus, yani tam olarak tatmin eden bir sevgi  nesnesi haline getirebileceğini iddia eder. Ancak çocuğun beşinci ya da altıncı yaşı civarında, baba Ödipal hevesi engelleyecek şekilde araya girecektir. Lacan’ın kastrasyon dediği şey, herhangi bir fiziksel olay veya fiziksel olay tehdidi değil, bu araya girişin devamında gelen, anne için fallik Şey[4] olma hevesinden vazgeçiştir ve bu nedenle hem erkek hem kız çocuklarının tabi olduğu bir işlevdir.

Lacan, yine Freud’u takip ederek, çocuğun kastrasyonunu kabul edişinin, Ödipal kompleksinin çözülmesi olduğunu söyler. Ödipal çocuk, bu arzuyu kavramaya ve tatmin etmeye çalışma projesine bağlı kalır. Çocuk dolayısıyla (ve herkesçe bilinen şekliyle), babayı, en değerli heveslerine bir rakip ve tehdit olarak görür. Bu yüzden Lacan, başına buyruk bir teorik bağlantıyla, bu noktadaki baba-çocuk ilişkisini (en azından çocuğun algıladığı şekliyle) Hegel’in Phenomenology of Spirit (Tinin Görüngübilimi) eserinde dramatize edilen ünlü “saf tanınma için ölümüne mücadele”ye benzetir. Bu mücadelede tabi ki kaybeden çocuktur. Fakat Lacanyen teoriye göre her şey, bu kaybın çocuk için şiddetli bir aşağılanma mı oluşturduğu yoksa Hegel’in “Efendi ve Köle” anlatımında olduğu gibi kompleksin çözülmesinin, taraflar arasında karşılıklı olarak tanınan Yasa’nın kutsallaştırılmasının bağlayıcı olduğu bir anlaşmanın kurulmasını mı içerdiğine bağlıdır.

Lacan’ın iddiası odur ki eğer kastrasyon kompleksi çocuğu normalleştirecekse çocuğun algılaması gereken şey, annenin arzusunu tatmin eden veya düzenleyen şeyin, babanın herhangi bir görülebilir (imgesel) özelliği (fiziksel olarak açıkça daha büyük olması vs.) olmadığıdır. Çocuk, annenin isteklerinin kendilerini aşan ve ehlileştiren bir Yasa tarafından düzenlendiğini görmelidir. Bu yasa, Lacan’ın Fransızca’da nom (isim) ve “hayır” anlamına gelen non (ensest birleşmeye “hayır!”) kelimeleri arasındaki isabetli eş seslilikten yararlanarak babanın adı (nom) olarak adlandırdığı şeydir. Baba araya girdiğinde (en azından Lacan’ın simgesel baba olarak adlandırdığı rolde olduğunda), Lacan’ın iddiası, babanın bunu yaşayan ve zevk alan bir bireyden ziyade toplumsallaşmış bir varlık olan anne tarafından da belirleyici olduğu kabul edilen toplumsal bir Yasa ve gelenekler bütününü temsilcisi ve sözcüsü olarak yaptığıdır. Bu nomoi[5] bütünü, Lacan’ın, çocuğun verili sosyolengüistik toplumunun büyük Öteki’si olarak adlandırdığı şeydir. Büyük Öteki’nin yasasının gücü, kastrasyondaki çocuk tarafından anneyi harekete geçiren ve babanın sözlerine “performatif gücü”nü (Austin) veren şey olarak algılandığı müddetçe Lacan buna “fallik düzen” adını da verir.

d. Yasa ve Simgesel Özdeşim

Babanın Yasası[6], bu şekilde Lacan tarafından anne ile çocuk arasındaki gerekli aracı olarak kuramsallaştırılır. Yasanın egemenliğinin kastre edici kabulü, çocuğu anne için tam olarak tatmin edici Şey olmaya yönelik ambivalans içerikli girişimlerinden ayırır. Lacan’ın esprili şekilde ifade ettiği gibi, çocuk kastrasyonu kabul ettiğinde, ensest arzusunu doğrudan tatmin etmenin imkânsızlığını da kabul etmiş olur. Ancak işler yolunda giderse zamanı geldiğinde (ve oyunu kurallarına göre oynarsa) çocuk, en azından ilk kaybettiği aşk nesnesinin tatmin edici bir ikamesine sahip olabileceğini garanti eden “cebindeki tapu senetleri” ile yoluna devam edecektir. Bu olayda meydana gelen şey, bireyin yalnızca bebeklik yıllarını karakterize eden imgesel özdeşimlerine (veya “ideal egolarına”), tamamen farklı bir düzende bir özdeşimin takviye olmasıdır: Lacan’ın, “ego ideali” ile simgesel özdeşim kurma olarak adlandırdığı durumdur. Bu, tam da görülemeyen, dokunulamayan, yiyip bitirilemeyen, üzerinde efendilik kurulamayan bir şeyle ve bu şey içinde özdeşim kurmaktır: yani mevcut kültürel kolektifin kelimeleri, normları ve buyrukları ile ve içerisinde özdeşim kurmaktır. Simgesel özdeşim her zaman, öznenin en daimî imgesel özdeşimlerini üstlenebileceği toplumsal, öznelerarası alanın normatif olarak sınırları çizilmiş bir örgütlenme biçimiyle özdeşim kurmaktır; mesela, histerik-savunmasız kadın, simgesel düzlemde, cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkileri yapılandıran ataerkil yöntemle özdeşim kurar ki bu ilişkiler dışında kalan imgesel özdeşimlerinin hiçbir anlamı olmaz.

e. Özet

Yani tekrar edip özetleyecek olursak: Lacan’ın felsefi antropolojisi (“insan olmak nedir?” sorusuna cevabı), Freudyen ilkelerin bazı önemli yeniden formülleştirilmesini içerir. Hegel’e, oyun teorisine ve bebek davranışlarının çağdaş gözlemlerine dayanarak Lacan, insan arzusunun öznelerarası yapısına Freud’dan daha fazla sistematik vurgu yapar. En azından bu özelliğiyle Lacan’ın felsefi antropolojisi, Levinas, Honneth ve Habermas gibi filozoflarınkiyle birleşir. Aynı şekilde, Lacan’a göre insan arzusu “ötekinin arzusu” olduğundan dolayı Lacan, çocuğun toplumsallaşmasında söz konusu olanın çocuğun anne için tam anlamıyla tatmin edici bir nesne olma isteği olduğunu iddia eder ki bu işlev nihayetinde (ya da normda) babanın Yasa taşıyan sözleri tarafından yerine getirilir. Lacan için insan, (merkezsizleştirilmiş olarak) en temelinde, (parle-etre[7] adını verdiği) konuşan bir hayvandır; arzusu, toplumunun doğal dilinin koşulları ile “iç içe karışmış” (“inmixed”) ve bu dil içerisinde şart koşulmuş bir hayvandır (bkz. 2. Kısım). Lacan, özellikle Freud’un (Aziz Pavlus’un) metinlerindeki bazı ipuçlarından yola çıkarak insan arzusunun Yasa’nın yasakları ilişkili diyalektik yapısını vurgular. Lacan, eğer B/baba’nın Yasası çocuğun tam olarak tatmin edici nesne olarak kabul ettiği şeye doğrudan erişimi reddederse bu noktadan itibaren (en azından nevrotik) arzunun zorunlu olarak büyük Öteki’nin izin verdiği şeylerin aralıklarında ifade edildiğini öne sürer. Ve bu şekilde, Yasa’nın yasakladığı şeye karşı (nevrotik) arzu, doğuşundan itibaren gelen ve “ölümcül” bir çekim ile karakterize edilir ki bu yüzden de Lacan, kariyeri boyunca esrarengiz bir Freudyen kavram olan ölüm dürtüsüne bu kadar önemli bir vurgu yapmıştır.

f. Lacan’ın Tanısal Kategorileri

Son olarak, Lacan’ın Freud’un bazı temel kavramlarını yeniden formülasyonu nedeniyle, Lacan’ın tanı bulgusallığının Freud’unkinden önemli ölçüde farklı olduğunu belirtmek gerekir. Lacan için akıl hastalığını anlamada belirleyici olan, sıkışık hâldeki ego ile onun daha “irrasyonel” iki psişik yatak arkadaşı olan süperego ve id arasındaki çatışma değildir. Öznenin, toplumun büyük Ötekisinin fallik düzeni içinde, “gösterenin tersine çevrilmiş merdiveni” üzerinde arzusunun peşinden gitmeye zorlanan, kastre edilmiş bir hayvan olma durumuna nasıl dayandığıdır. Lacan’a göre, sorulması gereken soru şudur: Özne kendi simgesel kastrasyonuna ne kadar tam olarak uyum sağlamıştır ve bu hâlde gelişiminin bebeklik aşamalarının niteliği olan geçişlilik ve agresifliğin üstünden ne kadar tam olarak gelmiştir?

Freud’da olduğu gibi Lacan da üç ana akıl hastalığı kategorisi ortaya koyar; bunların hepsi, yukarıdaki soruya göre konumlandırılır ve bu hâliyle merkezsizleşmiş ve toplumsallaşmış hayvan olma koşuluna yönelik üç varoluşsal, ontolojik dayanak gibi bir şeye yükseltilir. Lacanyen kavramsallaştırmaya göre nevrotik, kastrasyona tabi olmuş ama kastrasyondan geriye kalan artığın da olduğu biridir. Semptomları, büyük Öteki’nin kastre edici failliğine karşı sürekli bir reddin ve kinin kanıtıdır. Sapkın[8], kastrasyonu kısmen kabul eden biridir. Sapkına göre Yasa, derinden arzuladığı şeyi (anne bedeni) bastırmak veya erişilmez kılmak işlevini tamamen görmez. Bu yüzden bu Yasa’nın kendisi (ya bu Yasa’nın uygulanması ya da Yasa’nın verdiği acıya katlanmayla) sapkının arzusunun nesnesi olarak işlev görmeye başlar[9]. Ve son olarak, psikotik, babanın adı ile bağlı toplumsal değiş tokuşun simgesel düzenine hiçbir zaman katılmamış (veya katılmaya yönlendirilmemiş) kişidir. İnsanların “çünkü Yasa bu” diyerek Yasa’yı takip ettikleri bu büyük Öteki düzeni psikotiğe, sadece bir görünüm (semblance) olarak görünebilir. Paranoyakların sanrılarında en aşikâr olduğu gibi, psikotik kişi sürekli, perdenin arkasında, toplumsal gösterinin iplerini elinde tutan bir “büyük Öteki’nin Öteki’si” (mesela uzaylılar, CIA, Tanrı) olması gerektiği sanrısı içindedir.

3. Lacan’ın Dil Felsefesi

Belki de Lacanyen teorinin en ünlü olduğu ve eleştirmenlerini en çok şaşırtan bileşeni, Lacan’ın psikanalizi biçimlendirme girişiminde dile yaptığı vurgudur. 1950’lerden itibaren Lacan, her türlü Jungyen veya romantik anlayışlara karşı çıkarak bilinçdışını bir tür söylem olarak, Öteki’nin söylemi olarak tanımlamıştır.

Lacan’ın “dil felsefesi” denilebilecek şeyin inşasında rol oynayan en az üç tane birbiriyle ilişkili husus vardır. İlki, çocuğun kastrasyonunun çocuğun konuşan bir özne olmasındaki belirleyici nokta olduğuna dair merkezi argümandır. İkincisi, Freud’un metinlerindeki “yorumlayıcı paradigma” olarak adlandırılabilecek ve buna göre Freud’un semptomları, dil sürçmelerini ve rüyaları yorumlanabilen simgesel olgular olarak tekrar tekrar tanımladığı şeyi Lacan’ın oldukça ciddiye almasıdır. Üçüncüsü, Lacan’ın psikanalitik yorumlamanın, yalnızca Freud’un The Question of Lay Analysis eserinde kelimenin “büyülü” gücü adını verdiği şeye dayanan tedavi edici bir süreç olarak etkisini anlamaya çalışma arzusudur.

a. Dil ve Yasa

1. Kısımda Lacan’ın Ödipal kompleksin çözülmesi üzerine görüşlerini anlatırken Lacan’ın dile bu kadar önem atfetmesinin bir sebebine değinilmişti. Lacan’a göre, ancak çocuk kastrasyonu ve babanın Yasası’nı kabul ettiğinde kendi mevcut toplumsallığında bir dil konuşan olarak tamamen yetkin hâle gelir. Lacan, bunun aksine psikozdan muzdarip bireylerin ise (çok sayıda psikolojik araştırmayla uyumlu olarak) karakteristik dilsel işlev bozukluklarına ve yetersizliklere yatkın olduğunu vurgular. Daha buradan bile, Lacan’ın “dil felsefesi”nin ilk önemli özelliğinin ana hatlarını çizebiliriz. Tıpkı kendisinden sonraki Wittgenstein gibi, Lacan’ın konumu da bir dil öğrenmenin, kelimelerin kullanımı ve bir araya getirilmesi için bir dizi kural veya yasa öğrenmek olduğu yönündedir. Dolayısıyla, Lacan için de “öğrenmek, inanmaya dayalıdır” (Wittgenstein). Lacan özellikle de öznelerin dünyayı ayrı, tanımlanabilir nesneler kümesi olarak algılama kapasitesi ile bir gelenekler bütününün koşulsuz otoritesini kabul etmeleri arasında kalıcı bir bağ olduğunu ileri sürer. Bu konuya aşağıda tekrar değineceğiz.

b. Yorumlama Olarak Psikanaliz

Lacan’ın bir parle-etre olan insana ilişkin iddiası, en genel ifadeyle, öznenin ana dilini öğrendiğinde dünyanın nasıl olduğuna dair algısından biyolojik bedenini deneyimleme biçimine kadar her şeyin, öznenin bu dilin düzenine katılımı tarafından üst-belirlenime tabi tutulduğudur. Bu, Lacan’ın fenomenolojiye olan borcunun en açık ifadesidir. Özne olmanın, dünyayı anlamlı bir bütünlük olarak deneyimlemek olduğu ve dilin de bu yeti için hayati önem taşıdığı fikrini Heidegger’den alır. Freud’u Marelau-Ponty ve Sartre’ın teorileriyle bir araya getiren Lacan, bedenin, özneler arasındaki anlam oluşturma oyununa nasıl yakalandığına ve beden aracılığıyla “yaşayan” öznelliği ifade etmesinin yanı sıra araçsal faaliyetlerin gerçekleştirilebilmesi için nesneleştirilebilir bir araç olduğuna dair psikanalitik bir anlayış geliştirmiştir. Yani Lacan için “bilinçdışı”, zihinsel aygıtın bilinç dışındaki herhangi öteki bir bölümünün adı değildir. Bedensel tezahürler, ötekilerle özdeşimler ve öznenin bilinçli kontrolünün ötesinde ısrarcı kalan “dış” nesneler de dahil olmak üzere bir özneye dair her şeyin adıdır.

Freud, Introdcutory Lectures to Psychoanalysis’te (Psikanalize Giriş Dersleri) bilinçdışının dil bilgisi olmayan bir dile benzetilebileceği yorumunu zaten yapmıştı. Yapısalcı dil bilimini kullanarak Lacan, bilinçdışının dil gibi yapılandığı ve “konuşur”/ca parle olduğu argümanlarıyla Freud’un yorumunu sistematize etmeye çalıştı. Örneğin, Lacan’ın iddiasına göre bir semptom, bir tür vücut bulmuş, bedensel metafor olarak okunmalıdır. Freud’un iddia ettiği gibi Lacan da bir semptomda söz konusu olan şeyin, öznenin bilinçli olarak kabul ettiği benlik algısına ve değerlerine aykırı gelen bastırılmış bir arzu olduğunu kabul eder. Bu arzu, herhangi bir şekilde tatmin kazanacaksa dolaylı olarak ifade edilmelidir. Mesela çocukluktan kalma bir mastürbasyon arzusu, kişinin tekrarlamak zorunda hissettiği kompulsif bir ritüelde dolaylı olarak tatmin bulabilir.

Lacan’a göre, tıpkı bir kişinin aşkını metaforik olarak bir gül olarak tasvir etmesi gibi, burada da bastırılmış arzu metaforik olarak görünüşte benzer olmayan bedensel bir faaliyetle ifade edilmektedir. Aynı şekilde, Freud’un “On the Psychology of Love” (“Aşkın Psikolojisi Üzerine”) makalelerindeki bazı noktalara dayanarak Lacan, arzunun düzdeğişmece (metonymy) gibi yapılandığını iddia eder. Düzdeğişmecede, bütün bir nesne (mesela bir araba) sadece parçası (örneğin dört teker) adlandırılarak belirtilir. Lacan’ın argümanı, aynı şekilde kastrasyon da özneye ilk aşk nesnesine (anneye) tam erişimi engellediğinden, sonraki aşk nesnesi seçimlerinin her birinin, kayıp nesneye kısmen benzeyen seçimler olduğudur (belki aynı saça sahiplerdir veya özneye annenin baktığı gibi bakıyorlardır vs.). Lacan’a göre bilinçdışı, öznenin bilinçli olarak açığa vuramadığı arzuları dolaylı olarak açığa vurmak için öznenin içine dahil edildiği doğal dilin çok anlamlı kaynaklarını (Lacan’ın “gösterenin pili” olarak adlandırdığı şeyi) kullanır.

Lacan’ın Freudyen argümanı, esprilerde olduğu gibi bilinçdışı oluşumunda da doğrudan karşılaştırılabilir bir sürecin meydana geldiğidir. Freud’un Jokes and Their Relation to the Unconscious (Espriler ve Bilinçdışı ile İlişkileri) eserinde de detaylandırdığı gibi, esprilerin “can alıcı noktası”, tek bir ifadede, hatta tek bir kelimede iki anlam zincirini sıkıştırarak daha da vurucu olur. Bunlardan ilki, esprinin önceki kelimeleri ve sinyalleri ile ortak yorumlama normlarımızın bizi yönelttiği beklentimizdir. İkincisi ise tamamen farklı bir çağrışım zinciridir ve beklentimizle çatışması bizde eğlenme duygusu yaratır. Aynı şekilde Lacan, örneğin bir analizanın “dili sürçtüğü” zaman, bilinçdışının eş seslilik, iki kelimenin birleştirilmesi, bazı kelimelerin unutulması ya da yanlış telaffuz edilmesi ya da zamir veya zaman kayması gibi araçları kullanarak öznenin kastetmediği ancak bilinçdışı arzusunun dolaylı olarak ifade edildiği bir çağrışımlar zincirini ima ettiğini gözlemlemiştir.

Lacan, şakalar, semptomlar ve sürçmelerin ele alınmasının, insanların dilde nasıl anlam oluşturduğuna dair bir dizi özelliği gösterdiğini iddia eder. Bu özelliklerden ilki, cümlenin, anlamın kesinlikle temel birimi olduğudur. Lacan, bir cümle bitmeden önce her sözcüğün ya da gösterenin anlamının belirsiz olduğunu belirtir. Ancak cümle tamamlandığında anlamları sabitlenir veya Lacan’ın çeşitli şekillerde ifade ettiği gibi, “düğümlenir”[10]. Düğümlenmeden önce ise gösterenler, tıpkı bir şakanın öncülleri gibi, Lacan’ın “uçuşan gösterenler” (floating signifiers) dediği şeylerdir.

Bu pozisyonun anlamı kolaylıkla gösterilebilir. Bir cümleye bir özne belirterek başlamak ama daha sonra dilbilimsel geleneğe uygun olarak buna bir fiil ve/veya yüklem getirmeden önce konuşmayı kesmek yeterlidir. Örneğin, “ben gençken…” veya “o mesele…” dersem muhatabım, doğal olarak ne demek istediğimi bilmek isteyecektir. Buna karşın, cümlenin sonunda, mesela yukarıdaki cümlelerden ilkini “ben gençken çok koşardım” şeklinde bitirdiğimde, baştaki kelimelerin anlamı netleşir.

