“Post-Analitik Felsefe” Nedir? – Paul Austin Murphy

/
1221 Okunma
Okunma süresi: 7 Dakika

“Post-analitik felsefe” terimi ilk olarak 1980’lerin ortalarında kullanılmıştır. O zamanlar bu tanımlama, analitik felsefeye bir şeyler borçlu olan ancak yine de ondan ayrılacaklarına inanan filozoflara atıfta bulunmaktaydı.

Söz konusu terim ilk başta biraz tuhaf görünüyor. Sonuç olarak, filozoflar nasıl ‘post’ veya analiz karşıtı olabilir ki? Nihayetinde elbette post-analitik felsefenin çoğu örneği dahi farklı türden analizler içerecektir.

Dolayısıyla bu terim, (geniş anlamda) analitik felsefe geleneğine atıfta bulunuyor olmalıdır. Ama geleneğin hangi yönlerine ve hangi filozoflarına atıfta bulunuyor ki? Bütün analitik filozoflarda ortak olan bir felsefi öz var mıydı?

Tüm bunların yanı sıra felsefi analizin, analitik gelenek oluşmadan çok önce ortaya çıktığını unutmayalım. Hume, Hobbes, Aquinas, vb. isimler – en azından kısmen – analiz yapmadıysa, ne yapmışlardır?

‘Post-analitik felsefe’ teriminin tarihi ve kullanımı incelendiğinde yukarıda bahsettiklerimiz, bir dereceye kadar, ilk bakışta çözülen problemlerdir. Fakat gerçekten de bazı filozofların analiz ile bir problemi var gibi görünüyor. Veya bundan ziyade belki de, yalın bir “analiz” yerine “felsefi analiz” demek daha doğru olur. Durum açık bir şekilde budur; çünkü “felsefi analiz” terimi “analiz”den daha spesifiktir ve felsefi analizin gerçekte ne olduğuna dair varsayımlar içerebilir/içerecektir.

Objektif Gerçeklik?

Post-analitik filozofların analitik felsefeyle ilgili problem (veya basitçe bir problem) olarak gördükleri şeye değinmek istiyorsak, 20. yüzyılın sonlarına ve çağdaş Amerikan pragmatizmine başvurmak epey yararlıdır. Bu okulun kendisi (Amerikan Pragmatizm’i), post-analitik hareketin (belirli türden bir okulu olarak değil de) bir parçası olarak görülmektedir.

Çoğu kişi, bu Amerikalı pragmatistlerin bizzat objektif gerçeklik, realizm ve temsilcilik kavramıyla ilgili bir problemi olduğunu söyler. Onlar bu kavramları felsefe tarihi boyunca saplantı olunan sabit şeyler olarak görür. Ve aslında, 20. yüzyıl analitik felsefesine gelince durum bundan çok da farklı değildi. Buna dair şahsi itirazım şu, bir tek analitik felsefecinin bile “objektif gerçeklik” sözcüğünü kullandığını veya ondan söz ettiğini neredeyse hiç okumadım (Bununla beraber, Peter van Inwagen’in (‘Obkejtiflik’ini okumuştum). Diğer yandan bir filozofun, objektif gerçeklik fikrine bağlı olması için mevcut “objektif gerçeklik” ifadesini kullanmasına gerek olmadığı kolayca söylenebilir. Belki de objektif gerçekliği başka bir isimle karşılamıştır (Belki de objektif gerçeklik yerine başka bir isim kullanmıştır).

Her halükarda objektif bir gerçekliğin olmadığına (veya felsefede değerli bir yeri olmadığına) yönelik pozisyon bilişsel aktivitelerin olumsallığına yapılan vurgu ile, gelenek ve işe yararlığın önemi ile, yani insanın (veya sosyal) ilerleyişinin – felsefede bile – asla göz ardı edilemeyeceği fikri ile yan yanadır. Fakat yine de, hem tüm bunları kabul edip hem analitik felsefeyle (veya felsefi analiz ile) ilgilenmenin a priori veya otomatik olarak nasıl bir problem olduğunu göremiyorum.

Mesela, en temel terimlerle felsefi analizin bir felsefi analizi (veya onun bir kısmı) önerilebilir ve böylece nihayetinde bu türden felsefi analizler ile felsefi problemler incelenebilir. Yine de, böyle (yapan) bir filozof hala analitik felsefe (veya felsefi analiz) sınırları içinde olacaktır. Garip bir şekilde, Richard Rorty bu pozisyonda yer alıyor gibi görünüyor. Veya en azından bu pozisyon ile benzer şeyler söylüyor. Wayne Hudson ve Win van Reijen tarafından gerçekleştirilen bir röportajda Rorty şöyle diyor:

Analitik felsefenin son derece profesyonel yöntemleri olan detay ile mekaniklik konusundaki ısrarını koruyabileceğini ve transandantal projeyi bırakması gerektiğini düşünüyorum. Analitik felsefeyi, bir tarz olarak eleştirme niyetinde değilim. Epey iyi bir tarz söz konusu. Süper-profesyonellik ile geçen yılların son derece yararlı olduğunu düşünüyorum.

Demin ki pozisyonun Rorty’nin geliştirdiği pozisyona “benzer” olduğunu söylemiştim. Bu benzerlik bir analitik filozofun “transandantal projeyi bırakmak zorunda” olmadığı anlamda da benzerdir. Yani, bir analitik felsefeci Rorty’nin pozisyonu ve argümanlarının (veya post-analitik filozofların genel konumlarının) tamamen farkında olabilir ve yine de bu transandantal projeye bağlı kalabilir. (Tabi ki Rorty’nin “transandantal proje” derken neyi ima ettiğini bilmemiz gerek.)

Felsefe Politik Mi Olmalı?

Görünüşe bakılırsa birçok post-analitik filozofun sahip olduğu pozisyon, doğası gereği öncelikle politiktir – veya en azından öncelikle toplumsaldır.

Mesela Hilary Putnam (1985), analitik felsefeninkendi projesinin sonuna – yani çıkmaz sokağına geldiğini ifade etmiştir. Bu, felsefenin bizzat kendisini diğer akademik disiplinler ile daha kapsamlı bir biçimde ilişkilendirmesi gerektiği anlamına gelebilir. Veya daha geniş anlamda bu, analitik felsefenin kendisini bir bütün olarak kültür veya toplum ile ilişkilendirmesi gerektiği anlamına gelir. Fakat problem şu ki, öyle ya da böyle, ara sıra analitik felsefe kendisini zaten birçok başka disiplin ile ilişkilendirmiştir. (Kabul edilmelidir ki, 1980’lerden ve bilişsel bilimin yükselişinden beri durum zaten böyledir.)

Hilary Putnam (1926-2016)

Yalnızca birkaç örnek vermek gerekirse: mantıksal pozitivistler kendilerini bilim ile (ya da en azından fizik ile), 19. yüzyıl filozofları kendilerini mantık, matematik ve bilim ile ilişkilendirmiştir. Felsefenin doğasındaki bu dikkat çekmeyen “interdisiplinerlik” aslında felsefe tarihi boyunca da böyleydi. Ayrıca tüm bunların yanı sıra felsefenin kendisini diğer disiplinler ile – ve hatta bir bütün olarak kültür ile – ilişkilendirebileceği ve yine de analitik felsefe olarak kalabileceği söylenebilir. Filozoflar (böylece) hala felsefi analiz pratiğini uygulayabilir. (Bu tekrar, analitik felsefenin – ya da felsefi analizin – gerçekte ne olduğu sorusunu gündeme getirmektedir.)

Ayrıca bir filozof, kültür gibi belirsiz (veya geniş) bir şeyi geçtim, niçin kendini diğer disiplinlerle ilişkilendirmesi gerektiğini de sorabilir. Başka bir deyişle, bir filozofun bahsettiğimiz şeyi yapmanın niçin iyi bir şey olduğuna dair felsefi sebepleri olmalıdır; tıpkı bir filozofun bir şeyin niçin kötü olduğuna dair felsefi nedenleri olması gerektiği gibi. Bu, mevcut tartışmanın geniş kapsamlı felsefi açıları olabileceği anlamına geliyor, hatta yeni tartışmalar bile eklenebilir. Bahsettiğimiz açıların doğası gereği her zaman felsefi olması da gerekmez.

Bu felsefe-toplum ikiliğine dair başka bir eğilim ise; analitik felsefenin çok profesyonel ve dolayısıyla da çok dar kapsamlı olduğu iddiasıdır. Diğer bir deyişle (bu iddiaya göre), analitik filozoflar bir bütün olarak toplum ile veya aslında herhangi başka bir şey ile neredeyse hiç bağlantısı olmayan ufacık, dar kapsamlı ve özelleşmiş problemler ile aşırı ilgilenirler. Daha teknik ve felsefi olarak dile getirirsek, analitik felsefenin belirli temel taahhütleri ile varsayımlarının savunulamaz olduğunun gösterilmiş olduğu da iddia edilebilir. (Putnam’ın kendi ifadesini bu nedenle alıntıladık.)

Ama yine de bütün disiplinlerin zaten dar kapsamlı ve özelleştirilmiş konular veya meseleler ile ilgili olduğu iddia edilebilir. Diğer yandan bu itham, diğer akademik alanlardan ziyade daha çok felsefeyi hedef alan bir suçlamadır.

Richard Rorty

Görünüşe göre Richard Rorty, analitik felsefeden bahsederken analitik felsefenin geçişte kalan, mesela 50’lerden 70’lere kadar olan, bir şey gibi konuşuyor bugüne ait veya, mesela 80’lerden itibaren, olan bir şey gibi değil.

Analitik felsefenin en temel amacı olarak, diğer tüm bilgi biçimlerini kapsayan bir bilgi biçimine sahip olduğu yaklaşımını düşünün. Bu ilginç. Çoğu geleneksel felsefenin, eskiden İlk Felsefe denen şeyin yerine farklı felsefi alanlar yerleştirdiği doğrudur. (Bir zamanlar metafizikti, sonra epistemoloji geldi, sonra dil oldu, sonra zihin vb.) Ama 20. yüzyıl bu durumdan epey uzaktı. Aslında filozoflar da – 20. yüzyıl boyunca – ilk felsefenin doğasına karşı çıkmışlardır.

Richard Rorty (1931-2007)

Naturalistleri ele alalım (örneğin mantıksal pozitivistler ve sonra da Quine’ı): tartışmaya açık bir şekilde onlar, ilk felsefenin rolüne bilim veya fiziği yerleştirdiler. (Bu tür natüralistler fiziği birincil olarak görseler de bu kendi başına onu bir tür ilk felsefe olarak görme taahhüdü anlamına gelmez.)

Rorty’nin post-felsefesinin kendi başına felsefi bir pozisyon olduğu söylenmelidir; tıpkı Wittgenstein’ın “(felsefeyi) sona erdirme” ve bizzat felsefenin kendisini olmasa bile felsefi problemleri göz ardı etme girişimi gibi. Bu pozisyonun Putnam ve John McDowell’in yanı sıra Rorty tarafından da savunulduğu söylenebilir. (Bunun daha spesifik bir örneği, zihin ve dilin dünyayla nasıl ilişki içine girdiği “problemi” olabilir.)

Her halükarda, Rorty’nin daha sonraki pozisyonunun, post-analitik felsefeden ziyade bir post-felsefe olgusu olduğunu iddia etmek için bir o kadar güçlü kanıt mevcut. Başka bir deyişle, Heidegger ve Derrida gibi, Rorty’nin de felsefe denen lanet ile problemi vardı. Ve burada tekrar, Rorty’nin pozisyonunun tam anlamıyla felsefi olmaktan ziyade politik (ya da toplumsal) olduğu iddia edilebilir. Ama yine de tabi ki, felsefeyi tamamiyle reddeden bir pozisyonun kendisi, – bazı veya birçok açıdan – Rorty’nin hiç şüphesiz memnuniyetle kabul edeceği gibi “felsefi olmaktan” kaçamaz. (Jacques Derrida da bunu itiraf etmişti).

Paul Austin Murphy– “What is “Post-Analytic Philosophy”?“, (Erişim Tarihi: 10.01.2021)

Çevirmen: Taner Beyter

Çeviri Editörü: Çağan Fırtına & Can Kalender

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

En Zor Stoacı Egzersizler – Carina Barbosa

Sonraki Gönderi

Kişisel Özdeşlik – Eric T. Olson (Stanford Encyclopedia Of Philosophy)

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü