Arap Doğu’su, Batı’nın gücüyle sömürgeleştirilen son bölgeler arasındaydı. Aynı zamanda kendi kaderini tayin hakkı adına sömürgeleştirilen ilk yer oldu. Eylül 1920’den ikonik bir fotoğraf, Fransız sömürge generali Henri Gouraud’nun muhteşem beyaz bir üniforma giydiği ve yerli dini figürün yanında yer aldığı bu anı yakalıyor. Bir tarafta oturan Doğu Katolik mezhebi Maruni Kilisesi Patriği’dir. Öteki tarafta Beyrut’un Sünni Müslüman Müftüsü’dür. Goraud’un, mağlup Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarından ayrılan Büyük Lübnan devleti veya Muhteşem Lübnan devletini ilan etmesi, bunun vesilesi oldu. Fransa, İngiltere’nin onayıyla iki ay önce Suriye’yi işgal etmiş ve kısa ömürlü anayasal Suriye Arap Krallığı’nı devirmişti. Bu sömürgecilik için öne sürülen bahane bugün hala kullanılmakta. Fransa’nın Doğu’daki iddia edilen amacı kendini büyütmek değil, oranın sakinlerini, özellikle Lübnan’ın çeşitli ve önemli azınlık nüfusunu özgürlük ve bağımsızlığa yönlendirmekti.
Fransa, Hristiyanların çoğunlukta olduğu Lübnan devletini, Fransız hakimiyeti altındaki mezhepçi Alevi, Dürzi ve Sünni yönetimlere göre parsellenen coğrafi Suriye’nin geri kalanından ayırdı. Bu geç sömürgeleştirme, Arap dünyasındaki insanları Osmanlılı Müslüman ‘Türk’lerden kurtarmayı ve asırlık mezhepsel nefret yağmalarından kurtarmayı amaçladığını iddia ediyordu. Dolayısıyla General Gouraud fotoğrafta sözde barbar yerli kabileleri mağlup eden biri olarak görünmüyordu; o ne Aztek Montezuma’yı deviren modern Hernan Cortes’te ne de Andrew Jackson’ın Fransız reenkarnasyonuydu. Nijer’de, Çad ve Fas’ta görev yapan Fransız sömürge generali Avrupalıların Doğu’nun düşman toplulukları olduğunu iddia ettikleri topluluklar arasında vazgeçilmez bir barışçı ve hayırsever arabulucu olarak tasvir ediliyordu.
Arap Doğusunun sömürgeleştirilmesi Amerika’nın, Doğu ve Güneydoğu Asya’nın ve Afrika’nın sömürgeleştirilmesinden sonra gelir. Sömürgeci fetihlerin bu son büyük hamlesi, Belçika Kralı Leopold’un 19. yüzyılın sonlarında Kongo’ya uyguladığı türden acımasız ve açgözlü yönetimi görünürde reddediyordu. Bunun yerine, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupalılar örtmece yoluyla hükmettiler: daha az yetenekli uluslara yardım etmek için yeni İngiliz ve Fransız egemenliğindeki Milletler Cemiyeti tarafından ‘gelişmiş’ güçlerin egemen olduğu sözde bir ‘manda’ sistemi kuruldu. Birlik tarafından yeni Suriye ve Lübnan devletleri, geçici olarak bağımsız ancak zorunlu olarak Avrupa vesayetine tabilerdi. Muzaffer güçler, İngilizlerin Afrika’daki ‘dolaylı’ yönetim değerlerinden yararlanarak, sömürgecinin elini gizlemek için yerel bir görünüm geliştirdiler. Belki de en önemlisi, bu geç dönem sömürgeciliği, dünya çapındaki halkların sözde ‘kendi kaderini tayin etme’ ilkesinin babası olan ABD başkanı Wilson’ın yeni ideallerine saygı duyduğunu iddia ediyordu.
Modern tarih boyunca, Batı sömürgeciliğinin özgürlük ve dini özgürlük adına ağırlığı, Orta Doğu’nun doğasını bozmuştur. Bir zamanlar birbirine bağlı büyük bir Osmanlı saltanatının bulunduğu yerde, bir dizi küçük ve bağımlı Orta Doğu devleti ve emirliği yaratarak bölgenin siyasi coğrafyası dönüştürüldü. Tam da Müslüman, Hristiyan ve Yahudi Arapları içeren yeni bir Arap kimliğinin en umut verici göründüğü dönemde, Filistin’de ‘Arap’ ile ‘Yahudi’ arasında yeni ve hala çözülmemiş bir çatışmayı başlattı. Bu geç -son- Batı sömürgeciliği, Osmanlı imparatorluk yönetiminden Osmanlı sonrası Arap ulusal yönetimine geçişin ne doğal ne de kaçınılmaz olduğu gerçeğini gizledi. Avrupa sömürgeciliği, Osmanlı yönetiminin son yüzyılında şekillenmeye başlayan hayati önem taşıyan mezhep karşıtı Arap kültürel ve siyasi politikalarını aniden kesintiye uğrattı ve yeniden şekillendirdi. Avrupa sömürgeciliğine rağmen, ekümenik ideal ve toplumsal veya mezhepsel kısımlarının toplamından daha büyük egemen toplumlar yaratma hayali, 20. yüzyıl Arap dünyasında da varlığını sürdürdü.
‘Avrupa’nın hasta adamı’ – Saltanat için küçümseyici Avrupalı lakabı – aslında, 20. yüzyılın başlarında hiçbir şekilde ölümcül bir düşüş yaşanmamıştı. Türklerin açgözlülüğü ve çöküşüne dair eski hikayelerin ya da Osmanlı yönetiminin romantikleştirilmiş yüceltmelerinin aksine, gerçek şu ki, son Osmanlı yüzyılı, Batı egemenliğinin gölgesinde rekabet eden etnik- dinsel milliyetçiliklere, savaşa ve baskıya yol açarken aynı zamanda yeni bir arada yaşama çağına tanıklık etti. Hikayenin şiddet içeren kısmı iyi biliniyor, çok daha zengin olan ekümenik kısmı ise neredeyse hiç.
19. yüzyılda Batılı olmayan hemen hementüm diğer yönetimler gibi Osmanlı İmparatorluğu da Avrupa’nın amansız saldırganlığı karşısında geri çekildi. İmparatorluk, egemenliğini nasıl sürdüreceği ve 19. yüzyılın eşit vatandaşlık fikirlerine nasıl uyum sağlayacağıyla boğuşuyordu. Bu durum farklı Avrupalı güçlerin desteğini alan ayrılıkçı Balkan milliyetçi hareketlerinin yükselişi nedeniyle sekteye uğradı. Osmanlılar, 19. yüzyılın neredeyse her on yılında savaş halindeydi.
Osmanlılar bir zamanların büyük imparatorluğunun toprak bütünlüğünü nasıl koruyacakları konusunda endişeleniyorlardı, aynı zamanda onu askeriyeden politikaya, mimariden topluma kadar hemen hemen her yönden reform ve yeniden biçimlendirmeye yatırım yaptılar. İmparatorluk, İslam’ın inancını ve onurunu savunma adına uzun süredir Müslüman ve gayrimüslim arasında ayrımlar yapıyordu. Ayrıca heterodoks Müslümanlar arasında da ayrımcılık yaptı. Yüzyıllar boyunca, Osmanlı Müslümanlarının diğer tüm gruplara üstünlüğünü yücelten bir imparatorluk sistemi inşa etmişti. 19. yüzyılda Osmanlı sultanları, imparatorluklarını, dini mensubiyetlerine bakılmaksızın tüm tebaanın eşitliğini savunan ‘uygar’ ve ekümenik bir Müslüman saltanat olarak yeniden şekillendirdiler. Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler, kırmızı fesi paylaştıkları ortak modern bir Osmanlıcılık simgesi olarak benimsediler. Tanzimat dönemi (1839-1876) boyunca Osmanlı imparatorluğu resmen, Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasında ayrımcılık yapmama politikasını benimsemişlerdi. Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasındaki eşitlik fikri, imparatorlukta tüm Osmanlı vatandaşlarının eşitliğini ilan eden 1876 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle toplumsal yaptırım ve kanun gücü kazandı.
Osmanlılar, imparatorluklarını ne kadar laikleştirseler de İngiltere, Fransa, Avusturya ve Rusya daha fazla ayrıcalık talep etti. Avrupalı her güç şu veya bu yerli Hristiyan veya diğer azınlık topluluğunu koruduğunu iddia ediyordu; her biri Osmanlı topraklarının bir kısmına göz dikiyordu ve her biri kıskançlıkla rakiplerinin Doğu’daki nüfuzunu boşa çıkarmaya çalışıyordu. Bu diplomatik çekişme o dönemde ‘Şark Meselesi’ olarak adlandırılıyordu. İmparatorlukta, Müslümanların gayrimüslimlere karşı ideolojik ve hukuki ayrıcalıklarının ortadan kalkması, özellikle Avrupalı güçlerin imparatorluğa sürekli olarak mezhepsel çizgide müdahale etmeleri nedeniyle tartışmasız değildi. Örneğin Osmanlılar, gayrimüslimlerden alınan ortaçağ cizye vergisini kaldırmış, ancak 1856’da Avrupa’ya Hristiyan kiliselerinin ‘ayrıcalıklarına ve ruhani dokunulmazlıklarına’ saygı gösterme sözü vermiş; gayrimüslimleri vergi karşılında askerlik hizmetinden muaf tutarken, Müslüman tebaayı, sonu gelmez gibi görünen savaşlarda savaşmak üzere askere almış; Osmanlı pazarlarını Avrupa mallarının akınına açmış ve imparatorluktaki gayrimüslimlerin Batı misyonerler tarafından din değiştirmesine göz yummuştur.
Temmuz 1860’ta, Şam’da Hristiyanlık karşıtı bir isyan patlak verdi. Ayrımcılık yapılmamasını emreden fermanlara rağmen, Müslüman bir kalabalık, şehri kasıp kavurdu, kiliseleri yağmaladı ve şehrin Hristiyan sakinlerini terörize etti. Londra ve Paris’teki gazeteler ve misyoner toplulukları ‘Muhammed’ fanatizmi olarak gördükleri şeyi kınadı. Fransız imparatoru 3. Napolyon, iddiaya göre padişahın Arap eyaletlerinde düzeni yeniden sağlamasına yardım etmek için Doğu’ya bir Fransız ordusu gönderdi. Avrupalı güçler, 1860 katliamlarını araştırmak için bir komisyon kurdu. Ancak bunun insani motivasyonu koşullu ve politikti. Ne de olsa, ABD’nin Afrika kökenli insanlara uyguladığı baskı ve zulmü ya da yerli Amerikalıları yok etmesini, Cezayir’de onlarca yıldır süren Fransız sömürge terörünü ya da 1857’de Hindistan’daki sömürgecilik karşıtı ayaklanmanın Britanya tarafından bastırılmasını araştırmak için ilgili bir komisyon kurulmamıştı.
1860 katliamları, Batılı gözlemciler tarafından tuhaf bir şekilde Batılı olmayan ve hatta Müslüman bir sorun olarak seçilmesine rağmen, dünya çapında çok farklı bağlamlarda tezahür eden eşitlik, çeşitlilik ve egemenliği uzlaştırmak için küresel bir mücadeleyi yansıtıyordu. Dolayısıyla Osmanlılar, dünyanın öbür ucunda, heterojen, çok etnikli, çok dilli ve çok dinli bir nüfus üzerindeki hakimiyetlerini nasıl sürdürecekleri ve reform yapacakları konusunda gerçek bir krizle karşı karşıyayken, ABD aynı anda 19. yüzyıl Batı dünyasında kölelik, ırkçılık ve vatandaşlık üzerine en ölümcül savaşı veriyordu. Şam isyanı, köleleştirilmiş ve vahşice öldürülmüş Afrikalıların son yasadışı kargosunun Alabama kıyısındaki yelkenli Clotilda’dan boşaltılmasından hemen sonra meydana gelmiştir.
1860’ ta Şam’daki Hristiyanlık karşıtı ayaklanmalar berbattı ancak, onlar çağdaş Osmanlı İmparatorluğu’nun yanlızca bir yüzünü yansıtmaktaydı. Avrupa’da sansasyonel hale getirilen şiddet olaylarından çok daha az dikkat çeken husus, birçok Osmanlı tebaasının sekülerleşme ve modernleşmeyi aktif bir şekilde benimsemesi değilse bile, gözle görülür ve yaygın bir şekilde kabullenmesiydi. İmparatorluk, Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında modern bir arada yaşam için dünyanın başka hiçbir yerinde benzeri olmayan hayati bir laboratuvar oluşturdu. Bu bir arada yaşam, hiçbir yerde Arap Maşrık şehirlerinde olduğu kadar belirgin değildi. Kahire’den Beyrut’a ve Bağdat’a kadar tüm inançlardan Araplar, ortak bir dili paylaşıyor ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan siyasi olarak ayrılma konusunda çok az bir eğilim gösteriyorlardı.
1860 olaylarından sonra, Protestan Hristiyan Butrus al-Bustani Beyrut’ta ulusal bir okul açtı. Levant’taki Amerikalı misyonerlerin gerçekten laik bir eğitim fikrini hala reddettikleri bir zamanda , al-Bustani’nin okulu, mezhep karşıtı ve dini farklılıklara karşı saygılıydı. Afrikalıların ve Asyalıların Avrupa imparatorluklarında ağır ırksal tabiiyete katlandığı, Yahudilerin Rusya’da pogromlara maruz kaldığı ve beyaz Amerikalıların ABD’nin güneyinde ırk ayrımcılığını benimsediği, Asyalıları ABD vatandaşlığından dışladığı ve hayatta kalan Yerli Amerikalıları acınacak çekincelere ittiği bir dönemde, Osmanlı imparatorluğu yeni kapsayıcı ‘ulusal’ okulların, belediyelerin, dergilerin, gazetelerin ve tiyatroların açılmasını teşvik etti ya da -bunun önünde duramadı. Milli birlik ve egemenlik adında yeni bir ordu inşa edildi. Tüm bu reformlar, Osmanlı’nın Rusya karşısında ve Balkanlar’da art arda aldığı askeri yenilgiler ve Osmanlı Sultanı 2. Abdülhamid’in anayasal değişime direnmesi nedeniyle daha da acil hale geldi. 1908’de, Jön Türk Devrimi, sultanı tahttan indirdi ve yalnızca ayrımcılığın olmadığı değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk, Ermeni, Arnavut, Yahudi ve Arap unsurları arasında yeni bir anayasal Osmanlı özgürlük ve kardeşlik dönemi vaat etti.
Laikleştirici ulusal reformların birçoğu, uygulandığından çok daha coşkuyla dile getirildiler. Reformlar, imparatorluk genelinde parça parça ve eşitsiz olmayan bir şekilde uygulandı. Bununla birlikte, 1860 olaylarından sonra, Maşrik’teki pek çok Arap Müslüman, Hristiyan ve Yahudi, farklı Osmanlı, Arap, dini, laik, siyasi ve kültürel anlamlarda ifade edilebilecek ekümenik bir ’rönesans’ veya nahda’ya* katıldıklarına inanıyorlardı. Potansiyel olarak daha parlak, kesinlikle daha bilimsel ve daha ‘medeni’ bir geleceğe doğru ilerlediklerini hep birlikte anladılar. Emin olmak gerekirse, Mısır’dan Irak’a, bu nahda’da kendi ‘ulusları’ adına konuştuklarına inanan şehirli ve eğitimli erkekler egemendi.
Osmanlı reformlarının ekümenikliği ile etkin egemenliği sürdürmenin sert zorunluluğu arasındaki denge hassastı. ‘ Doğu Meselesi’ gayrimüslim toplulukların- sonraları azınlık olarak ifade edilecekler- geleceğini politize etti, çünkü aynı anda hem Avrupa’nın ilgisinin nesnesi hem de Osmanlılara karşı siyasi ve askeri saldırının bahanesi haline geldiler. Hristiyan Yunan, Sırp, Makedon ve Bulgar milliyetçilerinin Osmanlı kontrolünden kopmak için Rus, Avusturya veya İngiliz desteğine başvurmaları, Balkanlar’da ortaya çıkan etnik-dinsel milliyetçilik sorununu körükledi. Osmanlı liderleri, Türkçe konuşan Müslüman nüfusu imparatorluklarının temel çekirdeği[i] olarak görüyorlardı. 19. yüzyılın son çeyreğinde, Ermeni devrimciler, Hristiyan Balkan milliyetçilerini taklit etmeye çalıştılar. Özerklik için Avrupa’nın desteğine başvurdular, Osmanlı devleti ise zulümle karşılık verdi.
Batı sömürgeciliğinin gölgesindeki Osmanlı modernitesi, hem güçlü bir şekilde ekümenikti hem de tavizsiz bir şekilde şiddet içeriyordu. Hem çok uluslu ve çok dinli egemen bir gelecek hem de azınlıkların olmadığı yabancı düşmanı bir dünya vaat ediyordu. Balkanlar ve Anadolu’da, egemenlik zorunluluğu açıkça ekümenikliğe olan bağlılığın önüne geçerken, Arap Maşrik’ inde ekümenik Osmanlıcılık daha kolay gelişti. Balkanlarda Hristiyanlar, etnik-dinsel çatışmaların ortasında sıklıklara Müslümanlara (ve diğer Hristiyanlara) amansız bir şekilde karşı çıkarken, Maşrik’te Arap Hristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudiler daha kolay bir şekilde ortak bir amaç edindiler.
Temel farklılık, Maşrik’te ayrılıkçı bir milliyetçiliğin olmamasıydı. İngiltere, 1882’de Mısır’ı işgal etmiş olsa da Maşrik’in geri kalanında Osmanlı yönetimi varlığını korudu. Paylaşılan Arapça dili, Arap Hıristiyan ve Yahudilerin Arap basınında, tiyatrosunda, mesleki derneklerde ve kadın derneklerinde ve belediyelerinde önemli roller oynamalarına yardımcı olmuştur. Örneğin, Mısır’ın önde gelen gazetesi Al- Ahram, Suriyeli bir Hristiyan göçmen tarafından kuruldu. Yahudi gazeteci Esther Moyal’in ekümenik ‘Doğu Arap’ kimliğini savunması da yersiz değildi. Anadolu’daki Ermeni Hıristiyan cemaatinin giderek yabancılaşması ve yok olması, Arap Hıristiyan ve Yahudilerin Beyrut, Hayfa, Halep, Bağdat gibi şehirlerin yanı sıra İngiliz işgali altındaki Kahire ve İskenderiye’de Müslüman kardeşleriyle bir arada yaşadığı bir dönemde gerçekleşmiştir.
Osmanlı dönemi, 1. Dünya Savaşı’nın felaketiyle bitti. Savaş zamanı Osmanlı Türk hükümdarları, Osmanlıcılığın ekümenik ruhuna duyarsızca sırtlarını dönerken onun karanlık devletçi yanını da kucakladılar. Bu Osmanlılar, Ermenilere karşı ulusal beka adına soykırım politikaları başlattılar. Ayrıca, Beyrut ve Şam’da Arap hain olarak gördükleri kişileri de astılar. Lübnan Dağı’nı kıtlık kasıp kavururken Osmanlı kuvvetleri, bir İngiliz ordusun Filistin’i işgal etmesinden hemen hemen önce geri çekildi. Aralık 1917’de Kudüs düştü. Neredeyse bir yıl sonra imparatorluk utanç verici bir şekilde teslim oldu.
Britanya, Fransa ve ABD’nin muzaffer Müttefik devlet adamları, mağlup Osmanlı imparatorluğunun geleceğine karar vermek için 1919’da Paris’te toplandıklarında, önceki yüzyılda büyük ölçüde değişime uğrayan bir imparatorluğa müdahale ettiler. 1. Dünya Savaşı’nın galipleri, geç dönem Osmanlı imparatorluğunun ekümenik mirasını görmezden geldi. Bunun yerine imparatorluğun bariz kusurlarını sansasyonel hale getirerek imparatorluğu bölmeye kararlıydılar. 1919’da, Başkan Wilson Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesini kutsadı. Yunanlıların İzmir’i işgali, sonunda sonraları Atatürk olarak anılacak, Mustafa Kemal’in liderliğindeki yeni Türkiye’nin zaferiyle sonuçlanan kanlı bir savaşa yol açtı. Bu yeni Türkiye, kendisini çarpıcı bir şekilde laikleştirdi ama aynı zamanda kendi ekümenik Osmanlı mirasını acımazsızca reddetti. 1923 yılında Türkiye, Yunanistan ile bir milyondan fazla Rum’u yeni Türkiye’den zorla tahliye etmek- “mübadele” kullanılan örtülü ifadeydi – üzere bir anlaşma imzaladı. Buna karşılık Yunanistan da yüz binlerce Yunanca konuşan Müslümanı tahliye etti. Yeni Türkiye Cumhuriyeti daha sonra muhalif Kürtleri bastırdı.
Müttefikler, bu sırada Arap Maşrik’in geleceğine karar verdiler. İngiltere 1915 gibi erken bir tarihte, Osmanlı yönetimine karşı isyanları karşılında Arap Haşimilerin Arap Doğu’sunun büyük bölümünde bağımsız bir Arap krallığı yönetme yönündeki genişleyen hırslarını destekleme sözü vermişti. Bir yıl sonra 1916’da İngiltere ve Fransa, Skyes – Picot Anlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap eyaletlerini aralarında paylaşma konusunda gizlice anlaştılar. Ve 1917’de, Siyonist lobinin etkisiyle, İngiliz hükümeti, Filistin’de demografik, sosyal ve dilsel yapısı itibarıyla çoğunluğu Araplardan oluşan bir Yahudi ‘ulusal evi’nin yaratılmasını destekleme sözü verdi.
Daha da kötüsü, 1919 Paris Barış Konferansı’nda İngiltere ve Fransa, yerli Arap ve Mısırlı milliyetçilerin bağımsızlık davalarını doğrudan sunmalarını engelledi. Ancak Şerif Hüseyin’in oğlu Haşimi emiri Faysal’ın savaş zamanı babasına verdikleri sözlerine yerine getirmeleri için Müttefiklere yalvarmasına izin verildi. Ayrıca Avrupalı Siyonistlerin, Filistin’i sömürgeleştirme ve onu doğu ve orta Avrupa’dan gelen yerleşimcilerin önderlik ettiği bir Yahudi devletine dönüştürme vizyonlarını sunmalarına da olanak sağladılar. Ve Amerikalı bir misyonerin oğlu ve Suriye Protestan Koleji’nin (bugünkü Beyrut Amerikan Üniversitesi) başkanı Howard Bliss’ten haber aldılar. Bliss Suriye sakinleri adına konuşma hakkına sahipti. Suriyelilere karşı paternalist olmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun eski vilayetlerindeki siyasi havya karşı duyarlıydı ve Orta Doğu’da yaşayanların kendi kaderlerini tayin etme yönündeki siyasi isteklerini belgelemek üzere bölgeye tarafsız bir araştırma heyeti gönderilmesini tavsiye etti. Fransızlar, tarafsız bir komisyon fikri karşısında dehşete düşmüştü, İngilizler ise utanmıştı çünkü ikisinin de Araplara bağımsızlık verme niyetleri yoktu. Ancak Wilson, eski ve yeni sömürgecilik arasındaki temel muhataptı. Amerikan misyonerlik girişimine derinden sempati duyuyordu. Ayrıca, Filistin’de bir komisyon kurulması fikrini de destekliyordu.
Türkiye’deki mandalara ilişkin 1919 Müttefikler Arası Komisyon’un Amerikan Bölümü, bu komisyona liderlik eden iki Amerikalıya atfen King-Crane Komisyonu olarak biliniyordu: Ohio’daki Oberlin Koleji’nin başkanı Henry King ve hayırsever Charles Crane. 1860’ta Osmanlı İmparatorluğunda kurulan uluslararası komisyondan farklı olarak, bu komisyon bölgedeki insanlara anket yapıyordu- ve komisyon eski Osmanlı vilayetlerinde yaşayanlardan çok sayıda telgraf, mektup ve dilekçe toplayıp onlarla yüzlerce toplantı yapmıştı. Ne King ne de Crane herhangi bir devrimci anlamda sömürgecilik karşıtı değildi ancak her ikisi de yerli halkın dileklerinin doğru bir şekilde kaydedilmesi gerektiğine gerçekten inanıyordu. Görünüşe göre, Wilson’ın kendi kaderini tayin etme taahhüdünü apaçık bir şey olarak kabul ediyorlardı.
Temmuz 1919’da Filistin, Lübnan ve Suriye’de yaptıkları meşakkatli turdan sonra, King ve Crane Arap Doğu’na dair bazı cesur sonuca vardılar. Bölgedeki yerli halkın çoğunun ortak bir dil konuştuğunu ve zengin bir ekümenik kültürü paylaştıklarını fark ettiler. Yerli halkın çoğunluğunun siyasi arzusunun ezici bir çoğunlukla bağımsızlıktan yana olduğunu kabul ettiler. Şiddetle Amerikan mandasında (ve bu olmazsa İngiliz) kurulmuş Filistin ve Lübnan’ı bünyesine alan tek bir Suriye devletinin azınlıklara güçlü bir koruma sağlamasını tavsiye ettiler. Ve en önemlisi, eğer Wilson’ın kendi kaderini tayin etme ilkesi ciddiye alınacaksa ve yerli Arap çoğunluğunun sesi baskın olarak duyulacaksa Filistin’deki sömürgeci Siyonizm projesinin durdurulması gerektiğini söylediler. ‘Orduların uygulaması gereken kurallar, bazen gereklidir,’ diye yazmışlardı, ancak bunlar kesinlikle ciddi bir adaletsizliğin çıkarı için sebepsiz yere alınmamalıdır. Çünkü Siyonist temsilciler tarafından sıklıkla dile getirilen, 2000 yıl önceki işgale dayanan Filistin üzerinde ‘hakları’ olduğu yönündeki ilk iddianın ciddiye alınması pek mümkün değildir.
Komisyon üyeleri, son raporlarını Ağustos 1919’da Başkan Wilson’a sundular ancak önerileri göz ardı edildi. Filistin ile alakalı tahminleri, kehanet niteliğindeydi. ABD, kendi kaderini tayin hakkının her türlü özgürleştirici anti-sömürgeci yorumunu reddetti; çünkü Wilson, tüm halkların eşit olduğu ve egemenliği doğrudan hak ettiği fikrine hiçbir zaman inanmadı. İngiltere ve Fransa sanki Kin-Crane komisyonu hiç gönderilmemiş gibi bölgeyi bölmeye devam etti. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour bu noktada en azından samimiydi. Kendisi, Suriye’de yaşayanların özgürce seiçim yapabileceklerini ancak bunların sonuçta ‘Habson’ın tercihi’ olduğunu söyledi. Fransa, Suriye ve Lübnan’ı yönetecekti. İngiltere ise Filistin’i sömürgeci Siyonizm’e açacaktı. Balfour Ağustos 1919’da şöyle yazıyordu: “Filistin’de, Amerikan [King-Crane] Komisyonu ülkenin mevcut sakinlerinin isteklerini sorma yoluna gitmiş olsa da biz onların isteklerine danışmayı bile düşünmüyoruz.
Dünyanın son sömürgeciliği kendisini ne kadar büyük bir dikkatle kendi kaderini tayin hakkı savunucusu olarak satarsa satsın, Batılı savunucuları daha iyisini biliyordu. Ancak asıl trajedi aldatmacada değil, bu aldatmacanın şiddetlendirdiği ve doğurduğu bölünmelerde yatıyordu. Sömürgeci Avrupa, Orta Doğu’daki asırlık dini farklılıklara hakemlik ettiğini iddia etti. Gerçekte ise mezhepçi siyaseti teşvik etmiştir. Bu son sömürgeciliğin sonuçları günümüzde hala yankılanmaktadır.
*Nahda Hareketi (Arapça: حركة النهضة Ḥarakat an-Nahḍah; İngilizce: Ennahda Movement; Fransızca: Mouvement Ennahdha): Nahda Hareketi Partisi (Arapça: حزب النهضة Ḥizb an-Nahḍah) ya da Ennahda, Yeniden Doğuş (Rönesans) Partisi olarak da bilinir. Tunus‘taki ılımlı İslamcı siyasi partidir.
Ussama Makdisi – Cosmopolitan Ottomans, (Erişim Tarihi: 21.08.2024)
Çevirmen: Zilan Ocak
Çeviri Editörü: Efe Aytekin