Anlamın temel birimi olarak cümlelere veya herhangi bir cümle bitene kadar gösterenlerin nasıl “uçuştuğuna” dair bu anlayış, Lacan’ın gelecek bitmiş zamana[11] (future anterior tense) yaptığı vurguyu besler. Lacan’a göre anlam, her zaman “olmuş olacak” bir şeydir. Bir cümlenin başını duyduğumuzda beklenen ancak doğrulanmayan bir anlam vardır (bkz. yazının devamındaki “Aktarım” bölümü). Veya anlam, cümlenin sonunda “yirmide yirmi geri görüş[12]” avantajıyla başından beri kastedilmiş olduğunu gördüğümüz şeydir. Bu yüzden Lacan, Seminer I’de semptomların anlamının geçmişten değil gelecekten geldiğini söyler. Yorumlamadan önce bir semptom, anlamı hem analizan hem de analist için belirsiz olan, uçuşan bir gösterendir. Fakat analitik çalışma ilerledikçe, daha sonraki bir zamanda tüm davranışı tamamen farklı bir ışık altında ortaya çıkaran ve anlamını netleştiren bir yorum elde edilir.

c. “Konuşma Tedavisi”nin İyileştirici Etkisi

Lacan’ın dil vurgusu, Freud’un müdahalesinin bir şey vaat etmesi halinde, bunun, sıkı bir şekilde kontrol edilen koşullar altında öteki bir kişiyle konuşmanın, çeşitli ruhsal hastalıklardan muzdarip insanlar için iyileştirici bir deneyim olabileceğinin hatırlanması tarafından da üst-belirlenime tabidir. Analizan, rahatsızlık verici semptomlarıyla analiste gelir ve analist, belli belirleyici noktalarda, bu davranışların anlamını geriye dönük olarak netleştiren yorumlar sunar. Ve bu sadece entelektüel bir egzersiz değildir. Freud’un da vurguladığı gibi, bir bilinçdışının bilgisi vardır, bir de bilinçdışı üzerinde etkisi olan bilgi vardır. Başarılı bir psikanalitik yorum, bedenin biyolojik gerçekliği üzerinde bile etkileri olan, öznenin dünyaya karşı tutumunu değiştiren ve semptomlarını çözen bir yorumdur.

Kelimelerin ve dilin bu gücünü açıklama ihtiyacı, Lacan’ın dil anlayışının ardında yatan açık ve sürekli bir nedendir. Bu konudaki temel hipotezi şu şekilde ifade edilebilir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, bir semptomda bilinçdışı bir arzu kendisini göstermeye çalışır. Semptom analiste anlatılır veya öznenin seanslarda analiste verdiği yanıtlarda tekrarlanır. Ardından, analist tarafından semptomda işleyen arzunun gücünü tanıyan veya simgeleştiren bir yorum sunulur ve semptom kaybolur. Yani burada bir arzunun tanınması, aynı zamanda arzuyu tatmin eder. Bu doğrultuda bunun tek anlamı, semptomda dile getirilen bilinçdışı arzunun kendisinin en azından kısmen en başından beri bir tanınma arzusu olduğudur. Bu kesinlikle merkezi bir Lacanyen anlayıştır ve Lacan burada, Hegel’in Phenomenology of Spirit’inin(Tinin Görüngübilimi) kendi merkezi kavramları üzerindeki etkisini bir kez daha gösterir. Hegel’in etkisi, yukarıda anlatılan felsefi antropolojiyle ve Lacan’ın insan arzusunun her zaman bireylerin ötekilerle olan değiş tokuşlarının diyalektiğine nasıl kapıldığına dair tespitiyle tam olarak eşleşir.

Ancak Lacan’a göre bu, aynı zamanda öznelerin bastırılmış arzularının bir çıkış yolu bulmaya çalıştığı dille ilgili hayati bir şeyi de gösterir. Bu da dilin her şeyden önce toplumsal bir anlaşma olduğudur. Lacan’ın Ecrits’de yazdığı gibi: “Genellikle herkes bilir ki kendisi gibi ötekiler de aklın kısıtlamalarına erişilmez, neredeyse her zaman neyin mevzubahis olduğuna ilişkin öngörülen bir anlaşmayla eş değer olan temeline dair aşikâr veya örtük bir anlaşma olmaksızın yürürlüğe girmeyen bir tartışma kuralının prensipte kabul edilmesinin dışında kalacaktır… Dolayısıyla bu kurallardan Öteki’nin iyi niyeti dışında hiçbir şey beklemeyeceğim ve son çare olarak, eğer uygun görürsem ya da mecbur kalırsam, bu kuralları sadece kötü niyeti yanıltmak için kullanacağım” (Lacan, 2001: 154-155). Lacan’ın fikri, konuşmanın, doğrudan dinleyicim “anlamasa” bile, iletmek istediğim şeyin gerçek anlamının her zaman ortaya çıkacağını ve bir “Öteki” yerde kaydedileceğini garanti eden bir gelenekler bütünü varsaymak olduğudur. (Burada büyük Öteki’nin, 1. Kısımda değinilen öteki bir anlamı daha olduğunu unutmayalım. Büyük Öteki, her konuştuğumuzda söylediklerimizin hakikatini kaydedeceğini varsaydığımız yer, mahkeme, topluluk ya da tek bir kişidir.)

Bu nedenle Lacan’ın dil felsefesi, anlamın iletişimsel eylemden önce oluştuğunu savunan herhangi bir felsefi açıklamaya (ister Locke’çu, ister betimleyici, ister fenomenolojik olsun) güçlü bir karşıtlık içinde okunmalıdır. Lacan konuşmayı, öznelerin anlamlarını Öteki’den tersine çevrilmiş bir biçimde geri aldıkları bir süreç olarak tanımlar. Psikanalitik yorumlamada ne içerdiğini bir kez daha düşünelim. Burada bir semptomun anlamı analist tarafından ortaya konur. Lacan için bunun anlamı, semptomun öznenin yalnızca geçmiş ilişkilerine ilişkin olmadığıdır. Eğer semptom bir Öteki’nin yorumuyla çözülebiliyorsa bunun nedeni, semptomun en başından itibaren bu yorum göz önünde bulundurularak oluşturulmuş olmasıdır. Semptomun en başından itibaren hakikatini bildiği varsayılan bir Öteki’ye hitap ettiğine dair bu Lacanyen kavrama ilişkin Slavoj Žižek’ten alıntı yapacak olursak: “Semptom, dünyanın başarısız olduğu, simgesel iletişim devresinin koptuğu yerde ortaya çıkar: bu, bir tür ‘iletişimin öteki araçlarla sürdürülmesi’dir: başarısızlığa uğramış, bastırılmış söz, kendisini kodlanmış, şifrelenmiş bir biçimde ifade eder. Bu, semptomun sadece yorumlanabileceğini değil, aynı zamanda, tabiri caizse, yorumlanacağını göz önünde bulundurarak oluşturulduğunu ima eder… psikanalitik tedavide semptom, her zaman analiste yöneliktir, semptomun gizli anlamını açığa çıkarması için analiste bir başvurudur… Bu… temel noktadır: semptom, kuruluşu itibariyle büyük Öteki’nin alanının tutarlı, tam olduğunu ima eder çünkü semptomun oluşumu, anlamını içeren büyük Öteki’ye bir başvurudur…” (Žižek, 1989: 73). Lacan için aktarımın esas anlamı bile, en anlamsız görünen “sürçmeler” ve semptomatik davranışlar da dahil olmak üzere, iletişimsel eylemlerimin hakikatini bildiği varsayılan bir Öteki olduğu varsayımıdır. Önceki kısım bağlamında aktarım, gördüğümüz gibi, en basit cümlelerde bile ortaya çıkan uçuşan gösterenlerin anlamının düğümlenmesi ihtimalinin koşuludur. Psikanalitik bir yorumda meydana gelen şey, bu sürecin daha sonuç veren bir hâlidir. Özne, konuşarak kendi hakikatini bildiği varsayılan bir Öteki’ye hitap eder ve bu sürecin sonunda, Öteki’ye sunduğu gösterenler düğümlenerek “tersine çevrilmiş bir biçimde” kendisine geri döner.

Lacan’a göre bu noktada gerçekleşen şey, bilinçdışının tezahürlerinde ses bulan ve daha önce düğümlenmemiş gösterenlerin, öznenin simgesel evrenine, yani toplumunun doğal dili üzerinden dünyayı anlama biçimine entegre edilmiş olmasıdır. Bu gösterenler öznelleştirilmiştir, bu da artık öznenin bu gösterenleri kimliğine tamamen yabancı müdahaleler olarak değil, kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak tanıyabileceği anlamına gelir. Dolayısıyla psikanalitik yorumdan bahsederken Lacan’ın vurgusu, her zaman bu yorumun öznenin öz-anlayışına yeni bir içerik katmadığı, daha ziyade bu anlayışın biçimini etkilediğidir. Yani bir yorumlama, kişinin, kendi öz-anlayışını düzenleyen gösterenleri yeniden düzenleyerek kendi geçmişini görme biçimini yeniden düzenler. Bu sürecin kuramsallaştırılmasında önemli bir Lacanyen kategori “efendi gösteren”dir. Efendi gösterenler, bir öznenin kinliğinin en yakından bağlı olduğu gösterenlerdir. “Avustralyalı”, “demokrat”, “terbiyeli olmak” ve “içtenlik” gibi sözler tipik örneklerdir. Bunlar, tipik olarak özneler tarafından Kant’ın kendinde amaç olarak adlandıracağı şeylere benzer bir şeyi adlandırmak için kullanılan kelimelerdir. Öznenin kendi bindiği anlamsal dalı kesmeden sorgulamak istemeyeceği ve sorgulayamayacağı değerleri ve idealleri belirtirler.

Lacan’ın bu “efendi gösterenler”in işleyişine dair anlayışı, 3. Kısımda daha ayrıntılı şekilde göreceğimiz gibi, çok katmanlıdır. Yine de bu gösterenlerin öneminin, bir öznenin bunlarla özdeşim kurmasının bu özneyi diğer tüm gösterenlerin belirli şekilde düzenlenmelerine bağlamasından kaynaklandığını söylemek doğrudur. Örneğin, bir kişi kendisini “komünist” olarak tanımlarsa bir dizi diğer gösterenin anlamı, kendisini “liberal” olarak düşünen birinden oldukça farklı şekilde düzenlenir. Kendisini “komünist” olarak tanımlayan kişi için “özgürlük”, “kapitalizmde taht kuran ve liberal ideolojik retoriğin altında gizlenen sömürücü uygulamalardan özgürlük” anlamına; “demokrasi”, “proletarya diktatörlüğü” anlamına; “eşitlik”, “kapitalistin ‘eşit ticaret hakkı’ aldatmacasının maskesi düştüğünde ortaya çıkan şey” gibi bir anlama gelir.

O hâlde, Lacan’ın psikanalitik sürece dahil olduğunu iddia ettiği şey, öznenin kendisine ve ötekilerle ilişkilerine dair algılarını yeniden düzenleyecek yeni “efendi gösterenler”in ortaya çıkmasıdır. Mesela önceki örneklerden, bir kişi, kendi libidinal yapısının, daha sonradan nevrotik semptomlarda geri dönen bazı yönlerini bastırmasına yol açan bir “terbiyeli olma” anlayışı ile özdeşim kurmuş olabilir. Analizin bu kişiyi tam olarak yönlendireceği şey, semptomlarında bilinçdışı şekilde Öteki’ye hitap ettiği gösterenleri yeniden gösteren (re-signify) ve bunları kendi simgesel (öz-)anlayışına entegre ederek travmatik yükünü azaltan farklı bir dizi “efendi gösterenle” ile özdeşim kurmasıdır.

4. Lacanyen Psikanaliz ve Etik Felsefesi

Freud psikanalizin etiğinden sistematik olarak hiç bahsetmemişken Lacan, oldukça önemli (1959-1960’taki) yedinci seminerini tam da bu konuya ayırmıştır. Seminar VII: The Ethics of Psychoanalysis (Seminer VII: Psikanalizin Etiği), Lacan’ın etik üzerine geliştirmekle ilgilendiği pozisyonun yalnızca psikanalizin klinik pratiği ile ilgili olduğunu vurgulamak için oldukça çaba sarf eder. Ana konusu, 1. Kısımda öznel arzu ve kimliğin öznelerarası yapılanmasıyla ilgili olarak incelediğimiz şeyle bağlantılı olarak, hasta tarafından hitap edilen ve aktarım yoluyla arzusunu yapılandırma biçimine dahil olan Öteki olarak analistin arzusudur. Yine de Lacan’ın, konumunu Aristoteles’in Nichomachean Ethics (Nikomakhos’a Etik) eserinin yanı sıra Kant’ın pratik yazıları ve Marquis de Sade’ın metinleriyle açık bir şekilde etkileşime girerek geliştirdiği gerçeğini değiştirmez. Dahası, Lacan’ın etiği, 2. Kısımda incelenen metapsikolojik öncülleri ve 3. Kısımda incelenen dil kuramları ile uyumludur.

Bu bağlamda, bu 4. Kısımda Lacan’ın etik anlayışını, inkârlara rağmen, tutarlı bir post-Kantçı etik felsefesi olarak okunabilecek sofistike bir konum olarak göreceğiz. 4. Kısım üç alt bölüme ayrılmıştır. İlk ikisi, Lacan’ın metapsikolojik ve felsefi ilkelerini daha da geliştirmektedir. İlk alt bölüm, Lacanyen “efendi gösterenler” kavramının daha da detaylandırılmasını içermektedir. İkinci alt bölüm, Lacan’ın “temel düşlem” (“fundamental fantasy”) kavramını açıklamaktadır. Son alt bölüm ise Lacan’ın, etik konumunun temeli olarak sonraki “düşlemi katetmek” (“traversing the fantasy”) kavramını incelemektedir.

a. Efendi Gösterenler ve İnancın Merkezsizleştirilmiş Doğası

2. Kısmın sonunda belirttiğim gibi, Lacan psikanalitik süreci kuramsallaştırırken “efendi gösterenler” adını verdiği şeye büyük önem atfeder. Bunlar, öznenin en derinden özdeşim kurduğu ve dolayısıyla dünyaya anlam verme biçiminde kilit bir role sahip olan gösterenlerdir. Daha önce de vurgulandığı gibi, Lacan’ın bu gösterenlere dair fikri, onların birincil öneminin öznenin simgesel anlam alanına ekledikleri olumlu içerikten ziyade, öznenin kendisine ve dünyaya dair algısını yapılandıran diğer tüm gösterenlere göre özneyi yeniden yönlendirmede sahip oldukları etkidir. Tam olarak bu birincil yapısal veya biçimsel işlev, efendi gösterenlerin aslında “boş gösterenler” veya “gösterileni olmayan gösterenler” olduğu şeklindeki önemli Lacanyen iddianın altında yatar.

Lacan’ın tüm önemli formülasyonlarında olduğu gibi, efendi gösterenlerin “gösterileni olmayan gösterenler” oldukları fikri de karmaşık bir fikirdir. Hatta temel fikir şöyledir. Herhangi bir “efendi gösteren” tarafından gösterilen kavram ya da gönderge (ya da her ikisi), her zaman herhangi bir bireyin tam olarak kavramasının imkânsız olduğu bir şey olacaktır. Mesela, “Avustralyalılık”, bir kişi kendi özdeşimini öne sürdüğünde amaçlanan şey gibi görünmektedir: “Ben Avustralyalıyım”. Buradaki Lacanyen soru şudur: Burada “Avustralyalı” özne tarafından neyi belirtmek için kullanılmaktadır? “Avustralyalılık”, Avustralya’da doğan herkeste içkin olan bir şey midir? Yoksa öncelikle kültür aracılığıyla aktarılan bir özellik midir? Acaba en derinde, tüm Avustralyalıların sahip olduğu varsayılan bazı erdemleri veya karakter niteliklerini mi adlandırıyor? Fakat tüm “Avustralyalılar”ın bazı temel erdemleri paylaştığını kabul etsek bile bunlar hangileridir? Herkesin üzerinde mutabık kalacağı kapalı bir liste oluşturulabilir mi? Genel olarak “Avustralyalı” diye adlandırdığımız her bir özelliğe (örneğin cesaret, gösterişe itibar etmeme) değer veren diğer halkları düşünmek kolay değil mi? Ve “Avustralyalı”, bir topluluğu değil de tekil bir varlığı veya belki de diğer tüm nitelikleri birleştirebilecek temel bir karakter niteliğini hedeflemek zorunda göründüğüne göre, bu nitelik nedir? Ve bu “özsel” nitelik, yine, basitçe biyolojik mi, acaba genetik mi, yoksa metafiziksel mi?

Lacan’ın “efendi gösterenler” ifadesinin vurguladığı şey, iki şey arasındaki uçurumdur. İlki, “Avustralyalılık” gibi apaçık görünen bir şeyin doğası hakkındaki ilk kesinliğimizdir. (Hatta birisi sorduğunda sinirlenebiliriz bile.) İkincisi ise bu kesinliği kelimelere dökmekte veya tüm farklı görünümlerin altında yatan “Avustralyalılık”ın “özüne” karşılık tekabül edecek bir şeyi adlandırmakta yaşadığımız zorluktur.

Lacan’ın merkezsiz benliğe yaptığı vurgu ile uyumlu olarak iddia ettiği şey, bu tür kelimeleri sürekli ve genellikle de sorgulamadan kullanmamızın, anlam inşasının “bildiği varsayılan Ötekiler”in aktarımsal varsayımına nasıl bağlı olduğunun başka bir açık örneğini temsil ettiğidir. “Avustralyalılık” ve benzerlerinin ne olduğunu kendimiz asla basitçe ifade edemesek de Lacan, yine de bu anlaşılması zor olan “şey”e olan inancımızı (ve onunla kurduğumuz özdeşimimizi) üretmede etkili olan şeyin, öteki insanların yine de bu “şey”in doğasını biliyor ya da biliyor göründüğüne dair bir inanç olduğunu iddia eder. Tıpkı Öteki aracılığıyla arzuladığımız gibi, bu nedenle Lacanyen teori de inancın her zaman bir Öteki aracılığıyla inanç olduğunu savunur. (Mesela, Hristiyanlıkta rahipler, inananların inancını garanti eden Hristiyan gizeminin anlamını bildiği varsayılan Ötekiler olur.)

Bu noktada, Birinci Kısımdan Lacan’ın, kastrasyonun çocuğun anne için fallik Şey olma isteğinden vazgeçirildiği noktayı işaret ettiği tezini hatırlamak yerinde olacaktır. Lacan’a göre bir öznenin kastre olması, temelde annenin arzusunu yönetenin babanın buyrukları ve babanın adı aracılığıyla toplumun büyük Ötekisinin gelenekleri olduğunun kabulü anlamına gelir. “Efendi gösterenler” aynı zamanda Lacan’ın fallik gösterenler olarak adlandırdığı şeylerdir. Bunun nedeni tam olarak, bu gösterenler için herhangi basit bir gönderge bulmanın zorluğuna rağmen, yine de öznelere insan varoluşuyla ilgili “gerçekten önemli” şeyler ima ediyor gibi görünen kelimeler olmalarıdır. Hiçbir Hristiyan, “Tanrı”nın ne olduğunu bilmese bile yine de bu kelimenin adlandırdığı her ne ise onun aşkın öneminden şüphe duymayacaktır.

Böylelikle Lacan, “fallik gösterenler”in gösterdiği şeyin ne olduğunun dolaysız bilgisinden öznelerin menedilmesinin “kastrasyon”un bir sonucu olduğunu savunurken felsefi antropolojisini ve dil kuramını bir araya getirir. Aynı zamanda da psikanalitik alanda, sonlu insan öznelerin kendinde şeylere dolaysız erişimden mahrum olduğuna dair Kantçı varsayıma oldukça benzeyen bir konum öne sürmektedir. Lacan’ın iddiası, öznenin kolayca işaret edebileceği diğer şeylerden, tabiri caizse, “daha gerçek” olacak olan, özne kastrasyonda konuşan bir özne olmayı kabul ettiğinde ilksel olarak bastırılan şeyin bu kayıp “gösterilen” olduğudur. Lacan, özne simgeseli kabul ettiğinde, istenilen ensest birliğin Gerçek’inin[13] ve bunun sağlayacağı cinsel, yasayı ihlal eden zevkin veya jouissance’ın[14]zorunlu olarak yasaklandığını tekrar eder.

b. Lacan’ın Düşlem Kavramı

Eğer nevrotik özne, annenin arzusunu tamamen tatmin edecek Şey olduğuna dair Ödipal varsayımdan vazgeçmiyorsa bunun nedeni, öznenin bu kayıp Şey’in doğası ve bu Şey’e karşı nasıl konumlandığıyla ilgili düşlemler inşa etmesidir. Öznenin bu süreçte kullandığı birincil araç, yukarıda belirttiğimiz, fallik efendi gösterenlerin göndergesini bilmenin zorluğunun özneleri bu konudaki inançlarını Ötekiler aracılığıyla “merkezsizleştirilmiş” şekilde inşa etmeye nasıl zorladığını anlattığımız durumdur. Özne Gerçek fallik Şey’in kendisi için kayıp olduğunu kabul ederken düşlemsel yaşamlarında fallik gösterenlerin neye atıfta bulunduğunu bilen ve jouissance’ın Gerçek’ine daha doğrudan erişimi olan Ötekiler olduğunu varsayar. Bu doğrultuda Lacan’ın diğer bir argümanı, öznelerin en derin düşlemsel varsayımının her zaman, mahrum bırakıldığı Gerçek fallik Şey’in, yasası annenin arzusunu belirgin şekilde yapılandıran “büyük Öteki” tarafından saklı tutulduğudur.

Buradan çıkan sonuç, bilinçdışının tezahürlerinin, öznelerin toplumsallaşmayı kabul ettiklerinde tahammül ettiklerini düşündükleri kayıplara karşı küçük bilinçdışı isyanlarını temsil ettiği pozisyondur. Bunların hepsi, kastrasyonda katlanılan kaybın oluşturduğu daha temeldeki düşlemsel kimlik yapılanması tarafından desteklenmektedir. Lacan’ın temel düşlemden bahsetmesinin ve psikanalizde söz konusu olanın her şeyden önce bu temel düşlem olduğunu savunmasının nedeni budur.

Lacan bu “temel düşlem”in sabit yapısını şu matem[15] ile formüle etmeye çalışmıştır: ($<>a). Bu matem, şunu ifade eder: bilinçdışı arzusunun nesnesine karşı olan çekim ve iticilik arasında kastrasyonla bölünmüş, “çizik” özne “$”, düşlemi kurulan kayıp nesne ile bağlılaşıktır “<>”. Matemde “a” olarak belirtilen bu nesneyi ise Lacan, “objet petit a” (“object petit a”; “küçük a nesnesi”) veya arzunun nesne-nedeni olarak adlandırır. Lacan, öznenin, menedildiği Şey’in büyük Öteki’de bulunduğuna dair bir düşlem kurarak Gerçek Şey’e ilişkin konumunu sabitlediğini, yalnızca bir dizi düzdeğişmece niteliği gösteren (metonymic) ya da kısmi nesnede (öznenin sevgi nesnesinin bakışı ya da sesi, bir saç modeli veya başka bir “Gerçek’in küçük parçası”) tezahür ettiğini ve bu nesnelerden, annesel Şey’in (maternal Thing) ilksel kaybının telafisi olarak zevk alınabileceğini savunur.

Lacan’ın argümanı, temel düşlemden elde edilen temel psikolojik “kazancın” şöyle olduğudur. Temel düşlem, kastrasyon sırasında meydana gelenleri sahip olma ve kayıp anlatısı açısından temsil eder. Bu düşlem, öznenin bir noktada fallik Şey’e sahip olduğunu ancak daha sonra kastrasyon sırasında Öteki tarafından fallik Şey’in özneden alındığını öne sürerek özneyi teselli eder. Tabi ki bunun anlamı, Şey öznenin elinden alındığı için Şey’in belki özne tarafından da geri kazanılabileceğidir. Lacan, nevrotik insanın arzusunu yapılandıran şeyin genellikle bu vaat olduğunu iddia eder. Öyleyse düşlemin özneden gizlemeye hizmet ettiği şey, anneyle veya annenin herhangi bir metonimik ikamesiyle tam anlamıyla tatmin edici bir cinsel ilişkinin yalnızca yasaklanmış olması değil, zaten hiçbir zaman mümkün olmamış olmasıdır. 1. Kısımda da anlattığım gibi, bebeklik davranışlarının gözlemlenmesiyle desteklenen Lacanyen görüş, kastrasyon öncesi anne-çocuk ilişkisinin Aden Bahçesi’ndeymiş gibi olmadığını, hayali geçişlilik ve agresiflik ile nitelendiğini ileri sürer.

Bu yüzden Lacan, Seminar XX’de “cinsel ilişki diye bir şey yoktur” ve başka bir yerde, büyük harf “K” ile “Kadın yoktur” der. O hâlde unutmamak gerekir ki Lacan’a göre, kastrasyonun en derin mantığı son derece paradoksaldır. Babanın “hayır”ı, imkânsız olan bir şeyi yasaklar. Fakat bu yasak, öznede söz konusu olan Şey’in ulaşılabilir olduğu, sadece öznenin bundan mahrum bırakıldığına dair düşlemsel varsayıma yol açar. Dolayısıyla Lacan, temel düşlemin, özneden kastrasyonda kaybettiğinin nihai doğasını örtmek için orada olduğunu öne sürer. Ancak bu basit bir spekülasyon da değildir. Ortaya koyduğu etkileyici kanıtlarla desteklenmektedir.

Lacan’ın konumunu destekleyen temel nokta, objet petit a’nun anamorfik bir nesne olması koşuludur. Bunun ne anlama geldiğini, Lacanyen objet petit a’nun en bilinen örneğine bile, yani “nesne bakışı”na bakarak görülebilir. Bazen nasıl okunduğunun aksine Lacanyen “bakış”, dünyaya müdahaleci, efendi erkek bakışı asla değildir. Lacan’a göre bakış, öznenin görünür gerçekliği algılayışında “[gerçekliğin] şeffaf görünürlüğünü bozan” bir “kör nokta”dır (Žižek, 1991: 79). Bunun gösterdiği şey, öznenin kendi görüş alanında beliren nesneleri tam olarak çerçevelemedeki yetersizliğidir. Lacan’ın Four Fundamental Concepts of Psychoanalysis’inden (Psikanalizin Dört Temel Kavramı) nesne-bakışın klasik örneği, Holbein’ın The Ambassadors (Sefirler)eserindeki sefirlerin ayaklarının ucunda uçuşan kafatasıdır. Bu “şey”in tekilliği, kelimenin tam anlamıyla sadece “çarpık” bir açıdan görülebilmesi ve bunun bedeli olarak resmin geri kalanının o an odak dışında kalmasıdır. Lacan’a göre, tuvalin bu noktasından bakıldığında sanki resim bize bakıyor gibidir. Demek istediği, kafatasının bize, arzularımızın ve düşlemlerimizin de bizimle beraber sahnenin nasıl göründüğüne dahil olduğunu hatırlatmasıdır.

O zaman ($<>a) mateminin başka bir anlamı daha vardır: Lacan’a göre objet petit a, cazibesini yalnızca kendisine dair kısmi perspektife sahip bireyler üzerinde işletebilen bir şey olarak, kendisini tamamen “dışsal” bir perspektif olarak kabul ettiği nesneler dünyasında özneyi “yeniden mevcut kılan” (“re-presents”) nesnedir. Dolayısıyla eğer bir özne bu nesneyle çok doğrudan karşılaşırsa nesne ortadan kaybolur ya da psikozda ve kişinin ikizi (double) ile karşılaştığında ne olduğuna dair iyi bilinen film motifinde olduğu gibi, bunun bedeli, kişinin dünyanın geri kalanının nasıl olduğuna dair olağan duyusunun dağılmasıdır. Bunun ifade ettiği şey, objet petit a’nun veya en azından onu taşıyan nesnenin esareti altındaki özne üzerinde yarattığı büyüleyici etkinin, bu özneden bağımsız herhangi bir “nesnel” gerçekliğe sahip olmadığıdır. Bunun mantıksal sonucu ise, Lacan’ın da belirttiği gibi, bu sözde “kayıp” nesnenin özne tarafından asla gerçekten kaybedilmiş olamayacağıdır çünkü özne ona hiçbir zaman sahip olmamıştır. Bu nedenden dolayı Lacan, objet petit a’nun tanımı gereği kaybedilerek ortaya çıkan bir nesne olduğu şeklindeki görünüşte saçma bir konumu savunur.

c. Lacanyen Özneler ve Etik

Lacan, öznenin, “gösterenin öznesi” olduğunu iddia eder. Bu iddianın en azından bir anlamı, kastrasyona ve babanın yasasına tabi olup da konuşan özne olmayan hiçbir özne olmadığıdır. Ancak bu formülasyona aşağıda geri döneceğim çünkü tam anlamı, ancak Lacan’ın özneyle ilgili öne sürdüğü diğer bir önemli iddia uygun şekilde incelendiğinde ortaya çıkar. Bu, öznenin dilsel bir özne olmasıyla aynı zamanda göstereninin eksik olduğu şeklindeki görünürde çelişkili bir iddiadır. Lacan, dil olmadan özne olmaz demek ister ancak öznenin dilde kurucu bir yeri yoktur.

En genel düzeyde, bu iddiada Lacan, Sartre ve ondan daha önce Kojève ve Hegel (ve tartışmalı olarak Kant) tarafından daha önce ortaya atılmış bir iddiayı yapısalcı dil bilimi dilinden yeniden ifade eder. Bu iddia, öznenin, diğer nesneler (“masa”, “sandalye” vs.) gibi doğal bir dil içinde yeterince adlandırılabilen bir nesne olmadığıdır. Özne, yok-şeydir (no-thing). Kojève’in Heideggerci Hegelyanlığının Lacan üzerindeki etkisinin en açık noktalarından biri, Lacan’ın özellikle 1950’lerde özneye bir varlık eksikliği (manqué-a-etre/want-to-be) ile bağlılaşık olarak yaptığı vurgudur. Lacan, özneyle ilgili konumunu ego veya “moi”/beni-bana” (“me”) ile söylemsel öge[16] (shifter) olan “je”/“ben” (“I”) tarafından ima edilen özne arasındaki temel ayrım yoluyla dile getirir. Lacan, Freud’un aksine, öznenin sadece bilince ve bilinçdışına sahip olduğu ölçüde bölünmüş bir özne olmadığını iddia eder.

Lacan öznenin bölünmüş olduğunu söylediğinde, aynı zamanda dilin bir öznesi olarak her zaman şu iki seviyeyi belli edeceğini kasteder. Birincisi, ego veya sözcenin (enunciated) öznesi. Bu, öznenin imgesel bütünlüğünü algıladığı/öngördüğü benliktir. Lacan’a göre ego bir nesne olduğundan dolayı, diğer herhangi bir nesne gibi yüklemleşebilir de. Kendime dair, az çok doğru şekilde “ben şişmanım” ya da “dürüstüm” veya başka benzer bir şey diyebilirim. Lacan’a göre sözcelenen (enunciated) cümlemin bu durumlarda üzerine konuştuğu şey egomdur.

Ancak bu ikinci bir öznellik “seviyesinden” ayırt edilmelidir: sözcelemenin (enunciation)öznesi. Lacan’ın konumu, başka noktalarda olduğu gibi burada da 2. Kısımda ayrıntılı olarak incelenen dil felsefesi etrafında döner. Sözcelemenin öznesi ile sözcelenenin öznesi arasındaki ayrım, Lacan’ın Austin veya John Searle gibi “söz edimi” (“speech-act”) teorisyenlerinin dilin “performatif boyutu” dedikleri şeye ilişkin anlayışından kaynaklanır. Söz edimi teorisyenleri, herhangi bir söz edimi sözcüklerinin asla boşlukta sözcelenmediğini vurgular. Bu sözcükler her zaman belli bir bağlamda, dil konuşanlar arasında sözcelenir. Ve bu ifadeler aracılığıyla özneler, fiilen bir şeyler yaparlar (Austin’in How to Do Things with Words [Söylemek ve Yapmak] kitabının başlığı da buradan gelir). Bu özellikle emir veya vaat gibi durumlarda belirgindir. Biz söz verdiğimde (mesela sizinle 5.15’te buluşacağıma söz verdiğimde) öncelikle mevcut durum hakkında bir beyanda bulunmam. Önemli olan benim ne yaptığımdır. Benim yaptığım şey, gelecekte bir zamanda sizinle görüşme sözü vermekti.

Lacan’ın Austin’inkiyle birlikte buradaki temel argümanı, tüm dilsel eylemlerin iki önemli boyutu olduğudur. İlki, Austin’in bildirici dediği boyuttur. Lacan buna sözcenin seviyesi der. Kelimeler, dünyadaki olgusal durumları ifade veya temsil etmeyi amaçlar. İkincisi, Lacan’ın “sözceleme düzeyi” adını verdiği performatif boyuttur. Lacan, bilinçdışının öznesinin, sözcelemenin öznesi olduğunda ısrarcıdır. Bu, Lacan’ın, semptomlarda ve edim hatalarında[17] (parapraxes) öznenin söylemeyi amaçladığından daha fazlasını söylediği şeklindeki temel Freudyen hipotezi ifade etme yollarından biridir. Öznenin niyet ettiği şey, genellikle sözcelediği şeyin açık içeriğinde yakalanacaktır. Yine de beden dilinde veya yanlış telaffuzu (gibi edim hataları) ile belirtilen ikinci bir anlamlandırma zincirinde analiste, öznenin niyet ettiğinden başka bir şey iletilecektir. Bu ikinci anlamlandırma zinciri adeta “meydana gelir”; konuşan birey tarafından açıkça ve bilinçli bir şekilde sözcelenmesinden önce “bildiği varsayılan Öteki” için icra edilir (performed).

Lacan’ın sözcenin öznesi ile sözcelemenin öznesi arasındaki ayrımı, yalancı paradoksunu ele alış biçimini inceleyerek daha da netleştirilebilir. Bu, birinin “ben bir yalancıyım” dediği paradokstur. Buradaki paradoks, eğer bu önermenin doğru olduğunu varsayarsak (“X kişisi bir yalancıdır”) aynı zamanda bu kişi “ben bir yalancıyım” dediğinde hakikati söylediğini inanmak için hiçbir sebebimiz olmamasıdır. Bir yalancı olarak bu kişi, bunu söylediğinde sadece yalan söylüyor olabilir. Ancak bu sefer de bunun anlamı, bu kişinin samimi bir şekilde hakikati söyleyen biri olduğunu varsaymamızdır. Lacan, bunun yalnızca cümledeki sözcenin öznesi ile sözcelemenin öznesi arasındaki farkı yanlış şekilde ortadan kaldırdığımızda bir paradoks olduğunu savunur. Bu ifadenin daha iyi anlaşılması, söz edimini iki boyutuyla, (biçimselleştirmek gerekirse) şöyle sunulduğu bir durum olarak elde edilebilir: X kişisi “ben bir yalancıyım” diyor. Buradaki önemli nokta, burada konuşulan cümledeki “ben”, Lacan’ın “sözcenin öznesi” dediği şeydir. Bu ego bakımından öznenin yalancı olduğu doğru olabilir (veya olmayabilir). Yine de bu ego, hiçbir şekilde yukarıdaki biçimselleştirmede “X kişisi” dediğimiz şeyle özdeşleştirilemez. Buradaki “X kişisi”, hakkında konuşulan özne değildir. Konuşan kişidir. Ve Lacan’ın vurguladığı nokta, analizanın analisti karşısında sözceledikleriyle sergilediği ego oyunlarına ve hilelerine rağmen analizde, bildiği varsayılan Öteki’ne hitap edenin bu sözceleme öznesi olduğudur. Bu nedenle Lacan’a göre histerik, (sözce seviyesinde) yalan söyleme ya da söylediği olgusal hakikatlere en azından kayıtsız kalma kisvesi altında arzusu hakkında (sözceleme seviyesinde) hakikati söyleyen biridir. Buna karşın obsesyonel, her zaman (sözce seviyesinde) hakikati söyleme kisvesi altında hakkında konuştuğu şeyle olan ilişkisinin hakikatini (sözceleme seviyesinde) yalanlar ya da gizler.

Lacan’ın konumu, özneler kendileri hakkında konuşmak istediklerinde, sözceleme öznesinin her zaman ya konuşma ediminin başında beklendiği ya da sonunda kaçırıldığı ve bu nedenle yanlış bir şekilde ego ile özdeşleştirildiği yönündedir. Gelecek bitmiş zamana verdiği öncelikle uyumlu olarak Lacan, öznenin her zaman “olmuş olacağı” yorumunu yapar. Felsefi terimlerle, Lacanyen öznenin herhangi bir konuşma ediminin ön koşulu olduğunu (her zaman birisi konuşuyor olacaktır) ancak içinin herhangi tözsel bir içerikle doldurulmasının imkânsız olduğunu söyleyebiliriz.

Bu nedenle Slavoj Žižek yakın zamanda Kant’ın The Critique of Pure Reason’daki (Saf Aklın Eleştirisi) tamalgının (apperception) bütünlüğü ile yukarıda anlatılan arasında bir paralellik kurmuştur. Lacan, düşlemin mantığı üzerine verdiği seminerinde, Descartes’ın ünlü cogito ergo sum’unu revize ederek kendi anlatmak istediğini ifade etmeye çalışmıştır: “Düşündüğüm yerde değilim” (“I am not where I think”). Bu formülasyonun kilit noktası, düşünmek ile olmak arasındaki karşıtlıktır. Lacan, düşüncemin ve konuşmamın olduğu noktada (sözcelemenin öznesi) bilinebilecek hiçbir tözsel varlığım olmadığını söylüyor. Aynı şekilde, “düşündüğüm yerde değilim”, öznenin sözcelediklerindeki doğasının mecburi olarak yanlış anlaşılmasını açığa çıkarır. Fakat Lacan’ın öznesi, Sartre/Kojève’in konumunun doğrudan psikanalitik bir yeniden ifadesi gibi görünse de Lacan’ın “efendi gösterenler” ve “temel düşlem” öğretileriyle birlikte okunmalıdır. Lacan, efendi gösterenlerin “özneyi diğer gösterenler için temsil ettiğini” söyler.

Lacan’ın özneyi bir varlık eksikliğiyle özdeşleştirmesi göz önüne alındığında, bu sözün ilk ifadesi netleşir. Yukarıda incelenen efendi gösterenlerin, Lacan’a göre belirli bir sözcelenmiş içeriği veya gösterileni (signified) yoktur. Lacanyen konum, tam olarak bu sözcelenen içerik eksikliğinin özneyle bağlılaşık olduğudur. Bu şekilde, Lacan’ın özneyi kuramsallaştırması, (mesela) Sartre’ın Being and Nothingness (Varlık ve Hiçlik) eserindeki gibi yalnızca fenomenolojik bir analize dayanmaz. Eğer özne, “gösterenin eksikliği”nin öznesi ise Lacan öznenin, yukarıda incelediğim gibi, sadece düşünme noktasında nesneleştirilemeyeceğini kastetmez. Lacan için özne, doğrudan anlamlandırma alanındaki (field of signification) bir eksiklik noktasında ve bu eksiklik nedeniyle ortaya çıkan bir şeydir. Buna, yukarıda, Lacan’ın, öznelerin kendi inançlarını ve efendi gösterenlerle kurdukları özdeşimlerini temellendirmek için Ötekilerin bilmesi gereken şeylere dair düşlem düzenleri geliştirmelerine ilişkin konumunu anlatan “düşlemin mantığı” bölümünde zaten değinilmişti. Şimdi vurgulanacak nokta, bu efendi gösterenlerin, bu öznel düşlem yatırımı olmadan işlevsel olamayacaklarıdır. Lacan’ın üstdil (metalanguage) olmadığı yönündeki meşhur iddiası, ancak şunu ima etmek içindir: Özneler kendi kısmi, ön yargılı perspektifleriyle anlam alanına (field of sense) yatırım yapmadıkları sürece “düğümlenebilecek” ve belli bir tutarlılık suretine (semblance) ulaşabilecek bir anlam alanı yoktur.

Hatta bu, Lacan’ın ($<>a) matemi ile ifade etmeyi amaçladığı şeyin nihai ve en zor ifadesidir. 3. Kısmın “b” başlığında gördüğümüz üzere özne, efendi gösterenlerin düşlemsel olarak ortaya konan kayıp nesnesi/göndergesi ile bağlılaşıktır. Ancak şimdi Lacan’ın bu matem ile ima ettiğini daha ileri bir düzeyde ifade edebiliriz. Bu, düşlemde öznelerin yanlış tanıdığı (misrecognize) şeyin sadece ensest-annesel Şey’in var olmaması olmadığıdır. Öznelerin ilksel olarak bastırdığı şey, öznelerin hayatlarının simgesel koordinatlarını üst-belirleyen (over-determine) anlamlandırma oyununa dahil olma zorunluluğudur. Lacan, arketipik nevrotik özne konumunun, bir mağduriyet konumu olduğunu belirtir. Günah işleyen Ötekilerdir, özne değildir. Özne sadece acı çekmiştir.

Elbette (ahlaki ya da hukuki açıdan doğru ya da yanlış olabilecek) bu değerlendirmelerle (yani öznenin kendisini sürekli mağdur konumunda görmesiyle) gizlenen şey, öznenin hayatındaki olaylara nasıl yatırım yaptığıdır. İlk olarak öznenin, kendisinin katlandığı kastre edici kayıp kayıplara maruz kalmadığı varsayılan “zevk aldığı varsayılan Ötekiler”e yaptığı düşlemsel yatırım söz konusudur. Lacan’ın Freud’un daha sonraki süperego önermesini okuması gibi, bu psişik faillik, çocuktan reddedilen annenin bedeninin egemen jouissance’ına erişimi olduğu varsayılan Ödipal babaya dair düşlemlerin kalıntıları etrafında inşa edilir. İkinci olarak, gizlenen şey, Freud’un, öznelerin büyük Öteki’nin taleplerine karşı koyarak jouissance’a erişimlerini düzenleme yolu olarak öznelerin hastalıklarına uyum sağlaması ve bundan “kazanç” sağlamasından bahsederken zaten kuramsallaştırdığı şeydir. Lacan’ın iddiası, özne en korkunç travmayı yaşamış olsa bile önemli olanın, bu travmanın özne tarafından temel düşlem etrafında sonradan ve geriye dönük olarak nasıl anlamlandırıldığıdır (signified). Öznenin, yaşamına karşı benimsediği özne konumunu kendisinin özneleştirdiğini ve bu konumda hâlâ devam eden bir menfaate sahip olduğunu kabul etmesi sağlanmalıdır.

Bu yüzden Seminer II’de Lacan, psikanalizin emrininşu olduğunu söyler: mange ton dasein! yani varoluşunu ye! Kastettiği şey, analizin sonunda öznenin şimdiye kadar hayatını ve Ötekilerle ilişkilerini düzenlediği yolu içselleştirmesi ve böylece aşması gerektiğidir. Dolayısıyla Lacanyen psikanalizin etiği bu noktada belli olur. Lacan’ın tedavinin sonunda gerçekleşen şeye verdiği isim düşlemi katetmektir. Fakat Lacan’a göre düşlemin yaptığı şey, özneden dünyayı nasıl deneyimleyişindeki dahlini ve sorumluluğunu gizlemek olduğundan düşlemi katetmek, öznel sorumluluğu tekrar kabul etmektir. Lacan’ın teorisine göre düşlemi katetmek, Öteki’nin “kayıp” arzu nesnesini aldığını varsaymayı bırakmaktır. Bu nesnenin, yaşanan kastrasyonun travmasını telafi etmek için kişinin kendisi tarafından varsayılan bir şey olduğunu kabul etmektir. Kişi, kastrasyonun bir kazananı (baba), bir de kaybedeni (özne) olan bir düzen olmadığını, konuşan tüm öznelerin tabi olduğu, insan olmak için yapısal olarak gerekli olan kabul edilir. Aynı şekilde, bunu, objet petit a’yu Öteki’inden geri almaya çalışmak ve “hesaplaşmak” şeklindeki hınç dolu ve açgözlü tasarıdan vazgeçmek takip eder.

Bu, aynı anda dünyanın dokusunda olan ve yine de ondan ayrışan bu nesnenin yeriyle özdeşim kurmaya yol açar. (Bunun, “O neredeydiyse ben orada olacağım”ın [“where It was, there I shall be”] Lacanyen bir okuması olduğunu unutmayın). Lacan’a göre, düşlemi katetmiş özne, arzusundan vazgeçmemiş öznedir. Bu arzu artık temel düşlemin koordinatları tarafından sabitlenmemiştir. Özne, annenin egemen arzusunu karşılayacak olan tam olarak tatmin edici cinsel nesnenin var olmadığını kabul edebilecektir. Dolayısıyla, özne, büyük Öteki’nin ve/veya özne tarafından büyük Öteki’nin yetkili temsilcileri olarak varsayılan herhangi bir somut Öteki’nin, öznenin “kaybettiği” şeye sahip olmadığını kabul etmeye de eşit derecede açıktır. Lacan bunu, öznenin, artık Öteki’nin Var olmadığını, onun da eksiğinin olduğunu ve Öteki’nin ne yapıp ne istediğinin öznenin müdahalelerine bağlı olduğunu kabul edebileceğini söyleyerek ifade eder. Özne nihayetinde Öteki’nin düzeninde kendi yerini almak için gereken şeyin nihai olarak sabitlenmiş bir şey olmadığını kabul edebilecektir. Artık çekinmeden kendisinin de eksik bir özne veya Lacan’ın da söyleyeceği gibi bir arzu öznesi olduğunu ancak bu arzunun düzdeğişmece niteliği gösteren kaymasının nihai bir sonunun olmadığını kabul edebilecektir. Arzunun nesne-nedeninin cazibesine durmaksızın kapılmak yerine, bu arzu artık, tabiri caizse, kendi etrafında dönmekte ve sadece kendisini arzulamakta özgürdür; bu da Lacan ile eserlerinde neredeyse hiç bahsetmediği Nietzsche’nin düşünceleri arasındaki tuhaf bir yakınlıktır.


5. Kaynakça ve İlave Okumalar

  • Lacan, Jacques. Écritstrans. Alan Sheridan (London: Routledge, 2001).
  • Lacan, Jacques. The Seminar of Jacques Lacan, Book I trans. John Forrester. Edited by J.A. Miller (Cambridge: Cambridge Uni. Press, 1988).
  • Lacan, Jacques. The Seminar of Jacques Lacan, Book II trans. Sylvana Tomaselli. Edited by J.A. Miller (Cambridge: Cambridge University Press, 1988).
  • Lacan, Jacques. The Seminar of Jacques Lacan, Book III: The Psychoses trans. Russell Grigg. Edited by J.A. Miller (W. Norton: Kent, 2000).
  • Lacan, Jacques. The Seminar of Jacques Lacan, Book VII: The Ethics of Psychoanalysis trans. Dennis Porter (New York: Norton, 1992).
  • Lacan, Jacques. SeminarXX: Encore! Trans. Bruce Fink (W. Norton: New York, 1975).
  • Žižek, Slavoj. The Sublime Object Of Ideology (London: Verso, 1989).
  • Žižek, Slavoj. Looking Awry: An Introduction to Lacan Through Popular Culture (Cambridge: Mass.: MIT Press, 1991).
  • Žižek, Slavoj. Enjoy Your Symptom! Jacques Lacan in Hollywood (London and New York, 1992).

Çevirmen Notları

  • [1] Her ne kadar “ego” kelimesinin tam doğru çevirisi “ben” olsa da ve hatta bazı çevirilerde bu şekilde çevrilse de dilimizde en azından psikanalitik bağlamda “ego” olarak yer ettiği dolayısıyla ben de “ego” olarak bırakmayı tercih ettim. Bu durum aslında James Strachey’in Freud çevirilerinin yarattığı bir sıkıntıdır; örneğin, “ego” kelimesi Almanca aslında “Ich”, yani “ben”, “id” ise “Es”, yani Almancada cinsiyetsiz “O” zamiridir. -ç.n.
  • [2] Buradaki “geçişlilik”, nesne alabilen fiilleri, yani geçişli fiilleri kastetmektedir. -ç.n.
  • [3] Orijinalinde “ambivalence” olan bu kelime, aynı nesneye karşı aynı anda iki zıt duygu (genelde aşk ve nefret) hissetme durumuna verilen addır. -ç.n.
  • [4] Freud’un da “Das Ding” olarak bahsettiği “Şey”, gösterilenin (signified), dilin ve dolayısıyla da bilinçdışının ötesinde olan, kaybedilmiş ve sürekli tekrar bulunan, asla tamamen elde edilemeyen ve edilmemesi de gereken arzu nesnesini ifade eder. Daha sonraları Lacan’ın da kullanmayı bıraktığı ancak objet petit a’yu(nesne küçük a) kavramsallaştırırken temel aldığı kavramdır. Daha fazla bilgi için bkz. Dylan Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, 207-208.
  • [5] Tekil hali “nomos” olan ve Yunancada “insan davranışını yöneten yasalar bütünü” anlamına gelen kelimedir. -ç.n.
  • [6] “Babanın Yasası” ifadesindeki “baba”, yukarıda da ifade edildiği şekilde biyolojik, birey olan babayı değil, toplumsal normları, kuralları, gelenekleri vs. kastettiği için bu ifade, Lacan’ın yazılarında “Baba’nın Yasası” şeklinde de yazılır. -ç.n.
  • [7] Fransızcada “konuşmak” anlamında gelen “parler” ile “olmak” anlamına gelen “être” kelimelerinin birleşimiyle “konuşan varlık” anlamına gelen türetilmiş kelimedir. -ç.n.
  • [8] İngilizce aslı “pervert” olan “sapkın” yapısı, tıpkı psikanalitik bağlamda kullanıldığı şekliyle “histerik” gibi herhangi bir aşağılama veya ahlaki yargı içermemektedir. Aynı şekilde, toplumsal olarak sapıkça, sapkınca kabul edilen davranışı her yapan kişi sapkın yapıya sahip olmadığı gibi, her sapkın yapıdaki kişi de aynı şekilde sapıkça, sapkın davranışlar göstermez. -ç.n.
  • [9] Örneğin sadist ve/veya mazoşist insanlar. -ç.n.
  • [10] Bu terim ile Lacan, anlamı bu şekilde sabitlenmiş cümlelerin, kelimelerin, yani gösterenlerin, “point de capiton” (“quilting point”; “kapitone düğmesi”) ile sabitlenmiş gibi olduklarını ve böylece “uçuşan gösterenler”in geçici de olsa bir anlama sabitlendiğini anlatır. -ç.n.
  • [11]Gelecek bitmiş zaman”dan kasıt, Fransızcada futur antérieur olarak geçen ve orijinal metinde de future anterior şeklinde kullanılan, İngilizcedeki future perfect tense’tir. Türkçede ayriyeten bir zaman olarak bulunmasa da “yarın okula gitmiş olacağım” gibi cümleler, İngilizcedeki future perfect tense’e tekabül etmektedir. -ç.n.
  • [12] İngilizce aslında “twenty twenty hindsight” şeklinde, görme keskinliği (sight) ile yapılan bir kelime oyunudur. Yirmide yirmi görüşe sahip olmak, kusursuz görme keskinliğine sahip olmak demektir; “hindsight” ise aslında “bir şeyi sonradan anlama” anlamında “geçmişe dönüp bakmak” demektir. Yani burada kastedilen şudur: Anlam, cümlenin en sonunda net olarak ortaya çıkacağı için, ancak cümlenin sonu geldiğinde, sonundan geriye doğru bakarak (in hindsight) ‘tamamlanmış’ anlamı görmenin kusursuz (twenty-twenty; yirmide yirmi) avantajıyla o anlamı algılamış olacağımızdır. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Prensipleri’nde yazdığı “Minerva’nın baykuşu, ancak gün batarken uçmaya başlar” kanaatiyle aynı mantıktadır. -ç.n.
  • [13] Lacan’ın topolojisinde kullandığı Borromean düğümünde üç düzen vardır: Simgesel, İmgesel ve Gerçek. Simgesel düzenden yukarıda zaten bahsedildi. İmgesel düzen, ayna evresi ile birlikte oluşan ego ve egonun, yukarıda da bahsedildiği şekilde, agresiflik ve narsisizm ile karakterize olan özdeşimleri, bütünlük ve benzerlik gibi illüzyonları içeren düzendir. Dil bilimsel anlamda ise gösteren Simgesel düzene aitken gösterilen ve anlamlandırma (signification) imgesel düzene aittir. Aynı zamanda da İmgesel, Simgesel düzen tarafından yapılandırılır. Örneğin, Lacan’ın, analizde analizanın analist ile özdeşim kurmasını amaçlayan, ego psikolojisi adlı psikanalitik ekole yönelttiği eleştirilerinin bir sebebi, bu ekolden bir analist ile yürütülen analizin İmgesel düzende kalması ve dolayısıyla bilinçdışı arzunun, öznenin kurduğu diğer özdeşimlerin Simgesel düzene çekilmemesi ve bilinç seviyesine taşınamamasıdır. Gerçek ise daha karmaşık bir terimdir ve her şeyden önce “gerçeklik”ten farklıdır; Lacan, bağlama göre bazen bu iki kelimeyi birbiri yerine kullansa da genel olarak “gerçeklik” ile kastedilen, Simgesel ve İmgesel ile birlikte oluşturulan öznel temsillerdir; Gerçek ise en basit tanımıyla, “simgelenemeyen, simgeleşmeye, yani Simgesel’e karşı direnen”dir, yani hem anlamlandırma hem hayal etme çabasının beyhude olduğu bir imkânsızlıktır. Bu imkânsızlık dolayısıyla Gerçek, kaygının nesnesidir ve travmatiktir; mesela, her zaman olmasa bile, travmatik olaylar da Gerçek’in, Simgesel’i dağıttığı, tabiri caizse öznenin tüm anlam ve anlamlandırmalarını alt üst ettiği olaylardır. Örneğin deprem, kelimenin tam anlamıyla öznenin dünyasının yıkıldığı travmatik bir olaydır ve anlamlandırılana kadar özne, Gerçek ile yüzleşir. Bu açıdan, herhangi bir şekilde dolayımlamadan (mediation) yoksundur. Gerçek’in aynı zamanda İmgesel ve Simgesel düzenlerin ardındaki madde ile de ilişkisi vardır ve dolayısıyla biyolojiye, İmgesel ve Simgesel işlevlerinden bağımsız şekilde bedene de atıfta bulunur. Mesela Lacan’ın “gerçek baba” diye kastettiği biyolojik babayken, “simgesel baba”, yine yukarıda bahsedildiği şekilde, bir dizi kuralı, normu kasteder. Daha fazla bilgi için bkz. Dylan Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, 162-164. -ç.n.
  • [14] Fransızcada cinsel imaları da bulunan ve “zevk” anlamına gelen “jouissance” kelimesi, Lacan’ın en azından İngilizce ve Almanca çevirilerinde çevrilmez ki zaten hem Merriam-Webster’da hem de Oxford English Dictionary’de bulunmaktadır. Lacan, “jouissance” kelimesini ilk olarak Hegel’deki efendi-köle diyalektiği bağlamında, kölenin efendinin jouissance’ı için nesneler sağlamaya zorlanması bağlamında kullanmıştır: “Köleye, ötekinin arzusunu ve jouissance’ını tatmin etmesini gerektiren bir yasa dayatılır” (Lacan, Freud’s Papers on Technique [Freud’un Teknik Üzerine Yazıları], 273). Daha sonralarıysa Lacan, jouissance ve haz arasında karşıtlık olduğunu iddia eder: haz ilkesi, öznenin olabildiğince az zevk almasını gerektirir fakat özne ise bu sınırı ihlal etmeye, “haz ilkesinin ötesine” (“beyond the pleasure principle”) geçmeye çalışır. Ancak haz ilkesinin ihlali, özneye daha fazla haz veya zevk getirmez, onun yerine acı verir çünkü kişinin tahammül edebileceği zevkin bir sınırı vardır. Jouissance ise bu sınırın ötesine geçmenin getirdiği acı veya “acı veren zevk”i ifade eder. Jouissance’ın yasaklanması, yani haz ilkesi, ise dilin simgesel yapısına içkindir ve dile, yani Simgesel düzene giriş yapan her özne, kastrasyonda anne için imgesel fallus olma isteğinden vazgeçmesiyle, belli bir jouissance’tan da vazgeçer. İronik ve paradoksal olarak, jouissance’ın yasaklanması, öznede bu yasayı ve yasağı ihlal etme arzusu uyandırır ve bu yüzden jouissance, temelinde yasa tanımazdır. Daha fazla bilgi için bkz. Dylan Evans, An Introductory Dictionary of Lacanian Psychoanalysis, 93-94. -ç.n.
  • [15] Lacan’ın “matematik” kelimesinden türettiği ve Lèvi-Strauss’un mitolojik sistemlerin temel bileşenlerini ifade eden “mytheme” kelimesine benzerlikle türettiği “matem”ler (“mathème”) sözcüğü, Lacan’ın cebrini oluşturan bir parçadır. Lacan’a göre matemler, “aşkın gösterenler değillerdir; mutlak bir anlamlandırmanın belirtileridirler” ve “bin bir türlü okumayı, onlar hakkında söylenenlerin mevzubahis matemlerin cebirleri içerisinde kaldığı sürece kabul edilebilir olan bir çeşitliliği mümkün kılmak üzere yaratılmışlardır” (Écrits The First Complete Translation in English, Jacques Lacan 314, 313). Böylelikle matemler, tek bir anlama indirgenemezler ve okuyucunun psikanalitik kavramları sezgisel veya imgesel olarak anlamalarını engeller.
  • [16] Lacanyen Psikanalize Giriş Sözlüğü’nde bu şekilde çevrilen, İngilizce aslı “shifter” olan, önce Otto Jespersen tarafından ortaya atılan, sonra da Roman Jakobson tarafından geliştirilen “söylemsel öge”, içinde geçtiği cümleye ve/veya bağlama atıfta bulunulmadan anlamı belirtilemeyen “ben”, “sen”, “burası”, “şimdi” gibi kelimeleri kasteder. -ç.n.
  • [17] Kişinin istemsizce yaptığı, dil sürçmesi, unutma gibi eylemlerin genel adı. -ç.n.

Matthew Sharpe – “Jacques Lacan (1901—1981)“, (Erişim Tarihi: 23.09.2024

Çevirmen: Çağan Fırtına

Editör: Efe Aytekin

TOBB Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü tamamladı, ODTÜ İngiliz Edebiyatı doktora öğrencisi. 18. yüzyıldan günümüze İngiliz edebiyatı en büyük tutkularından. Sosyoloji, psikoloji ve siyaset felsefesi ile akademik olarak ilgili. Orta seviye Almanca bilgisine sahip.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Pragma Ekibine Konuk Olduk: Felsefe ve Eğitim – Taner Beyter & Cenk Özdağ

Sonraki Gönderi

Sosyalistlerin Neden Ütopyalara İhtiyacı Olduğu Üzerine – Fredric Jameson

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü