Bilim ve İdeoloji – Eric C. Martin (Internet Encyclopedia of Philosophy)

///
532 Okunma
Okunma süresi: 64 Dakika

Bu yazının amacı, bilim ve ideolojiler arasındaki ilişkiye kısmen ışık tutmak, bilimin belli ideolojileri desteklemek için nasıl kullanıldığını ve ideolojilerin bilimsel araştırma süreçlerini ve bilimsel araştırmanın yorumlanmasını nasıl etkilediğini tartışmaktır.

Biyolojik bilimlerden verilecek bir örnek bunu daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Yirminci yüzyılın başlarında evrimsel biyoloji sosyalizmi ve serbest piyasa kapitalizmini desteklemek için kullanılmıştır. Bu rakip ideolojilerin ikisi de biyolojinin evrimin doğası hakkındaki iddialarına başvurularak temellendirilmiştir.

Bu temellendirmeler size kafa karıştırıcı görünebilir. Eğer bilim dünyaya -sözgelimi, biyolojik çeşitliliğin mekanizmalarına- dair sınırlı bir olgu kümesi yaratma iddiasındaysa, iktisat teorileri kadar uzak bir konu hakkında nasıl olup da bir şeyler söyleyebileceği pek anlaşılır değildir. Bilimsel teorilerin yorumlanması ve pratiğe geçirilmesi sürecinin çok çeşitli sonuçlar üretebilmesi bu durumu kısmen açıklar. Bilim, merkezinde yer alan aşırı derecede açık ve iyice doğrulanmış çözümler ortaya koyma kapasitesine sahip olmakla birlikte, bilimin daha geniş kullanımları başka bilgi iddiaları, değerler ve ideolojilerle iç içe geçebilir. Doğa bilimlerinin görünüşte açık olan hükümleri, bu sayede birbirine rakip görüşleri savunan tarafların çıkarlarına hizmet etmeleri amacıyla kullanılmıştır.

İster doğru olsun ister yanlış, bilimin bu çıkar amaçlı kullanımı uzun süredir bilim insanlarının da amaçları ve pratiklerinin bir parçasıdır. Doğa biliminin Erken Modern dönemdeki öncülerinin çoğu bilimin insan yaşamının büyük kısmına uygulanabileceğini umut etmiş, bilimin politikada, dinde, eğitimde, beşerî bilimlerde vb. bilgi birikimini arttıracağına ve bu alanları geliştireceğine inanmışlardır. Bu idealin on yedinci yüzyılda Francis Bacon tarafından dile getirilen kurgusal bir versiyonu[1], toplumu şekillendirmek için gereken en iyi araçlara sahip oldukları için yönetimi ellerinde bulunduran bilim insanlarını siyasal seçkinler olarak tasarlamıştır. Bu umutlar bugün dahi sürmektedir.

Bilimin ideolojikleşebilmesi pratiğe has bir durum değildir, ideolojiler bilimin oluşumunda da yer alabilirler. Eğer doğa bilimleri mistik bir şekilde toplumdan soyutlanmamışsa, sosyal değerlere, güç ilişkilerine ya da dönemin baskın normlarına karşı geçirgense, bilimin bilim insanlarının ideolojilerini yansıtması mümkündür. Bu durum, bilimin içine sızan ideolojiler bilimin bulgularından çıkarılan sonuçlardan ibaret olduklarını iddia etmeye başladıklarında özellikle yıkıcı bir etki yaratabilir. Bu sayede artık “doğallaşmış” olan bu ideolojiler, varsayılan bilimsel kökenleri sayesinde kimi zaman olduklarından daha güvenilir kabul edilirler.

İdeolojik etkiye ya da el koymaya bütün bilimler eşit derecede açık değildir. İdeolojiler, insani kaygılarla ilgili konuları araştıran bilimler ile daha yakından ilişkili görünür. Göç kısıtlamaları, hükümet ya da insan cinselliği hakkında yargılara varan bilimler, midye morfolojisi ya da kuantum kütleçekimiyle sınırlı bilimsel sonuçlara ulaşan araştırmalardan daha geniş bir kitle ve daha fazla tartışma ile karşılaşır.

Bilimin ideoloji ile iç içe geçme potansiyeli bilimsel iddiaları geçersiz kılmak ya da bilimin epistemik ve kültürel değerinden götürmek zorunda değildir. Bilimi önemsizleştirdiği ya da başka bakış açıları gibi yalnızca bir bakış açısı olmaya indirgediği nadiren görülen bir durumdur. Bilim, gerçek dünyadaki engellerin üstesinden gelebilmek için ciddiye alınmak ve iyi kullanılmak zorundadır. Bilimi ciddiye almanın koşullarından biri ise ideolojilerin bilimsel süreçleri ve pratikleri nasıl etkileyebileceğine dair sağduyulu analizler yapmaktır.

Ele aldığımız konu çok geniş olmakla birlikte bu yazı bilim ve ideoloji arasında yaşanan belirgin etkileşimi örnekleyen birtakım tarihsel vakalarla sınırlandırılmıştır.


İçindekiler

  • 1. Terminoloji
  • 2. Bilim ve Ekonomi-Politik
  • 3. Bilim ve Irk
  • 4. Bilim ve Cinsiyet
  • 5. Bilim ve Din
  • 6. İdeoloji Olarak Bilim
  • 7. Sonuç
  • 8. Kaynakça ve İleri Okumalar

1. Terminoloji

Tanımlar üzerine kısa bir notla başlayalım. “Bilim” ve “ideoloji” ile kastedilen tam olarak nedir? Bu kavramları tanımlamak amacıyla çok fazla şey yazılmış olsa da yola devam etmeden önce ihtiyacımız olan bu girişimlerin yalnızca ana hatlarına bakmaktır.

“Bilim” (science) kelimesi Latince’deki scientia -bilgi- kelimesinden türemiştir ve tarihsel açıdan bakıldığında felsefeyle yakından ilişkilidir. Terimin en azından Rönesans’tan itibaren kazandığı anlam ise teorik, düzenli ve deneysel bilgiyi çağrıştırmaktadır.

On yedinci yüzyılda doğa filozofları arasında yaygınlık kazanan birtakım seçkin pratikler, fikirler ve kurumlar, çoğu tarihçinin modern bilimin gelişimi olarak kabul ettikleri olgunun ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur. Her biri kendisinin felsefeyle uğraştığını düşünen Galileo Galilei, Rene Descartes, Francis Bacon, Robert Boyle ve Isaac Newton, kendilerinden sonra gelen uygulamacıların “yeni felsefe”nin örnekleri olarak yücelttiği metinler yazmışlardır. Yeni felsefenin bileşenlerinin tam olarak ne olduğuna dair evrensel bir uzlaşı bulunmasa da en belirgin özellikler arasında Aristotelesçi formların ve ereksel nedenlerin reddedilmesi, çoğu doğal görüngünün açıklanmasında doğa yasalarına göre işleyen etken nedenlerin kullanılması çabası, kütle ve hız gibi nesnel “birincil niteliklerin” belirlenmesi ve nicelleştirilmesi ve doğanın işleyişine dair fikirleri kanıtlamak amacıyla düşünülmüş ideal ya da tasarlanmış olayların kontrollü bir şekilde işletilmesini içeren deneysel pratiklerin ortaya çıkışı bulunur.

Bilim, hem bir bilgi kütlesini hem de teknolojik ve mühendislikle ilgili çözümler yaratan birbiriyle ilişki halindeki birtakım araçsal faaliyetleri kapsar. Bunlardan birincisi dünyayı anlamak, açıklamak ve öngörmek bakımından doğa felsefesinin mirasını sürdürürken ikincisinin araçlar yapmak ve problem çözmek gibi daha pragmatik sorunları vardır. Pek de şaşırtıcı olmayan biçimde, filozoflar dikkatlerini en çok birinci, doğa felsefesine yakın olan bölüme yöneltmişlerdir.

XX. yüzyılın ortalarında filozoflar bilimin niteliklerini doğru bir biçimde ortaya koymak ve böylece onu geçersiz bilgi biçimlerinden ya da sözde-bilimden ayırt etmek amacıyla coşkulu bir seferberlik başlatmışlardır. Varsayımlarına göre, eğer bilimsel yöntem isabetli bir biçimde belirlenirse bilginin üretilmesi için kullanılan doğru yöntem güvenceye alınacak ve şüpheli, bilimsel olmayan ya da tamamen ideolojik bilgi iddialarından kurtulmak için elimizde eskisinden daha iyi bir yol olacaktır. Sözgelimi, Karl Popper Marksist tarihyazımını ve Freudcu psikanalizi bilimin sınırlarından dışarı atma arzusuyla ünlüdür. Popper’ın yanı sıra, Imre Lakatos ve diğerleri ise bilimsel yöntem konulu, ancak bilimin özsel niteliği ve rasyonel kuralları fikriyle, dinamik ve değişip dönüşen bilimsel teorilere ve pratiklere dair tarihsel kayıtlar eşliğinde baş etmeye girişen sofistike bir literatüre katkı yapmışlardır. Paul Feyerabend ise bunların aksine bilimin kurallarının ne olduğuna yönelik bir arayışın tamamen terk edilmesi gerektiğinde ısrar etmiş, bilim yaratıcı ve sürekli olarak evrilen bir girişim olduğu için o güne dek takip ettiği ya da etmesi gereken herhangi bir spesifik yöntem olmadığını öne sürmüştür.

Bilimi sözde-bilimden ayırt etme seferberliği açık bir çözüme kavuşmamış ve artık neredeyse tamamen sona ermiştir. Bazı filozoflara göre bilimsellik, bir çalışmanın ne denli sistematik olduğuna bağlı olarak o çalışmada daha yüksek ya da daha düşük derecede somutlaşan bir tür derece meselesidir. Yine de bilimin tek bir tanımının yapılması mümkün görünmemektedir. Doğa bilimlerinde karşılaşılan aktivitelerin ve yöntemlerin çeşitliliği, bilimi bilimsel olarak nitelememeye alışageldiğimiz diğer insan aktivitelerinden kesin şekilde ayıran bir şey bulmayı zorlaştırmaktadır. Bir filozofun söylediği gibi, “Bilimin neden tek yöntemi olsun ki? Bir ev yapmanın hatta domates yetiştirmenin bile tek bir yöntemi yoktur. Bilginin birikimi gibi renkli bir şeyin tek bir yöntembilimin elinde olmasını bekleyemeyiz.”[2] (Hacking, 1983)

Tıpkı bilim gibi “ideoloji” de tek ve sınırları belirlenmiş bir kavram olarak sabitlenmesinin zorluğuyla meşhurdur. Terim esasen 1800 yılı civarında, kelime anlamına sadık kalınarak, fikirler bilimi olmak üzere ortaya atılmıştır: Doğa tarihinin bir parçası olarak insanların fikirlerinin titizlikle incelenmesi. Hatta terimin yaratıcısı olan Destutt de Tracy bu yeni bilimi zoolojinin bir dalı olarak düşünmüştür.

Fakat kelimenin anlamı günümüze gelene dek değişmiştir ve günümüzde genel itibariyle olumsuz bir çağrışım taşımaktadır. Günlük konuşmada “ideolojik olmak”, bir kimseyi birtakım inançları üzerinden gerçeğe yalnızca tek ve sabit bir açıdan bakmakla itham etmek için kullanılan genellikle küçültücü bir etikettir. İdeoloji bu küçültücü anlamını büyük oranda klasik sosyal teorisyenlere, özellikle de Karl Marx’a borçludur. Marx için yanlış ideolojinin ağında olmak, esasen toplumun ekonomik yapısının açıkladığı, egemen sınıfın sanat, din, etik ya da siyaset konularındaki fikirlerini safça benimsemek anlamına gelmiştir. Bu ideolojiler Marx’a göre kişinin kendi dünyasıyla ilgili yanlış bilinç yaratır ve dikkatini baskının esas kaynağından başka bir yere vermesine neden olur (Marx ve Engels 1938). İdeolojiler şeylerin nasıl olduklarını betimleme iddiasında olsalar da Marx onların gerçekte sınıf hiyerarşisinin temelinde yatan politik yapıları savunma amacına hizmet ettiklerini öne sürmüştür. Marx sonucunda bireylerin kendilerini kendilerine uyguladıkları baskıdan kurtararak özgürleşmelerini ve sosyal reformların ortaya çıkmasını umarak bu tür ideolojileri tespit etmiş ve eleştirmiştir. Bilimin ideolojiden arınmış olmanın en saf hali olarak düşünülmesi örneğinde görüldüğü üzere, bilim ve ideoloji arasındaki bu kavramsal zıtlık günümüze dek büyük oranda korunarak aktarılagelmiştir.[3]

Marx’ı takip eden sonraki teorisyenler ideoloji ve ideolojinin neden zararlı olabileceği hakkında düşünmeye devam etmişlerdir. Hannah Arendt ideolojiyi önemli politik tartışmaları kısa devreye uğrattığı için eleştirmiştir. İdeolojiler, bütün diğer fikirlerin otomatik olarak kendilerinden türeyeceği ırk saflığı, sınıf mücadelesi ya da serbest piyasa gibi bazı temel inançlar ya da ilk ilkeler belirlerler. Arendt’e göre ideolojiler gerçek etik tartışmaların yerine kendi soyut iç mantıklarını koymak bakımından çok zararlı bir role sahiptirler. İdeolojiler kesinlik vaat ederek geleneği, somut tarihsel tekilleri ve ahlaki tefekkür denen çetrefil işi görmezden gelmektedirler (Arendt 1973).

Bu yazı yalnızca ideolojiyi eleştiren teorik çerçevelere bağlı kalmayacak, “ideoloji”yi daha genel ve yansız anlamıyla, “kitleyi düzenleyen inançlar” şeklindeki bir tanımı kullanarak ele alacaktır. Bu ikinci ve daha geniş kullanım, yabancı bir kültürün düzenleyici inançlarını betimlemekle uğraştığını söyleyebileceğimiz ampirik antropolojinin pratikleriyle uyum içindedir. Bu betimleyici bağlamda düşünülürse, ideolojilerin birçok politik amaca ulaşmak için gerekli ya da olumlu bir şey olduğu anlaşılabilir. Bu anlamıyla ideolojiler, siyasal ve sosyal çevrelerimizi yorumlamanın ya da “haritalamanın” yollarından ibarettir (Freeden 2003).

Fakat ideolojiye atfedilen bazı nitelikler ideolojinin hem küçültücü hem de yansız anlamlarında ortak olarak içerilirler. Birincisi, ideolojiler sosyal iktidar yapılarını meşrulaştıran ya da sağlamlaştıran inançlardır. Daha açık söylemek gerekirse, ideolojiler siyasetle ilişki halindedir, çünkü bir grup kimliği hissiyatı doğurmak ya da eyleme duyulan ihtiyacı tetiklemek gibi sosyal işlevleri vardır. İkincisi, ideolojiler kendilerini benimseyenlere her zaman görünür değillerdir. Başkalarının ideolojilerini tespit etmek çoğu zaman kendinizinkini tespit etmekten daha kolaydır. Üçüncüsü, ideolojiler kişinin inanç ağının merkezine yakın bir yerde bulunan inançları içerirler. Bir diğer deyişle, edinilmeleri de vazgeçilmeleri de kolay değildir, çünkü şeyleri nasıl gördüğümüz, neyin kanıt sayılabileceği ve kimi zaman kim olduğumuz konusunda bile yapısal bir rol oynarlar. Dördüncüsü, ideolojilerin betimleyici ve buyurucu ögelerden oluşan karmaşık bir yapıları vardır: İdeolojileri savunmak şeylerin hem nasıl oldukları hem de nasıl olmaları gerektiği hakkında konuşmayı gerektirir (Seliger 1976).

Bilim ve ideoloji gibi karmaşık terimleri tanımlamak için daha önce yapılmış bu girişimlerin üzerinde uzun uzadıya durmak zorunda değiliz. Fakat ifade etmek gerekir ki bu terimlere dair bazı tanımlarla işe başlamak bilim ve ideolojiye dair beklenenden çok daha az anlamlı bir analiz yapılmasına neden olmaktadır. [İlk olarak] eğer bilim yalnızca betimleyici, ideoloji ise yalnızca buyurucu olsaydı, ikisi bambaşka türden şeyler olup asla bir araya gelmezlerdi, çünkü David Hume geleneğini sürdüren bazı filozoflara göre olanlara dair ifadeler (“-dır”) olması gerekenlere dair ifadeler (“-malı”) doğuramaz. Bu görüşe göre, biri diğerinin yetki sahasına kuralları ihlal ederek geçmediği takdirde bu ikisinin kesişimi mümkün değildir. Fakat ideolojiler arzulara dair temennilerden ibaret değildir, temellerinde belli olgular yatar ve dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair iddiaları vardır. Benzer şekilde, kimi filozoflara göre bilimin değerlerden bağımsız, tamamen betimleyici olgulardan oluştuğu nitelemesi de yanlıştır – gerçekte bilim değerlerle yüklüdür (Douglas 2009).

Öte yandan, eğer bilim özü gereği, doğası gereği ideolojik olarak görülürse, hatta o kadar ki bu ikisi tamamen iç içe geçmişse, o zaman bilim ve ideoloji konusunu daha az anlamlı hale getiren ikinci tanım kümesine ulaşılmış olur. Eğer bilim politikanın farklı araçlar kullanan bir türüyse o halde “bilim”in “bilim ve ideoloji” üzerine yapılacak bir araştırmaya yeni bir katkıda bulunması pek mümkün değildir. Fakat bu iç içe geçme betimlemesine karşı çıkmak mümkündür. Bilimsel bilginin doğuşunu ve yayılışını tamamıyla sosyal ve antropolojik boyutları bakımından -yani hiçbir hakikate veya koşulsuz dış gerçekliğe gönderme yapmaksızın- analiz etmek oldukça bereketli sonuçlar verecek olsa da bunu yapmak bilimi ideolojiyle özdeşleştirmek anlamına gelir. Dünyanın insan bilişinden ayrı bir şey olduğunu görmezden gelmek ise savunulması mümkün olmayan bir göreceliği benimseme riskine girmek demektir.

Dolayısıyla, bilim ve ideoloji kavramlarının, birbirlerinden farklı pek çok şeyi adlandırdıklarını ve sınırlarının kesin olmadığını kabul ederek, geniş ve yaygın tanımlarını kullanmaya razı olabiliriz. Böylesi bir tutumun araştırmayı sekteye uğratması gerekmez. Bir örnek oluşturması bakımından ifade edebiliriz ki bilimler ideolojilerden ibaret değildir: Gerçek dünyada vuku bulan bilimin tarihine bakarak ikisinin arasında kesişmeler olduğu söylenebilir, ancak bu terimler normalde, işlevselliklerini koruyarak farklı kavramları isimlendirmek için kullanılırlar.

2. Bilim ve Politik Ekonomi

Bilim üzerindeki ideolojik etkiler hakkında yapılmış pek çok billindik tartışma, ideolojinin bilimi nasıl eğip büktüğünü açıkça göstermiştir. Sıklıkla bilimin ideolojik amaçlarla çarpıtılmasının bir örneği olarak yorumlanan meşhur örneklerden biri, Trofim Lysenko’nun tarım araştırmalarının kendine has bir Sovyet biyolojisi oluşturmak amacı güden genel bir çabanın merkezinde yer aldığı XX. yüzyılın ortalarındaki Sovyet biyolojisidir (Roll-Hanse 2005; Graham 2016). Lysenko ve diğerleri, tahılların gelişimlerinin ve kalıtımlarının tohumları soğuğa ve neme maruz bırakmak gibi çevresel değişiklikler yoluyla gözle görülür biçimde etki altına alınabileceğini ve bu değişikliklerin mahsul verimini arttıracağını ve genetiği büyük oranda değiştireceğini öne sürmüşlerdir. Sıcaklık etkisi hakkındaki iddialar doğru olsa da diğerleri tartışmaya açık ve daha sorunlu iddialardır. Lysenko’nun biliminin yükselişine katkıda bulunan ideolojik kuvvetlerin en az iki boyutu olduğu söylenebilir. Birincisi, doğa biliminin pratik problemlerle uğraşması ve halkın ortak iyiliğine -ki burada içinde bulunulan kıtlık döneminde bu ortak iyilikle tarım arasındaki ilişki son derece açıktır- katkıda bulunması gerektiği yönünde Sovyetlerin taşıdığı kaygıdır. İkincisi ise organizmaların, esas olarak, doğuştan getirdikleri biyolojik özellikleri yerine çevreleri tarafından şekillendirildikleri yönündeki Marksist kabuldür. Dönemin kimi Sovyet bilim insanları ve siyasetçileri, genel manada Batı biliminin kitlelerin ihtiyaçlarından kopuk saf teorik bilimi boş yere öncelediğini düşünmüş, Batılı genetik biliminin de kapitalist kavramlar olan rekabet, doğuştan gelme ve bireysellik gibi kavramlarla yozlaşmış olduğu değerlendirmesini yapmışlardır. Bu eleştirilerde haklılık payı olsa da Lysenkocu bilim kendi koyduğu kıstaslara göre bile bir başarısızlık örneğidir: Mahsul veriminde büyük ölçekli bir artış yaşanmamıştır. Dahası ve muhtemelen daha önemlisi, Stalin’in Lysenkoculuk’u Sovyetlerin resmi bilimi olarak açıktan kabul etmesi ve bunu takiben Lysenkoculuk’a karşı eleştirel tutum alan bilimsel araştırma topluluğunun -muhalif bilim insanlarının hapse atılması yoluna da başvurularak- ortadan kaldırılması, bu dönemde Sovyet genetik biliminin hızlı bir düşüş yaşamasına neden olan gelişmelerden biridir. Açık ve eleştirel tartışmaya ket vuran politik iktidar yapıları bilime zarar verirler.

İdeolojik etki yalnızca bilimsel araştırmada değil araştırmaların dolaşıma sokulmasında da kendisini gösterir. Bilimin halk tarafından nasıl anlaşıldığı kamu politikaları oluşturmak açısından hayati öneme sahiptir ve bu anlayış sayısız kuvvet tarafından şekillendirilebilir. Örneğin, 1940’lı ve 50’li yıllarda birbirinden bağımsız çok sayıda kanıt hattı sigara tüketimiyle akciğer kanseri arasında bir ilişki bulunduğu sonucunda gelip birleşmiştir, ancak tütün endüstrisi sağlık üzerindeki bu olumsuz etkileri bile bile düşünce kuruluşları, akademisyenler ve medya yöneticileri arasında söz konusu çalışmaların bir sonuca varmak için yetersiz olduğu mesajını yaymaları için lobi faaliyeti yürütmüştür. Endüstrinin bu çabaları öyle büyük bir başarıyla sonuçlanmıştır ki tıp doktorlarının da aralarında bulunduğu pek çok Amerikalı, bu kampanyanın üzerinden onlarca yıl geçtikten sonra dahi bilimin böyle bir ilişki için yeterli kanıt sunamadığına inandıklarını belirtmişlerdir (Michaels 2008; Brandt 2012; Proctor 2012). Belli bir amaç gözeterek bilimsel muğlaklık imal etme taktiği benzer şekilde asit yağmurları, ozon tabakasının delinmesi ve sera gazı salınımı konularındaki cehaleti yaygınlaştırmak için de kullanılmıştır (Oreskes ve Conway 2010). Bu şüphe imalatı seferberliğinin arkasında yatan şey ise bazı bilimsel bulguların çevresel ya da kamu sağlığına ilişkin düzenlemeleri desteklemek amacıyla kullanılabileceği ve bunun sonucunda birtakım grupların politik ekonominin asli unsuru olarak düşündükleri düzenlemelerden korunmuş pazarların tehdit altına girmesine yönelik politik kaygıdır.

İdeolojiler bilimi ve halkın bilimi nasıl anladığını çarpıtabiliyor olmasına rağmen şunu da vurgulamak gerekir ki bilim ve ideolojiye dair birçok klasik çalışma hangi ideolojilerin bilimsel ilerleme için en iyi bağlamı sağladığı sorununa eğilmiştir (Bernal 1939; Merton 1942). Bu konudaki önemli tezlerden biri, Batı tarzı liberal demokrasilerin nitelikli bir bilimsel üretim için en iyi politik düzen olup olmadığını incelemiştir. Bu bağlamda öne sürülen fikirlerden biri, iyi bilimin esasında bir politik ideal olan eleştiriye açıklık gerektirdiği ve böylesi bir açıklığın liberal demokrasilerin de temelinde yattığıdır. Fakat bu fikrin öne sürüldüğü zaman aralığında karşıtlık yaratan unsurlardan biri, bilimin planlanmasında uzmanlaşmış olan Sovyet komünizmidir. Bilimsel aktivitelerin devlet tarafından yönlendirilmesi Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ta gösterdiği, Sputnik gibi, başarılarda etkili olmuş ve bu stratejiler Manhattan Projesinde olduğu gibi kimi zaman ABD tarafından da benimsenmiştir. Politik ideolojiler bilimi fonlama, planlama, kurumlaşma ve politik inançlar aracılığıyla etkilerler.

Fakat bundan başka, hangi politik ya da ekonomik ideolojilerin hangi bilimsel teoriler tarafından desteklendiği sorusu da çok fazla tartışmaya gündem olmuştur. Örnek vermek gerekirse, doğal seçilime dayanan evrim teorisi, muhafazakar politikalar ve serbest piyasa kapitalizminden sosyalizme uzanan çok sayıda ve birbiriyle uyuşmayan politik ideolojileri meşrulaştırmak amacıyla kullanılmıştır.

Biyoloji sıklıkla özcü, bireyci ve muhafazakar doktrinleri desteklemek amacıyla kullanılmıştır. Eğer insanlar doğuştan gelen özellikleri nedeniyle oldukları kişilerse ve toplum da aynı özellikler nedeniyle böyleyse, politik düzenin garantisi doğanın bizzat kendisiymiş gibi görünür. Buna göre sınıf yapısının bu şekilde olmasının nedeni üst sınıfların kanında iyi şeylerin bulunmasıdır. Bu durumda politik düzeni değiştirme yönündeki girişimler yalnızca statükoyla savaşmak anlamına gelmez, aynı zamanda doğayla da savaşmak demektir. Kimi zaman “biyolojik determinizm” olarak adlandırılan bu tür fikirler çevrenin, tarihin ve kültürün toplumları ve bireyleri şekillendirmedeki etkisini minimuma indirirler ve genellikle eğitim, refah programları ya da sosyal mobiliteyi destekleyecek diğer programlar aracılığıyla toplumu şekillendirmeye yönelik çabalara karşı çıkmak için kullanılırlar.

Biyoloji aynı zamanda dünya görüşünün merkezine rekabeti koyan, özellikle kapitalist bir ideolojiyi güçlendirmek için de kullanılmıştır. Buradaki temel fikre göre, tıpkı organizmaların kıt kaynaklar için rekabet etmelerinin sonuçta bu rekabetin gerekliliklerini yerine getiremeyenleri ayıklayarak evrimsel değişime yol açması gibi bireyler arası rekabet de sosyal ve ekonomik ilerlemeye yol açmalıdır. Bu görüşün XIX. yüzyıldaki kaynaklarından biri Darwin öncesi dönemde evrimi popülerleştiren figürlerden biri olan ve “en güçlünün hayatta kalması” teriminin mucidi bilimsel natüralist Herbert Spencer’dır. Spencer’ın evrim görüşü, daha fazla uyum içinde bir “sosyal organizma”nın gelişmesine yol açan bir sürecin merkezine rekabeti koyması bakımından son derece kapsayıcı ve tutkulu derecede ilerlemecidir. Sosyal, politik, ekonomik ve hatta ırksal ilerlemeden sorumlu bir biyolojik ilerleme hayal etmiştir. Spencer şirketlerin ya da devletlerin açgözlülüğünü haklılaştırma amacı gütmemiş olsa da onun popüler evrim anlatısı başkaları tarafından serbest piyasa kapitalizmini haklılaştırmak amacıyla kullanılmıştır. Amerikalı sanayici Andrew Carnegie, Spencer okumalarının etkisi şöyle anlatır: “Işığın sel olup bana doğru aktığını ve her şeyin açıklığa kavuştuğunu hatırlıyorum… Evrim hakikatini bulmuştum. “Her şey yolunda, çünkü her şey iyiye gidiyor” mottom, gerçek huzur kaynağım oldu” (Carnegie 1920). Bu tür fikirler görünüşe göre Carnegie’nin hükümetin ticaret üzerindeki etkisine karşı çıkışı, işçi sendikalarını reddedişi ve sermayenin kendisi gibi sanayicilerin elinde toplanmasının sosyal ilerlemenin özü olduğuna dair ısrarı ile uyum içindedir. Kapitalistler doğanın kendi taraflarında olduğuna emiş olmuşlardır.

Tıpkı sosyalistler gibi. Pek çok sosyalist, toplumsal tarihin yasaların güdümünde olduğunu savunan görüşlerini desteklemek amacıyla evrimden yapılan materyalist çıkarımları, biyolojik tarihin doğa yasalarıyla açıklanabileceği fikrini heyecanla benimsemişlerdir. Kimileri sosyal değişimin evrimsel bir resmini çizdiği için Marx’ın Darwin’in öncülü olduğunu öne sürmüştür. Filozof Georgi Plehanov iki teoriyi açıkça eşitleyerek daha da ileri gitmiştir: “Marksizm sosyal bilimlere uygulanmış Darwinizm’dir” (1956). Friedrich Engels ise evrim teorisinin tarihsel değişimin diyalektik doğası lehine kanıtlar getirdiğini ve bunun toplumsal tarihin ve doğa tarihinin benzerliğini anlama noktasında anahtar görevi gördüğünü düşünmüştür. Evrimi özünde rekabetçi bir şey olarak sunan sorunlu çerçeveden arındırıldığı takdirde sosyalizmin lehine bir kanıt olarak görenler de vardır. Rus bilim insanı ve filozof Pyotr Kropotkin biyolojik evrimde dayanışmanın merkezi rolüne dikkat çekmiştir. Karşılıklı yardım konulu 1902 tarihli çalışmasında, çağdaş biyolojinin Britanyalı doğa bilimcilerin kullandığı daha kavgacı bir teorik çerçeveyi öne çıkarıp çok çeşitli karşılıklıcı [mutualist – ç.n.] ve özgeci davranışlara çoğunlukla olması gerekenden daha az yer verdiğini öne sürmüştür. Kropotkin’e göre doğada görülen dayanışmacı davranışların boyutları büyük ölçekli toplumsal düzen için dersler barındırmaktadır: “Sosyal olmayan türler” “gerilemeye yazgılı” iken daha sosyal olanlar şaşmaz biçimde “daha müreffeh”, “ilerlemeye” ve daha “yüksek seviyede entelektüel gelişime” ve “ilerletici evrime” açıktırlar. Böylece Kropotkin gönüllü dayanışmacı yaşam üzerine kurulu, küçük ölçekli komünizmin kendine has bir versiyonunu savunmuştur.

Aslında pek çokları doğanın toplumsal düzene dair derslerle dolu olduğunu ve doğanın otoritesi üzerinde hem reaksiyonerlerin hem de devrimcilerin hak iddia ettiğini anlamışlardır. Darwinizm birbirinden farklı kurumlar ve kişiler tarafından birbirinden farklı amaçlara hizmet etmesi için politik ekonomilere tutturulmuştur. Darwinizm ve politik ekonomiler kullanılarak yapılan bu kombinasyonlar bu nedenle artık doğrudan bilimsel teoriler olmaktan çok çeşitli çıkarlara hizmet edebilecek ve her yere çekilebilir kültürel kaynaklardır.

Ortak atayı ve değişimin mekanizması olarak doğal seçilimi temel kabulleri olarak benimseyen Darwin’in evrim teorisi çağdaş biyologlar tarafından geniş anlamıyla kabul görmektedir. Dahası, evrime yönelik olarak bilime ve insan yaşamının diğer alanlarına ışık tutması ve bunları da zenginleştirmesi yönünde yaygın bir beklenti vardır. Bu teorinin nasıl kullanılacağı ve ekonomiye ya da politikaya dair kavrayışlarımız bakımından ne anlam ifade edeceği halen süregelen bir tartışmanın konusudur. Özellikle evrimsel genellemelerin kapsamı konusunda ciddi bir belirsizlik söz konusudur. Evrimin hangi olgular için geçerli olduğu, neyi açıkladığı ya da açıklamadığı ve toplumsal örgütlenmenin bazı formlarının diğerlerine kıyasla daha doğal ve dolayısıyla daha tercih edilebilir olup olmadığı gibi meseleler halen sorun teşkil etmektedir. Bu tür meseleler, teorinin benimsenmesinde çok etkili olan biyolojik verilerle çözüme kavuşturulamamakta ve etraflarında dönen mücadele günümüzde de sürmektedir.

3. Bilim ve Irk

Irkçı toplumlar ırkçı bilimler üretmişlerdir. Yukarıda da işaret edildiği üzere bilim zaman zaman toplumsal değerleri içine alabiliyorsa ırkçı ideolojilerin de kendilerine kimi bilim insanlarının sorularında, yöntemlerinde ve analizlerinde yer bulması mümkündür. Geçmişe dönüp bakıldığında Avrupa’nın ırksal üstünlüğünün doğal temellerini kurmaya adanmış ve onlarca yıl boyunca sürdürülmüş araştırma programları bulunabilir. XX. yüzyılda ise ırkçı bilimin mirasını Avrupa ve Kuzey Amerika’da geniş kabul gören öjeni devralmıştır.

XVIII. ve XIX. yüzyıl antropologları, Avrupalı olmayan halkları ve kültürleri sürekli olarak “vahşi”, “ilkel” ve “gayrimedeni” olarak betimlemişlerdir. Çalışma nesneleri, genellikle antropologların kendilerini bir parçası olarak hayal ettikleri “gelişmiş” kültürlerin zıttı olarak betimlenmiştir. Erken dönem antropoloji bilimi Avrupa’nın kolonyal projeleriyle yakından ilişkili olmuştur ve yabancı halkların kendi kendilerine bakmakta yetersiz olmaları fikri kaynaklara, bedenlere ve emeğe el koymak için yabancı memleketleri kolonize etme arzusuyla uyumludur. Bu dönem aynı zamanda ırkların biyolojik kategoriler olduğu fikrinin doğduğu dönemdir. Teorisyenler biyolojik ırka dair uygulamaya koyulabilir kavramlar -sözgelimi coğrafi olarak izole olmaları ancak ufak tefek fenotipik farklılıklara yol açmış olan soylar gibi (Kitcher 2007)- bulunup bulunmadığını tartışmaya devam ediyor olsalar da pek çok çağdaş antropolog, biyolog ve filozof halk dilinde kullanılan ırka dair kategorilerin gerçek biyolojik ayrımlara karşılık geldiği fikrini reddetmektedirler (Baker vd. 2017; Gannett 2004; Witherspoon vd. 2007; Yudell vd. 2016; Winther ve Kaplan 2013).

Fakat eğer ırklar XIX. yüzyılda yaşayan pek çok bilim insanının inandığı gibi birbirinden farklı biyolojik popülasyonlarsa bilimin işlerinden biri de bu farklı grupları sınıflandırmak olmalıdır. Bu biyologların gündemindeki önemli sorunlardan biri ırkların -kendi Hıristiyan inançlarına göre Âdem ve Havva olduğu varsayılan- tek bir kaynaktan mı, yoksa çok sayıda, birbirinden ayrı ve muhtemelen farklı yer ya da farklı Âdemlerden mi geldiği olmuştur. Bu hipotezler monogenizm ve poligenizm olarak adlandırılmışlardır. Poligenistlerin önemli bir sözcüsü vardır: Harvard’lı biyolog Louis Agassiz. Agassiz’nin poligenizminin lehine sunduğu niteliksel kanıtlar Samuel George Martin’in kafatası hacimleriyle ilgili biyometrik ölçümlerinden elde edilmiştir. Bu dönemde kafataslarının mental kapasite göstergesi olduğuna inanılmış ve Morton’ın çalışması tam olarak bulmayı beklediği cevapları “bulmuştur”: En büyük kafatası hacmine Avrupalılar sahiptir. Bu tür çalışmalar daha sonradan keşfedildiği üzere ileri derecede seçim yanlılığından mustarip olsalar da bu durum ortaya çıkana dek Avrupalı olmayan kimseleri sistematik olarak her türlü haktan mahrum bırakan sosyal politikalar üzerinde ciddi bir etkiye sahip olmuşlardır. XIX. yüzyılın en etkili Amerikan biyologlarından olan Agassiz de bu çalışmaları poligenizmi, “renkli ırkların” doğuştan aşağılık olduğunu ve bunun bir sonucu olarak farklı etnisiteler için farklı eğitim politikaları izlenmesi gerektiğini savunmak için kullanmıştır (Gould 1996).

Darwin, monogenizmin -bu kez yaratılışçı değil evrimci versiyonuyla- kendi teorisine içkin oluşunun iyileştirici toplumsal etkileri olmasını ummuştur. Evrim insanlığın ortak tarihini vurgulayan ortak ata fikrini ileri sürdüğü için Darwin kendi teorisinin ırksal hiyerarşi lehine ortaya atılan bilimsel argümanları zayıflatacağını ve böylece nefret ettiği köle ticaretinin yok olup gitmesine katkıda bulunacağını ümit etmiştir (Desmond and Moore 2009). Ne var ki pek çok bilim insanı ırkçılığın çok çeşitli bilimsel teorilerle uyumlu olduğunu düşünmüştür ve buna Darwin’inki de dahildir: Akıl yürütmelerine göre, eğer hepimiz tek bir ortak atadan evrildiysek bazılarımız diğerlerinden daha fazla evrilmiştir. Evrim, yaygın biçimde, kalıptan sürekli olarak bir öncekinden daha iyi organizmalar çıkaran bir tür ilerici kuvvet olarak anlaşıldığı için kimi zaman gelişmiş olduğu farz edilen insanları daha az gelişmiş olduğu farz edilen insanlardan ayırmak için kullanılmış ve bu tür bilimsel hipotezler dönemin toplumsal hiyerarşisine de uygun düşmüştür.

Biyometrik kafatası ölçümü programlarında kendini gösteren bazı ırkçı eğilimler ilerleyen yıllarda psikoloji biliminde, özellikle de zeka ölçümüyle ilgili araştırmalarda görülmeye devam etmiştir. İlk başta Alfred Binet tarafından tanı ve tedavi amacıyla geliştirilmiş olan zeka testleri, sonradan testleri doğuştan gelen genel zekanın bir göstergesi olarak yorumlayan Henry Goddard tarafından dönüşüme uğratılmıştır. Goddard ve onu takip eden pek çok diğer araştırmacı bu testleri düşük zekanın neden olduğu toplumsal “muzırlıkları” ortaya çıkarmak ve göçlere yönelik kısıtlamaları savunmak amacıyla kullanmıştır. Goddard’ın IQ testleri Ellis Adasına yeni ayak basan göçmenlere uygulanmış ve Goddard sonuçların genellikle aşağı ırklar olarak görülen gruplardan olan Yahudiler, Macarlar ve İtalyanların %80’inin resmen “zayıf zekalı” olduklarını gösterdiğini öne sürmüştür. “Son yıllardaki göçün, ilk göçten kesinlikle farklı bir nitelik taşıdığına dikkat çekmek gerekir… Artık her ırkın en kötülerini alıyoruz.”[4] (alıntılayan Gould 1996).

Bu türden doğuştancı ve ırkçı bilim izleklerinin pek çoğunun temelindeki fikir, kişilik özellikleri ve zeka da dahil olmak üzere insanların karakter özelliklerini kati surette şekillendiren, hatta doğrudan belirleyenin çevresel etkilerden ziyade kalıtım olduğunu savunan kalıtımsalcılık olmuştur. Örneğin, pek çok bilim insanı suça meyilli olmak gibi kişilik özelliklerinin nesilden nesle aktarılabileceğine inanmıştır. Bu kalıtımcı doktrin, toplum mühendisliği yönünde beliren modernist politik arzu ve yeni yeni ortaya çıkan genetik biliminin suça meyillilik gibi kişilik özelliklerinin dayanaklarını tek tek keşfedeceğine yönelik iyimserlikle birleştiğinde, XX. yüzyılın başında görülen öjeninin yükselişine katkıda bulunmuştur.

Darwin’in kuzeni Francis Galton, 1883 yılında kalıtımın biliminin insanın geliştirilmesine uygulanmasını tarif etmek amacıyla “iyi üreme” manasına gelen öjeni terimini bulan kişidir. Terimin arkasında yatan temel fikir toplumu daha seçici çoğalma yollarına başvurarak geliştirmektir: Bu fikir kendisini “doğru” insanların çoğalmalarını teşvik etmek anlamına gelen “pozitif öjeni”de gösterdiği gibi “yanlış” insanların çoğalma isteklerini kırmayı ya da çoğalmalarını yasaklamayı öngören “negatif öjeni”de de kendisini gösterir. Avrupa ve Kuzey Amerika başta olmak üzere dünyanın her yerinde uygulamaya koyulmuştur: Kayıtlara göre yalnızca California’da 20.000 insan kendi iradeleri dışında hadım edilmiştir. Öjeni, engelli, fakir ve “zayıf zekalı”lara karşı beslenen pek çok toplumsal önyargıyı güçlendirmiş olsa da kapsamlı gündeminin merkezinde yer alan şeylerden biri ırkçılık olmuştur.

Öjeni kamusal yaşamın muhafazakarlar, ilericiler, bilim insanları ve dindarlar gibi pek çok farklı bileşeninden destek görmüştür. Öjeniye verilen kapsamlı bilimsel desteği yalnızca bir örnekle ölçmek gerekirse, Amerikan Bilimsel İlerleme Derneğinin [American Association for the Advancement of Science’ın – ç.n.] en az 5 başkanının Amerikan Öjeni Derneği’nde [American Eugenics Society’nin – ç.n.] danışma kurulu üyeliği yapmış olduğu hatırlanabilir. Öjeni, sosyalizm, liberal demokrat ve otoriteryan biçimleri de dahil olmak üzere çeşitli yönetim biçimleri altında serpilmiştir. Galton öjeninin günün birinde “ortodoks din”in kitlesel düzeydeki toplumsal cazibesine nail olacağını ümit etmiş ve ümidinin karşılık bulması da pek gecikmemiştir: Öjeni Protestanlar arasında geniş kabul görmüş ve hatta Amerika’da öjeniyi destekleyen en iyi vaazların yarıştığı bir vaaz yarışması bile düzenlenmiştir (Rosen 2004). Öjeninin nasıl uygulamaya geçirileceği konusunda anlaşmazlıklar bulunsa da Katolik Kilisesinin karşı çıkışını dillendirdiği 1930’lu yıllara dek öjeninin uygulanıp uygulanmamasını sorunsallaştıran ancak birkaç kurumsal ses yükselmiştir. [Sözgelimi,] İngiliz Katoliği ve kamusal aydın kimliğiyle tanınan G. K. Chesterton (1922), öjeni lehindeki geniş bir uzlaşmanın önemli istisnalarından birini sergilemiştir.

Madison Grant’in Büyük Irkların Yok Oluşu [Passing of the Great Race – ç.n.] (1916) adlı çalışması kalıtımcı düşünceyi iklimin İskandinav üstünlüğünü ve böylece ileri bir insan ırkını nasıl ortaya çıkardığını açıklamak suretiyle genişletmiştir. Grant bu İskandinav üstünlüğü kavramıyla beyazların kırılganlığı temasını bir araya getirmiştir. Bu gelenekte beyaz olmak hem baskın ve doğuştan üstün hem de kırılgan ve ani bir ölüm tehdidi altında resmedilmiştir. Grant Amerikalı amatör bir antropologdur, fakat geniş bir okuyucu kitlesi edinmiştir ve kitabına “Kutsal Kitabım” diyen okyanus ötesinden bir hayranı, Adolf Hitler, tarafından kendisine övgüler içeren kişisel bir not bile almıştır.

Hitler’in Üçüncü Reich’ı büyük ölçüde biyomedikal “ırksal hijyen” ideolojisi üzerine kurulmuştur (Proctor 1988). Rejim kötü şöhretinin büyük kısmını antisemitizme borçlu olsa da hedef gözeterek yaptığı katliamlar engelliler, Romanlar, eşcinseller ve Grant ve diğerleri tarafından geliştirilen İskandinav idealinin saflığını tehdit ettiği düşünülen diğerleri ile başlamıştır. Bu idealler Almanya’da yürürlüğe koyulan ve hekimlerin de ulusal sağlık namına destek verdiği sağlık politikalarına evrilmişlerdir. Bu politikalar ise Amerikan öjeni programlarının çıktısı olan politikaların devamı niteliğindedir, hatta kimi zaman doğrudan bunların üzerine inşa edilmiştir (Kühl 1994, Whitman 2017). Amerikan hekimleri 1934 kadar geç bir tarihte zorunlu hadım konusunda şunu ifade etmişlerdir: “Almanlar bizi kendi oyunumuzda yeniyorlar” (alıntılayan Kevles 1985).

Öjeniye karşı verilen nihai tepkinin kaynağı kısmen de olsa Holokost’un vahşetinin yarattığı kolektif korkudur. Duygularda yaşanan bu politik değişime ek olarak, öjeniye yönelik özellikle antropolog Franz Boas ve biyolog Theodotious Dobzhansky’den gelen bilimsel bir reddediş de mevcuttur. Dobzhansky doğal seçilimin popülasyonda varyasyonu gerektirdiğini ve varyasyonun biyolojik açıdan yararlı olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla genetik varyasyonun öjeni yoluyla azaltılmasının sonuçları felaket olacaktır (Beatty 1994, Paul 1994). Bu yolla Dobzhansky öjeninin başlıca eleştirmenlerinden ve insan çeşitliliğinin savunucularından birine dönüşmüştür.

4. Bilim ve Cinsiyet

Cinsiyetin [sex – ç.n.] doğal temellerine dair teorilerin tarihine bakıldığında toplumsal cinsiyet [gender – ç.n.] ideolojileri ile sıkça karşılaşılır (Tuana 1989, Keller ve Longino 1989). Biyoloji biliminin öncülerinden olan Aristoteles, kadın olmanın özünde bir eksiklik, tamamlanmamış bir er [male – ç.n.] olma hali olduğunu yazar. Bir dizi psikolojik, anatomik ve fizyolojik karşılaştırma yaparak er ve dişi [male and female – ç.n.] organizmalarını genellikle dişilerin aşağılığını öne çıkararak kıyaslar. Kadınlar [women – ç.n.] erkeklerden [men – ç.n.] yalnızca “daha az mükemmel” değil, aynı zamanda erkeklerin “sakatlanmış” versiyonlarıdır. Çok dikkatli bir gözlemci olduğunu düşündüğümüzde bize şaşırtıcı gelecek şekilde kadınların ağzında erkeklerinkinden daha az diş olduğunu bile yazmıştır. Aristoteles için dişi olmak sıklıkla dişilerin yetersizliği üzerinden tanımlanmıştır: Meni üretmek, ya da menstrüasyon kanını daha iyi bir şeye çevirebilmek, amacıyla kanı dönüştürmek.[5] Er ve dişilerin üremeye katkıları söz konusu olduğunda Aristoteles, erkeklerin insan formunun “etken neden”ini meni aracılığıyla aktardıklarını, kadınların ise embriyonun edilgen maddi nedenine katkı koyduklarını söylemiştir.[6]

Aristoteles’in biyoloji konulu çalışmaları devasa etkisini yüzyıllar boyunca sürdürmüş, hatta ondan sonra gelen ve Aristoteles’in otoritesine meydan okudukları için kendilerine önem atfedilen bilim insanları bile Aristoteles’in dillendirdiği kadınların biyolojik olarak erkeklerden daha aşağı olduğu şeklindeki geleneksel Eski Yunan düşüncesini tasdik etmeye devam etmişlerdir (Lloyd 1983, Merchant 1990). Üreme fizyolojisi hakkındaki görüşlere bakmak bu konuda bir kez daha aydınlatıcı olacaktır. Sözgelimi Romalı hekim Galen hem er hem de dişiye formel ve maddi neden olma özelliği atfetmiştir, ancak “kusurlu” menileri ve genital organlarının bedenin içinde yer almasından dolayı kadın aşağılığında ısrar etmekten de geri durmamıştır. On yedinci yüzyıl düşünürleri de eril üstünlüğü destekleyen bu araştırma hattı üzerinde çalışmaya devam etmişlerdir. Şöhretini esas olarak kan dolaşımını keşfetmiş olmasına borçlu olan William Harvey, hem eril hem de dişil üreme kuvvetlerine etken neden atfetmiş olsa da erin “daha üstün ve daha önemli ata” olduğunda ısrar etmiştir (alıntılayan Merchant 1990). Bu çalışma Erken Modern Avrupa’da önceden zihinlerde var olan erin ata dişinin ise özünde bir kuluçka makinesi olduğuna yönelik inancı daha da güçlendirmiştir.

Bu örnekler dişi olmanın normdan, en iyi ya da mükemmel olandan bir sapma olarak nasıl yorumlandığını da açıkça göstermektedir. Değişme olarak teorileştirilen kadınlık, bilim tarihinin büyük kısmında teorileştirme işini yapan homojen popülasyon hakkında önemli bir gerçeği, bahsedilen popülasyonun tamamıyla erkeklerden oluştuğu gerçeğini yansıtmaktadır.

XIX. yüzyıldaki kimi psikologlara, paleontologlara ve antropologlara göre kadınlar erkeklerin daha çocuksu, olgunlaşmamış versiyonlarıdır. İster kafatası hacmi ölçümlerine dayansın ister psikolojik gelişime, buradaki temel fikir kadınların erkeklerin yaşayıp çıktıkları çocukluk benzeri bir dönemde yaşamaya devam ettikleridir. Dahası bu görüşe göre kadınlar biyolojik olarak hayvanlara ve “vahşilere” daha yakındırlar. Alman zoolog ve fizyolog Carl Vogt şöyle yazmıştır: “Avrupalı dişinin kafatası Avrupalı erkekten daha çok Zenci kafatasına benzemektedir… [N]e zaman bir hayvan türüne bakacak olsak görürüz ki dişi ere olduğundan daha çok bu hayvana yakındır” (alıntılayan Russett 1989). Bu satırlarda yer alan, evrimsel anlatıların Avrupalı üstünlüğünü tesis etmek amacıyla kullanıldığı ırk alanıyla yaşanan kesişim dikkat çekicidir; benzer anlatılar eril üstünlüğü tesis etmek amacıyla da kullanılmıştır (Milam 2010).

Fizik bilimleri de toplumsal cinsiyet araştırmaları meselesiyle ilişki halindedir. Termodinamik ve enerji korunumu alanlarında yaşanan başarılı gelişmeleri takiben “kısıtlı enerji teorisi” [“limited energy theory” – ç.n.] savunucuları cinsiyet farklarını insanın gelişim sürecine bakarak açıklamayı denemişlerdir. Harvardlı fizikçi Edward Clarke bedenin bir bölümünde görülen gayretli bir çalışmanın diğer bölümlerin kabiliyet ve gelişimini sınırlayacağı fikrini ortaya atmıştır. “Beyin kendi payına düşenden daha fazlasını diğer organlara zarar vermeden alamaz. Kendi işinden fazlasını diğer organları onların sağlık ve canlılığı bakımından vazgeçilmez olan çalışma ve beslenmeden mahrum bırakmadan yapamaz” (Clarke 1873). Clarke’a göre kısıtlı enerji teorisi eğitim pratikleri açısından önemli sonuçlar barındırmaktadır, çünkü erkeklerle aynı eğitimi görmek isteyen kadınlar enerjilerini bedenlerinden alıp zihinsel işlere yönlendirmişler ve böylece kendilerini “nevralji, rahim hastalıkları, histeri ve sinir sisteminde ortaya çıkabilecek diğer bozuklukları” yaşama riskine atmışlardır (1873). Clarke erkeklere ve kadınlara eşit eğitim vermenin insan türünün kurtuluşunu tehdit ettiği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Bu türden teoriler günümüzden bakıldığında gülünç derecede esrarengiz gelseler de kadınların yüksek eğitimden nesiller boyunca dışlanması olgusundan kısmen de olsa sorumludurlar.

Daha yakın zamanlardaki biyolojik bilimler de üreme davranışını resmederken toplumsal cinsiyet hakkındaki kültürel önyargılara yaslanma eğilimi göstermişlerdir. Pek çok araştırmacı Darwin’in çalışmalarında, özellikle de cinsel seçilim üzerine yazdıklarında Viktorya döneminin toplumsal cinsiyete dair önyargılarını tespit etmiştir (Roughgarden 2009, Richards 2017). Edilgen dişi ve maceracı, rekabetçi er stereotipleri ise XX. yüzyıl hücre biyolojisine dek yollarını bularak oldukça dayanıklı olduklarını göstermişlerdir. Bu inancın sonuçlarından biri döllenme sırasında dişi olan yumurtanın edilgenliğinin gereğinden fazla öne çıkarılması olmuştur: Dönemin en ünlü hücre biyolojisi ders kitabı, “sperm tarafından kurtarılmadığı takdirde yumurtanın saatler içinde öleceği” ifadelerine yer vermiş ve bunun nasıl olacağını betimlemiştir (alıntılayan Martin 1991). Yaygın toplumsal cinsiyet ideolojileriyle uyumlu olan bu türden stereotipik metaforların kullanımı, kültürel olarak tahkim edilmiş fikirlere ters düşen araştırmaların ya da betimlemelerin önü kesilebileceği için bilimi sekteye uğratabilir. Aslına bakılırsa, yumurtanın döllenmedeki etkin rolünü keşfeden sonraki çalışmalar biyologların konuya dair betimlemelerini ancak yavaş bir şekilde değiştirebilmişlerdir. Böylesi bir durumda beklenen değişimin aksine bu türden metaforlar kültürel normları hiç hissettirmeden doğallaştırabilir ve sorgulanmaz hale getirebilir: “Bu stereotiplerin artık hücre seviyesine kadar girmiş olması, onların değiştirilmeleri düşünülemez derecede doğallarmış gibi göstermek adına yapılmış güçlü bir hamle anlamına gelmektedir” (Martin 1991).

Toplumsal cinsiyetin bir diğer yönü ise cinselliktir ve psikiyatri cinsel normları ve ideolojileri şekillendirmiş ve onlar tarafından şekillendirilmiştir. XX. yüzyılın sonlarında görülen hastalık tipolojileri, özellikle de Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı [Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders – ç.n.] olarak bilinen resmi akıl sağlığı el kitabı eşcinselliğin sapkınlık olarak görüldüğü bir dönemde eşcinselliği hastalıklaştırmıştır. Belirlenen bu standarda göre eşcinsellik Birleşik Devletlerde 1952 yılından 1973 yılına dek resmi olarak psikiyatrik bir hastalık olarak kabul edilmiş ve çeşitli eşcinsellik kategorileri 1987 yılına dek El Kitabında yer almaya devam etmiştir. Eşcinsellik bu tarihten beri tıp aleminde bir hastalık olarak görülmüyor olmasına rağmen bazı dini gruplar eşcinsellik hastalığı olarak düşündükleri şeyi tedavi etmek amacıyla “yeniden uyum terapisi”ni (“reorientation therapy” – ç.n.] savunmaya devam etmişlerdir (Waidzunas 2015). Birçok akıl sağlığı bozukluğunun tarihi toplumsal trendlerle yakından ilişkilidir ve zihinsel açıdan sağlıklı olmak muhtemeldir ki çoğu zaman normalliğin ve bundan sapmanın kabul edilebilir aralığının ne olduğu meselesine toplumun nasıl yaklaştığına bağlıdır.

5. Bilim ve Din

Din, kozmolojiyi, teolojiyi, politikayı ve etiği bir araya getiren inanç sistemleri için temel sağlayabilir ve bu nedenle bazı teorisyenlere göre din ideolojinin en kusursuz formudur. Marx din için “kitlelerin afyonu” nitelendirmesini yapmış ve dinin tam olarak insanların iktidar dinamiklerini gerçekte olduğu gibi anlayabilmek için kendisinden özgürleşmeleri gereken türden bir ideoloji olduğunu düşünmüştür. Marx’a göre Hıristiyanlık gibi dinler, inananlarını bu dünyada daha eşitlikçi bir toplum inşa etmek yerine adaleti öte dünyaya ertelemek yoluyla apaçık adaletsizlikleri görmeye ve bunlara karşı durmaya daha az hevesli hale getirerek sakinleştirmekte ve egemen sınıfın çıkarlarına hizmet etmektedirler.

Dolayısıyla eğer din tipik bir ideoloji ise din ve bilimin birbirleriyle özleri gereği girdikleri bir çatışmaya mahkum olduklarını varsayan tanıdık bir anlatı din ve bilimi karşı karşıya konumlandıracaktır. Bu kavrayış popüler imgelemde oldukça büyük bir yer kaplamaktadır ve özellikle dini metinlerin yorumlanması söz konusu olduğunda çatışma kendini açıkça göstermektedir. Galileo’nun Katolik Kilisesi tarafından mahkum edilmesi Trento Konsiliyle başlayan Karşı-Reform hareketi esnasında özellikle önem kazanan kutsal kitabın yorumlanmasının nasıl kontrol edileceği sorununa kilisenin bulduğu çözümle de ilişkilidir. Yeşu Kitabı Tanrı’nın Güneş’i (muhtemelen Dünya’nın etrafında dönerken) durdurduğunu söyler, ki Kilise de bunu dünya merkezli bir gezegen sisteminin kanıtı olarak yorumlamıştır. Galileo ise bu pasajın alternatif ve güneş merkezlilikle uyumlu bir yorumunu önermiş, ancak XVII. yüzyıl dini otoriteleri açık sözlü bir astronomun kutsal kitabın gerçek anlamının ne olduğunu dikte etmesine pek gönüllü olmamışlardır.

Hıristiyan geleneğine bakıldığında kutsal kitabın lafzi yorumları normu oluşturmuyor olsa da evrim teorisine yönelik Hıristiyanlık temelli bazı karşı çıkışlar günümüzde de dini metinlerin kendi kabul ettikleri lafzi yorumlarına bel bağlamakta ve Piskopos James Ussher’ın XVII. yüzyılda çıkardığı geleneksel bir kronolojiye dayanarak kutsal kitabın dünyanın MÖ 4004 yılında yedi günde nasıl yaratıldığını betimlediğini savunmaktadırlar. Türlerin transmutasyonunu ve devasa derecede geniş bir tarihsel zaman ölçeğinin varlığını kabul eden evrim teorisi, Hıristiyanlar arasında farklı yer ve zamanlarda farklı tepkilerle karşılaşmıştır. Amerika’da Darwinci evrim bazı Hıristiyan Evanjeliklerin ve köktencilerin evrimi teolojik ve ahlaki düzene yönelik tehdit olmakla ilişkilendirdiği 1920’lere dek pek fazla direnişle karşılaşmamıştır. Bu dönemde profesyonel biyologlar ya da dini liderlerin büyük bölümü arasında organik evrimin statüsü hakkında çok az tartışma mevcuttur, fakat teorinin savunulabilir olup olmadığı ortaokul müfredatına dahil edilip edilmemesi söz konusu olduğunda tartışılmaya başlamıştır. Bu bağlantı kurulduğunda evrim, tüm dünyadaki kamuoyunun gündemine oturan duruşma salonu dramalarının konusu haline gelmiştir: İlk olarak, evrimin Tennessee’deki sınıflara girmesine izin verilip verilmeyeceğini konu edinen ve 1925 yılında görülen Scopes “Maymun” davası, daha sonra ise yaratılışçılığın Arkansas’daki sınıflara girmesine izin verilip verilmeyeceğini konu edinen ve 1982 yılında verilen Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi [United States Supreme Court – ç.n.] kararı sayesinde (Ruse 1988). Yaratılışçılık, bilimselden ziyade dini bir teori olduğuna hükmedilip biyoloji derslerinden çıkarıldığında, Kitab-ı Mukaddes’ten [Bible – ç.n.] özel olarak alınmış açıklamaların geliştirilmesinden çok evrim teorisinin statüsüne meydan okumaya odaklanan akıllı tasarım teorisi halini almıştır. 1970’li yıllardan itibaren hem yaratılışçılar hem de akıllı tasarım teorisyenleri, bilimin kendi tercih ettikleri versiyonunun sağlamlığının evrim teorisiyle aynı düzeyde olduğunu savunmak amacıyla Francis Bacon, Karl Popper ve Thomas Kuhn gibi bilimsel ve felsefi kaynaklardan entelektüel destek bulmaya çalışmaktadırlar (Numbers 2006).

Evrim karşıtlığının öncüleri esasen kiliseler değil William Jennings Bryan ve George McCready Price gibi kişilerdir. Demokrat Parti’den üç kez başkan adayı olmuş olan Bryan, Scopes davasında evrim teorisiyle mücadele etmiş popülist bir politikacıdır. Bryan için evrim ahlaki çürüme ve Kitab-ı Mukaddes’in otoritesinin gerilemesiyle ilişkilidir. Bryan Darwinizm’in izlerinin Birinci Dünya Savaşında görülen militan Alman milliyetçiliğinde ve üniversite eğitimi almış Amerikalılar arasında dini inancın gitgide tükenişinde görüldüğünü düşünmüştür. Bryan her ne kadar bir evrim karşıtı olarak görülse de onun esas kaygısı insanların doğaüstü kökenlerini korumaktır ve aslında genel manada evrimle ya da Yaratılış kitabında geçen “günler” ifadesini genişletilmiş zaman aralıkları şeklinde yorumlayan standart okumanın jeolojik bulgularla uyumlu olmasıyla ilgili çekinceleri yoktur. Genç dünya yaratılışçılığı, lafzi bir altı günde yaratılış anlatısını ve genç Dünya kronolojini kabul eden Yedinci Gün Adventisti George McReady Price’ın “tufan jeolojisi” olarak ortaya çıkmıştır. Yaratılış kitabının geleneksel Hıristiyan yorumu bu şekilde olmamasına rağmen Price, fosil kayıtlarının Nuh Tufanının bir sonucu olduğu şeklindeki görüşünün arkasında ilahi bir ilham olduğunu iddia eden Adventizm kurucusu Ellen G. White’ın öğretilerini takip ettiği için yaratılışçılığın en katı versiyonunu savunmuştur. Yaratılışçıların söylemleri çoğunlukla Kitab-ı Mukaddes’in yorumlanmasında karşılaşılan sorunlara odaklanmışsa da bu derecede katı bir harfi harfine yorum taraftarı olan bir evrim karşıtlığının ancak 1920’li yıllarda ortaya çıkmış ve 1960’lı yıllara dek geniş kitlelere hitap edememiş olması, yaratılışçılığın varlığının en azından bir kısmının belli bir zaman dilimine has toplumsal ve politik koşullarla, örneğin Hıristiyanların modernitenin aşırılıkları olarak değerlendirdikleri şeyleri reddetmeye başlamalarıyla, açıklanabileceğini göstermektedir.

Bilim ve din arasında özleri gereği bir çatışma olduğu şeklindeki varsayım genellikle her ikisinin de aynı amacın -tabir caizse, dünyanın gerçek resmini çizmenin- peşinde koştuğu ve dolayısıyla aynı alana hakim olmak için mücadele ettikleri öncülüne dayanmaktadır. Ortak amaçlar kavrayışı üzerine inşa edilmiş anlatılardan birine göre bilim doğal fenomenlere getirilen dini açıklamaları yerinden etmektedir: Bir zamanlar mitolojik ya da dini anlatılan yeterli geldiği yerlerde artık gerçek bilimsel açıklamalar oturmaktadır. Ne var ki bilim ve dinin aynı amacı taşıdığı öncülü çeşitli çevrelerce tartışmaya açılmıştır. Biyolog Stephen Jay Gould bilim ve dinin “yetki alanları kesişmeyen makamlar” [non-overlapping magisteria – ç.n.], yani iki ayrı konuyla ilgilenen iki ayrı alan olduklarını savunmuştur: Bilim olgularla ilgilenir, din ise değerlerle (Gould 1999, ayrıca bakınız Brooke 2016).  Reformcu teolog Karl Barth ise daha farklı bir açıdan tartışmaya katkı sunmuş, bilim ve dinin birbirinden tamamen ayrı temeller üzerine inşa edildiklerini esas alan bir teori ortaya atmıştır: Bilim ampirik gerçekliğe dayanır, din ise vahye. Bu tür argümanlar bilimlerin ve dinlerin farklı amaçlar ve pratikler ortaya koyma biçimlerini göz önünde bulundururlar – en nihayetinde bilim ve din belki de aynı amacı taşımıyorlardır.

Eğer bilim ve din kimi zaman birbirinden farklı yöntemler kullanarak birbirinden farklı amaçlar peşinde koşuyorlarsa bu durum ikisi arasındaki çatışma vurgusunu azaltacaktır. En azından şu söylenebilir ki tarihsel açıdan bakıldığında çatışma vurgusuna odaklanmak bilim ve dinin hikayesinin eksik anlatılmasına yol açmaktadır. Tarihçiler tarafından bilinen adıyla “çatışma anlatısı” ancak XIX. yüzyılın son dönemlerine, John William Draper ve Andrew Dixon White’ın yöntemsel açıdan kusurlu olsa da etki yaratmış metinlerine dayanmaktadır. Bilim tarihinin geneline bakıldığında ise bu türden bir çatışmanın olduğu görülmez (Brooke 1991, Numbers 2009, Harrison 2010).

Modern bilimin Eski Yunan’da ve orta çağ Arapları ve Avrupa’sında bulunan köklerine dek uzanan çeşitli bir kaynak yelpazesi olsa da kurumsallaşması XVII. yüzyılda ileri derecede Hıristiyan bir Avrupa’da meydana gelmiştir (Effron 2010). Öyleyse o dönemde bilindiği adıyla bu yeni “mekanistik felsefe”nin dinsiz ya da din düşmanı olduğunun düşünülmesi oldukça şaşırtıcı olurdu. Nitekim öyle de değildi. Modern bilimin mimarlarının pek çoğu şu ya da bu türden Hıristiyanlardır ve kendi bilimsel ve dini pratikleri arasında herhangi bir çatışma olmadığını düşünmüşlerdir. Aksine bu erken dönem bilim insanlarının çoğuna göre bilim yapmak, Tanrı’nın yarattığını öğrenmek Tanrı’yı öğrenmenin bir yolu olduğundan, özellikle dinle uyumlu, dindarların yapacağı türden bir aktivitedir. Yaradan’ın varlığını ve niteliklerini yaratılanlarda kendini gösteren tasarımdan çıkarsamaya çalışan doğal teoloji geleneği yüzyıllar boyunca bilim yapmak için kullanılmış dini bir teorik çerçeve temin etmiştir (Re Manning 2013, Topham 2010). Kepler, Galileo, Newton ve başka pek çokları bilim yapmanın -bilimsel araştırmayı dini metin çalışmalarının yanı başına konumlandıran yaygın bir teolojik metafora başvurarak- “doğa kitabı”nı deşifre etmek anlamına geldiğine inanmışlardır. XVII. yüzyılda yaşamış olan kimyager ve Boyle Yasasının isim babası Robert Boyle, yeni mekanistik felsefenin yalnızca dini inancı tehdit ediyor gibi görülmemesini değil, aynı zamanda bu felsefenin Hıristiyan teolojisiyle o dönemki egemen Skolastik yaklaşımlara kıyasla daha uyumlu olduğunun görülmesini sağlamak için çok çaba sarf etmiştir. Yazdıklarının içinde yer alan bir pasajda Boyle, bir tür ibadet olarak değerlendirilebileceği için kutsal sayılan Pazar günleri deneysel bilimle uğraşmanın gerekliliğini dahi savunmuştur (Davis 2007).

Dolayısıyla çatışma anlatısı bilim ve dinin tarihinin büyük kısmına hakim değildir. Bilim dine rağmen değil, ilk dönem bilim insanları için çoğunlukla dini açıdan önem arz ettiği için gelişmiştir. Bir tarihçinin de belirttiği üzere, “Bilim Devriminin ayırt edici özelliği daha önceki diğer bilim programları ve kültürlerinin aksine çoğunlukla açık bir biçimde dini amaçlar tarafından harekete geçirilmiş olmasıdır: Doğa felsefesinin gündemini pek çok bakımdan Hıristiyanlık belirlemiş ve diğer bilim kültürlerinde görüldüğünden farklı olarak onu ileriye itmiştir” (Gaukroger 2006). Dini hareketlerin kendi içinden çıkan itkiler doğa bilimlerinin doğuşunu teşvik etmiş ve ona şekil vermiştir (Harrison 1998).

Eğer çağdaş tarihçiler bilim ve din ilişkisi meselesinde çatışma görüşünü reddederlerse bilim ve din arasında tek bir ilişki olmadığını söyleyen ve karmaşıklık tezi [complexity thesis – ç.n.] olarak bilinen daha incelikli bir pozisyonu benimsemiş olurlar. Eğer bilim ve din özsel olarak zamanın ötesinde, değişmez, yekpare varlıklar olmak yerine çok çeşitli ve dinamik düşünce ve pratik geleneklerini bir arada adlandırmak için kullanılan birer etiketse, böyle bir karmaşıklık zaten tamamıyla beklenir olmalıdır. Dinlerin tamamında hiçbir özsel ögenin, tanrılara inanç gibi çok genel bir ögenin bile, ortak olarak bulunmadığını düşünün. Bu durumda dinler olarak adlandırılan tüm bu şeylerin bilimle tek tip bir ilişki içinde olmaması şaşırtıcı gelmemelidir. Böyle bir karmaşıklık da o halde bütün bilim ve din çalışmaları için bir uyarı niteliği taşımalıdır: Kendilerini çok kolayca ideolojik ya da retorik amaçlara kaptıran toptancı anlatılar genellikle karmaşıklığı tarihsel doğruluk pahasına görmezden gelirler.

6. İdeoloji olarak Bilim: Bilimcilik

Son olarak, ideolojinin bilimin kendisinin bir ideolojiye temel teşkil etmesini kapsayan anlamından bahsetmek gerekir. Bilim gerçekliği tarif etmenin ya da hakikati dile getirmenin tek ve biricik yolu olarak yüceltildiğinde bu kısıtlayıcı epistemolojik tavır bilimciliğe dönüşebilir. Bu görüşe göre tek rasyonellik bilimsel rasyonelliktir. Şiir, edebiyat, müzik, güzel sanatlar, din ya da etik bilgi kaynağı olarak değerlendirilemezler, çünkü bilimsel yöntemlerle üretilmemişlerdir. Bilimin verdiği hükümlere gösterilen bu denli, diğer bilme yollarını dışarıda bırakma pahasına gösterilen bağlılık ideolojikleşebilir ve bilimcilik de bu görüşe verilen isimdir. Bilime yönelik tutku ve heyecan Aydınlanma’dan bu yana bilimin varoluşunun bir parçası olsa da bilimcilik bilimin kapsamına girmeyen hiçbir şeyin bilgi olmadığı yönündeki ısrarı dolayısıyla bu tutku ve heyecanın ötesine geçmektedir. Bundan başka, bilimcilik kimi zaman bilimin politikalara yön vermede kullanılışına gönderme yapmaktadır. Eğer politik meseleler bilimsel kanıtların doğru politikalara karar vermeye yeteceği bir bilimsel çerçevede ele alınırlarsa, bu politikanın yerine bilimi koyan güçlü bir teknokratik hamle anlamına gelir ve böyle bir yer değiştirme bilimciliğin bir formu olarak değerlendirilebilir.

“Bilimcilik” etiketinin kullanılması, genellikle, bilime duyulan sorunlu bir sadakate yönelik olumsuz bir yargı ima eder, fakat az sayıda da olsa bazı teorisyenler bu etiketi benimsemişlerdir. Bilim ve bilimcilik arasındaki ilişki basit değildir. Bilimciliği pek çok doğa bilimcisi reddederken kimi beşeri bilimciler bilimcilik savunuculuğu yapmaktadırlar. Bilimsel olduğunu düşündükleri bir metafizikle çalışmaları gerektiğine karar verdiklerinde, kişi, irade, özgürlük, yargı ya da faillik gibi beşeri bilimler araştırmalarının geleneksel kategorilerini reddeden materyalist ya da indirgemeci teorik çerçeveler benimsemeleri gerektiğini düşünebilmektedirler. Doğa bilimleri bu kategorileri tanımadığı için beşeri bilimlerin bir kısmı da bu kavramların kayboluşu doğrultusunda dönüşüme uğramıştır -ya da kimilerine göre zayıflamıştır- (Pfau 2013).

Bilimciliğe yönelik dört ayrı meydan okumadan bahsedebiliriz. İlk olarak, bilime duyulan ve kendinden çok emin bu sadakat ve bilim olmayanların reddedilmesi bu kategorilerin birbirlerinden kesin çizgilerle ayrıldıkları varsayımına dayanmaktadır. Fakat birinci bölümde gösterildiği üzere, çoktandır devam eden bilimi bir tanım ya da tanımlayıcı yöntemler üzerinden karakterize etme çabaları büyük oranda sonuçsuz kalmıştır. Dünyaya yönelik herhangi bir yaklaşımı bilimsel yapan şeyin tam olarak ne olduğunu belirlemenin inanılmaz derecede zor bir iş olduğu ortaya çıkmıştır ki bu durum kaçınılmaz olarak bilim olmayanın hakir görülmesini de sorunlu hale getirir. İkincisi, bilime sarılmak bilimin hangi kısımlarından faydalanıldığı sorusunu gözlerden uzak tutabilir. Eğer bilim birbirinden farklı çok sayıda yöntemsel yaklaşımı kullanarak birbirinden farklı çok sayıda soruyu yanıtlayan birbirinden farklı çok sayıda pratikler bütünüyse, bilime sarılmak hangi bilimin içeri alınıp hangisinin dışarıda bırakılacağı ve bunun nasıl yapılacağı gibi önemli soruları doğası gereği örtbas eder. Bu önemli bir noktadır, çünkü bilimsel çalışmalar ve yöntemler genellikle bize apaçık ve anlaşılır sonuçlar vermek için tek sıra halinde önümüze dizilmezler: Birebir aynı verilere bile uygulansa farklı analizlerden birbirinden bariz biçimde farklı sonuçlar çıkabilir (Stegenga 2011). Üçüncüsü, bilimcilik taraftarları bazen kendi iddialarını desteklemek için getirdikleri bilimsel delilleri ardı arkasına sıralarlar. Bilim insanlarına bu kadar çok kültürel otorite bahşedilmiş bir toplumda bu deliller kendilerine kolayca söylem düzeyinde bir güç bahşedebilir. Ne var ki bilimde uzman olmak diğer alanlarda da uzman olmayı gerektirmez ve bunun böyle olduğu görmek için, sözgelimi, bazı biyologların bu alanlarda eğitim almadan, hatta bu alanlarda yapılanların farkında dahi olmadan, öne sürdüğü felsefi ya da teolojik iddialara bakmak fazlasıyla yeterli olacaktır. Dördüncü meydan okuma ise politikanın yerine geçen türden bilimciliğe yöneliktir: Buradaki problem politik tartışmaların bu tartışmaların bilimsel boyutlarından ibaret olmamasıdır. Örneğin iklim değişikliği ya da ırklar arası ilişkiler gibi meseleler bilimin ulaştığı sonuçlardan daha fazlasını, her biri etik kaygılarla dolu olan adalet, özgürlük, ekonomi ve hatta din gibi kavramları içerirler. Politika teknik bilimsel problemlere indirgenemez ve bu nedenle doğası gereği ideolojik olan tartışmaları açık ve anlaşılır bilimsel hipotezlere dönüştürme çabaları neyin tehlike altında olduğunun yanlış anlaşılmasına ve tartışmaya konu olan önemli meselelerin gözden kaçırılmasına neden olabilir (Oakeshott 1962, Bernstein 1976, Seliger 1976).

Bilimin iktidarının bütün ideolojilerden bağımsız bir biçimde doğayı araştırmayı amaçlayan yönteminde yatması, aynı zamanda bilimin uygulanma sahasına getirilecek bir kısıtlamaya da işaret etmektedir. Bilimsel araştırma karşı karşıya kaldığımız herhangi bir problemin çözümüne katkıda bulunabilir, ancak çoğu durumda bu problemlerin çözümlerine tek başına karar veremez – aksini düşünmek bilimciliğe yem olmak demektir. Gerçek dünyadaki çoğu problem çözme işinde bilimsel bulguları uygulamaya geçirmekten fazlası, açıkça belirtilsin ya da belirtilmesin karmaşık felsefi ve etik yargılar bulunur.

7. Sonuç

Bilimin politikleştirilmesi çoğu zaman şikayetlere yol açsa da okumuş olduğunuz bu yazı bilimsel bilginin ne kadar sık şekilde kendisini aşan toplumsal ve politik kaygılarla iç içe geçtiğini göstermektedir. Tarih bu politikleştirmenin kabul edilebilir ya da kaçınılmaz olduğunu söylemez, bunun yeni bir şey olmadığını söyler. Bilimin en çok değer verdiğimiz şeyler için önem arz ettiğine inandığımız sürece bu türden itirazlarla karşılaşmaya devam edeceğimizi bilmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında bilim hakkındaki ideolojik tartışmalar bilimin modern dünyada ne kadar merkezi bir konumda bulunduğuna işaret etmektedir. İdeolojik açıdan itirazla karşılaşan bilimin varlığı bilimin değerini takdir etmekte başarısız olduğumuzun bir işareti değil, aksine bütün ideolojik partizanların bilimin kendileri için ne kadar hayati olduğu konusunda ittifak ettiklerinin işaretidir. Bu durum bilim belli çıkarları meşrulaştırmak için yanlış temsil edildiğinde ise elbette sorunlu hale gelir.

İdeologlar sıklıkla bilimin kendi yanlarında olduğunu iddia etmişlerdir. Bilimin kültürel statüsünü ve ideolojilerin genellikle birtakım olgusal ve bilimsel olduğu varsayılan iddialarca desteklendiğini düşünürsek bu durum şaşırtıcı değildir. Bu yazı da bilimin çeşitli ideolojileri desteklemek amacıyla nasıl kullanıldığını göstermiştir.

Burada gösterilen bir başka şey de ideolojilerin bilime nasıl sızabildikleridir. Batı’da bilim genellikle beyaz, erkek, heteroseksüel olanı ayrıcalıklı bir konuma yerleştirirken Avrupalı olmayanı, kadınları ve eşcinselleri daha aşağıda gören ya da hastalıklılaştıran egemen ideolojiler tarafından şekillendirilmiştir. Bilim insanlarının bilim yaparken zaman zaman yaygın kabul gören toplumsal inançları da kullandıkları açıktır ve bu ideolojiler yaptıkları bilimi etkileyebilir. Bu nedenle bilimsel bulguların ideolojiler lehine bağımsız kanıtlar olarak alıntılanması en hafif tabirle sorunludur (Lewontin 1992).

Öte yandan bilim, Darwin’in köle ticaretine karşı savaşı ya da Dobzhansky’nin öjeni karşıtı argümanları örneklerinde görüldüğü gibi insanlık dışı ideolojilere karşı bir tür fren mekanizması ya da korunak olarak da kullanılmıştır. Bu şekilde görünüşte bilimsel olan tartışmalar, her ne kadar bu hükümler bilimsel verilerden daha fazlasını gerektirse de, ideolojik çatışmalara dair hüküm verilen alanlara da dönüşebilirler.

İdeolojiler bilime yedirilmiş olabilir ya da olmayabilir, fakat öte yandan geçmişten bugüne bilim geleneksel görüşlere ve ideolojilere meydan da okumuştur. Bir klasikler uzmanının da belirttiği üzere “Antik bilimin en başından beri yaygın olarak kabul gören varsayımlarla bunların eleştirel olarak tahlil edilmesi, ifşa edilmesi ve reddedilmesi arasındaki etkileşimin izlerini taşımaktadır ve bu antik dönemin sonuna dek ve bundan sonrasında da bilimin bir özelliği olmayı sürdürmüştür” (Lloyd 1983). Bilim ve ideolojiler kendilerini birbirlerine göre ayarlayabilirler ve bu süreç bitimsiz bir şekilde sürüp gitmektedir.

Bilim tarihine yakından bakmak bilim ve ideoloji arasında yapılacak kesin bir ayrımın yapay olarak dayatılmış bir ayrım olarak görülmesine neden olacaktır. Bilim tarihi böyle bir ayrım yerine bilimsel olanı ideolojik olandan doğrudan bir biçimde izole etmeye yönelik herhangi bir girişimi sorunsallaştırabilecek, fikirlerin karmaşık şekilde çoğaltılması ve yeniden düzenlenmesine yönelik bir hassasiyetin gelişmesine neden olur. Aslına bakılırsa çoğu çağdaş bilim tarihçisi ve sosyoloğu bilimsel değişikliklere baktıklarında bilimin kültürel baskılara karşı geçirgen olduğunu da görmektedirler. Politik ve dini çerçeveler bilim insanlarının sordukları soruları, hangi araştırmaları önemli olarak gördüklerini, bu önemi nasıl belirlediklerini ve hatta hangi problemlerin peşinden ne kadar koşmaya değeceğine dair yargılarını etkileyebilir.

Bir tarihçinin de söylediği gibi “Bilim, ideoloji ve dünya görüşü arasındaki çizgiler nadiren katı bir biçimde çizilmiştir” (Greene 1982).[7] Burada anlatılmak istenen bilimin tarih boyunca ideolojileri de kapsayan toplumsal trendlerle ve inançlarla iç içe olduğudur. Tarihçi Bob Young ideolojinin her yerde bulunduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir: “İdeoloji söylemin kaçınılmaz bir düzeyidir” (Young 1971).

Buraya dek özet şeklinde anlatılan tarihsel örnekler çok iyi şekilde belgelenmiş olsalar da onlardan yola çıkarak ulaştığımız felsefi sonuçlar itirazlarla karşılaşmaktadır. Örneğin bir görüşe göre bunlar bilimde işlerin ters gittiği talihsiz örneklerdir. Bir diğeri, “bunların bilimin yozlaştığı ya da objektifliğin elden bırakıldığı durumlar olduğu” şeklinde ifade edilebilir. İyimser açıdan bakarsak bu hatalardan ders çıkarabilir ve gelecekte daha yansız ve ideolojik açıdan daha tarafsız kalmaya çabalayabiliriz. Toplumsal ve politik değerlerimizle ilgili daha yüksek bir öz farkındalık, daha objektif bir bilime ulaşmakta bize yardımcı olabilir.

Ne var ki, özünde ideolojik olan ve zihnin arka planında çalışan varsayımlar da dahil olmak üzere geniş düşünce örüntülerinin bilimsel teoriler inşa etme sürecini nasıl etkilediğini tam olarak anlamak, bir zorluk olarak kalmaya muhtemelen devam edecektir. Örtük önyargı [implicit bias – ç.n.] hakkında yapılan güncel bilişsel çalışmalar, insanların sıklıkla farkına varmakta güçlük çektikleri ve ortadan kaldırmanın zor ya da imkansız olduğu önyargılarına başvurarak eylemde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Birinci bölümde belirtildiği üzere ideolojiler -hele ki kişi kendi kendinde fark etmeye çalışıyorsa- genellikle zor fark edilirler, fakat bunların eleştirel analizi yalnızca politika için değil bilim için de önem taşır.

İdeolojiler bilim insanları da olmak üzere herkeste bulundukları için, neden bazı bilimsel hipotezler araştırma konusu yapılır ya da eleştirel bir süzgeçten geçmeden oldukları gibi kabul edilirken bazılarının araştırma konusu yapılmadıklarını açıklayabilirler. En azından yayımlanmış yazılarında görüldüğü kadarıyla Darwin kadınların erkeklere bilişsel bakımdan eşit olabileceği hipotezini direkt olarak reddeder – böyle bir eşitlik Darwin’in de genel manasıyla paylaştığı Viktorya dönemi toplumsal cinsiyet normları düşünüldüğünde aşırı derecede akıl dışıdır. Başka bilim insanları da yine kendilerine uygun gelen ideolojik anlatıya uygun olduğu için zekanın genetik olarak belirlendiği gibi hipotezleri düşünmeden kabul etmişlerdir (Richardon 1984).

İdeolojilerin bilime, birbirine benzeyen bilim insanları gruplarının varlığında daha iyi sızdığı söylenebilir. Beyaz erkeklerin kadınların ve azınlıkların neden çok daha az zeki olduklarını sorguladığı uzun süreli araştırma programı gibi örnekler bize bu konuda en azından bir fikir verebilir. Bilimi kimin yaptığı, sorulacak soruların neler olacağını, ki bu da ulaşılacak sonuçları etkiler, belirleyebilir. Bazı filozoflar araştırmacı gruplarının kendi içlerinde çeşitlilik barındırmasının objektifliği teşvik edebildiğini savunmaktadırlar. Bu görüşe göre bilimde çeşitliliğin az olması yalnızca politik ya da ahlaki değil aynı zamanda epistemik açıdan da bir problemdir. Modern bilim artık büyük oranda bireysel maceralardan ibaret değil topluluk düzeyinde ele alınması gereken kolektif bir girişim olduğu için objektifliğe ulaşmaya en elverişli ortam, farklı arka planları ya da yaşam deneyimleri olan grupların varlığıdır (Longino 1990). Sosyal konum ve bilimsel bilgi arasındaki ilişkiye dair yapılan analizler feminist filozoflar tarafından başlatılmış ancak başladığı günden itibaren ana akım haline gelmiştir (Richardson 2010). Bazı ampirik kanıtlar gerçekten de göstermektedir ki araştırmacılar arasındaki etnik ve coğrafi çeşitlilik bilimsel bulguların kalitesini arttırabilmektedir (Adams 2013; Freeman ve Huang 2014).

8. Kaynakça ve İleri Okumalar

  • Adams, Jonathan. 2013. “Collaborations: The fourth age of research.” Nature 497: 557-560.
  • Arendt, Hannah. 1973. The Origins of Totalitarianism. New York: Harcourt Brace Jovanovich.
  • Baker, Jennifer L., Charles N. Rotimi, ve Daniel Shriner. 2017. “Human ancestry correlates with language and reveals that race is not an objective genomic classifier.” Scientific Reports 7: 1572.
  • Beatty, John. 1994. “Dobzhansky and the Biology of Democracy: The Moral and Political Significance of Genetic Variation.” The Evolution of Theodosius Dobzhansky içinde, editör Mark B. Adams. Princeton: Princeton University Press.
  • Bernal, J. D. 1939. The Social Function of Science. New York: The Macmillan Company.
  • Brandt, Allan M. 2012. “Inventing Conflicts of Interest: A History of Tobacco Industry Tactics.” American Journal of Public Health 102 (1): 63–71.
  • Bernstein, Richard J. 1976. The Restructuring of Social and Political Theory. New York: Harcourt Brace Jovanovich.
  • Brooke, John Hedley. 1991. Science and Religion: Some Historical Perspectives. Cambridge: Cambridge University Press.
  • Brooke, John Hedley. 2016. “Order in the Relations Between Religion and Science? Reflections on the NOMA Principle of Stephen J. Gould.” Rethinking Order içinde, editör Nancy Cartwright ve Keith Ward. London: Bloomsbury Academic.
  • Carnegie, Andrew. 1920. Autobiography of Andrew Carnegie. Boston: Houghton Mifflin.
  • Chesterton, G.K. 1922. Eugenics and Other Evils. London: Cassell and Company, Limited.
  • Clarke, Edward. 1873. Sex in Education. Boston: James R. Osgood and Company.
  • Davis, Edward B. 2007. “Robert Boyle’s Religious Life, Attitudes, and Vocation.” Science & Christian Belief 19 (2): 117-138.
  • Desmond, Adrian ve James Moore. 2009. Darwin’s Sacred Cause. Boston: Houghton Mifflin Harcourt.
  • Douglas, Heather. 2009. Science, Policy, and the Value-Free Ideal. Pittsburgh: University of Pittsburgh Press.
  • Effron, Noah. 2010. “The Myth that Christianity Gave Birth to Modern Science.” In Galileo Goes to Jail and Other Myths about Science and Religion, edited by Ronald L. Numbers. Cambridge, MA: Harvard University Press.
  • Freeden, Michael. 2003. Ideology: A Very Short Introduction. Oxford: Oxford University Press.20.06.2023 10:16 Scඈence and Ideology | Internet Encyclopedඈa of Phඈlosophy https://ඈep.utm.edu/scඈ-ඈdeo/ 20/21
  • Freeman, Richard B. ve Wei Huang. 2014. “Collaboration: Strength in diversity.” Nature 513: 305.
  • Gannett, Lisa. 2004. “The Biological Reification of Race.” The British Journal for the Philosophy of Science 55 (2): 323–345.
  • Gaukroger, Stephen. 2006. The Emergence of a Scientific Culture: Science and the Shaping of Modernity, 1210-1685. New York: Oxford University Press.
  • Gould, Stephen Jay. 1996. The Mismeasure of Man. New York: W.W. Norton & Company.
  • Gould, Stephen Jay. 1999. Rocks of Ages: Science and Religion in the Fullness of Life. New York: Library of Contemporary Thought.
  • Graham, Loren. 2016. Lysenko’s Ghost: Epigenetics and Russia. Cambridge: Harvard University Press.
  • Hacking, Ian. 1983. Representing and Intervening. Cambridge: Cambridge University Press.
  • Harrison, Peter. 1998. The Bible, Protestantism, and the Rise of Natural Science. Cambridge: Cambridge University Press.
  • Harrison, Peter (ed.) 2010. Cambridge Companion to Science and Religion. Cambridge: Cambridge University Press.
  • Keller, Evelyn Fox ve Helen E. Longino, eds. 1996. Feminism and Science. Oxford: Oxford University Press.
  • Kitcher, Philip. 2007. “Does ‘Race’ Have a Future?” Philosophy and Public Affairs 35 (4): 293-317.
  • Kevles, Daniel. 1985. In the Name of Eugenics. Cambridge, MA: Harvard University Press.
  • Kühl, Stefan. 1994. The Nazi Connection: Eugenics, American Racism, and German National Socialism. New York: Oxford University Press.
  • Lewontin, R. C. 1992. Biology as Ideology. New York: HarperCollins.
  • Lloyd, G. E. R. 1983. Science, Folklore and Ideology. Cambridge: Cambridge University Press.
  • Longino, Helen. 1990. Science as Social Knowledge. Princeton: Princeton University Press.
  • Martin, Emily. 1991. “The Egg and the Sperm.” Signs 16 (3): 485-501.
  • Marx, Karl and Friedrich Engels. 1938. The German Ideology. London: Lawrence & Wishart.
  • Merchant, Carolyn. 1990. The Death of Nature. New York: Harper Collins.
  • Merton, Robert K. 1942. “A Note on Science and Democracy.” Journal of Legal and Political Sociology 1: 115-126.
  • Milam, Erika Lorraine. 2010. “Beauty and the beast? Conceptualizing sex in evolutionary narratives.” Biology and Ideology from Descartes to Dawkins içinde, editörs Dennis R. Alexander and Ronald L. Numbers. Chicago: University of Chicago Press.
  • Mottier, Véronique. 2010. “Eugenics and the State: Policy-Making in Comparative Perspective”, The Oxford Handbook of the History of Eugenics içinde, editör Bashford, Alison and Philippa Levine. Oxford: Oxford University Press.
  • Numbers, Ronald L. 2006. The Creationists. Cambridge: Harvard University Press.
  • Numbers, Ronald L., ed. 2008. Galileo Goes to Jail and Other Myths about Science and Religion. Cambridge: Harvard University Press.
  • Oakeshott, Michael. 1962. Rationalism in Politics and Other Essays. London: Methuen & Co Ltd.
  • Oreskes, Naomi ve Erik Conway. 2010. Merchants of Doubt. New York: Bloomsbury Press.
  • Paul, Diane B. 1994. “Dobzhansky in the “Nature-Nurture” Debate.” In The Evolution of Theodosius Dobzhansky, edited by Mark B. Adams. Princeton: Princeton University Press.
  • Pfau, Thomas. 2015. Minding the Modern. Notre Dame: University of Notre Dame Press.
  • Plekhanov, Georgi. 1956. The Development of the Monist View of History. Moscow: Foreign Languages Publishing House.
  • Proctor, Robert N. 1988. Racial Hygiene. Cambridge, MA: Harvard University Press.20.06.2023 10:16 Scඈence and Ideology | Internet Encyclopedඈa of Phඈlosophy https://ඈep.utm.edu/scඈ-ඈdeo/ 21/21
  • Proctor, Robert N. 2012. “The history of the discovery of the cigarette-lung cancer link: evidentiary traditions, corporate denial, global toll.” Tobacco Control 21 (2): 87-91.
  • Re Manning, Russell. 2013. The Oxford Handbook of Natural Theology. Oxford: Oxford University Press.
  • Richards, Evelleen. 2017. Darwin and the Making of Sexual Selection. Chicago: University of Chicago Press.
  • Richardson, Robert C. 1984. “Biology and Ideology: The Interpenetration of Science and Values.” Philosophy of Science 51 (3): 396-420.
  • Richardson, Sarah S. 2010. “Feminist philosophy of science: history, contributions, and challenges.” Synthese 177 (3): 337–362.
  • Roll-Hansen, Nils. 2005. The Lysenko Effect: The Politics of Science. New York: Humanity Books.
  • Rosen, Christine. 2004. Preaching Eugenics. New York: Oxford University Press.
  • Roughgarden, Joan. 2009. The Genial Gene: Deconstructing Darwinian Selfishness. Berkeley: University of California Press.
  • Ruse, Michael (ed). 1988. But Is It Science? The Philosophical Question in the Creationism/Evolution Controversy. Buffalo: Prometheus Books.
  • Russett, Cynthia Eagle. 1989. Sexual Science. Cambridge: Harvard University Press.
  • Seliger, Martin. 1976. Ideology and Politics. Lonon: George Allen & Unwin Ltd.
  • Stegenga, Jacob. 2011. “Is meta-analysis the platinum standard of evidence?” Studies in History and Philosophy of Biological and Biomedical Sciences 42 (4): 497–507.
  • Topham, Jonathan R. 2010. “Biology in the Service of natural theology: Paley, Darwin, and the Bridgewater Treatises.” Biology and Ideology from Descartes to Dawkins içinde, editör Dennis R. Alexander ve Ronald L. Numbers. Chicago: University of Chicago Press.
  • Tuana, Nancy. 1989. Feminism and Science. Bloomington: Indiana University Press.
  • Waidzunas, Tom. 2015. The Straight Line. Minneapolis: University of Minnesota Press.
  • Winther, Rasmus ve Jonathan Kaplan. 2013. “Ontologies and Politics of Biogenomic ‘Race.’” Theoria 136 (60), No. 3: 54-80.
  • Witherspoon, D. J., S. Wooding, A. R. Rogers, E.E. Marchani, W. S. Watkins, M. A. Batzer, ve L. B. Jorde. 2007. “Genetic Similarities Within and Between Human Populations.” Genetics 176 (1): 351–359.
  • Young, Bob. 1971. “Evolutionary Biology and Ideology: Then and Now.” Science Studies 1: 177-206.
  • Yudell, Michael, Dorothy Roberts, Rob DeSalle and Sarah Tishkoff. 2016. “Taking race out of human genetics” Science 351 (6273): 564-565.

Çevirmen Notları

  • [1] Francis Bacon’ın Yeni Atlantis’i. [ç.n.]
  • [2] Ian Hacking, Temsil ve Müdahale, çev. Ozan Altan Altınok (İstanbul: Alfa, 2012), 190.
  • [3] Marx sosyal yapının, bu paragrafta özetlendiği şekilde, bir neden-sonuç ilişkisi içinde analiz edilmesi de dahil olmak üzere kendi tarih ve toplum kuramını “bilimsel” olarak adlandırmaktadır. Bu bağlamda, bilimsel bakışın ideolojiyi deşifre etmesi bir tür zehir-panzehir ilişkisini çağrıştırmaktadır. Böylece burada anlatılmak istenen bilim-ideoloji zıtlığının altyapısı sağlanmış olur. [ç.n.]
  • [4] Stephen Jay Gould, İnsanın Yanlış Ölçümü, çev. Ebru Kılıç (İstanbul: Versus Kitap, 2014), 191.
  • [5] Aristoteles’e göre kan er bedeninde dönüşerek eril cinsiyeti işaretleyen meniye evrilir. Dişide ise kandan meniye dönüşüm yaşanmaz ve kan genital bölgeden dönüşmemiş halde çıkar (menstrüasyon) ve dişi için cinsiyet işaretçisi “dönüşememiş” bir kan halini alır. Er bedeninin “gerçek” bir cinsiyet sıvısı üretebilmesine karşılık dişinin yalnızca bedeninde zaten dolaşan sıvıyı dışarı atabilmesi, Aristoteles’i erin üremedeki cinsel rolünü aktif dişininkini ise pasif olarak adlandırmasında onu motive etmiş olmalıdır. Böylece er bedeninde kan “işe yarar” bir şeye, çocuğun “hammaddesine”, dönüşürken dişide olduğu gibi kalır ve karşılaştırma bir kez daha dişide yapılamayanın gösterilmesi ile sonlanır. [ç.n.]
  • [6] Burada ve sonraki paragraflarda er ve dişi arasından hangisinin üremede nasıl bir rolü olduğuna yönelik Aristotelesçi açıklama ve onu destekleyen ya da ona karşı çıkan tartışmalar, devamlı olarak Aristoteles’in nedensellik anlayışına göndermeler içerdiğinden, Aristoteles’in nedenleri ele alışı hakkında daha fazla bilgi için Berk Çakan’ın Peter van Inwagen’dan Öncül için çevirdiği Stanford Felsefe Ansiklopedisinin Metafizik maddesinin “3.4.” numaralı başlığına bakılabilir: https://onculanalitikfelsefe.com/metafizik-peter-van-inwagen-stanford-encyclopedia-of-philosophy/ [ç.n.].
  • [7] Kaynakçada yer verilmemiş olan bu çalışma, John C. Greene’in 1982 yılında Journal of the History of Biology dergisinde yayımladığı “Science, Ideology and World View: Essays in the History of Evolutionary Ideas” başlıklı kısa tanıtım yazısı olmalıdır. Burada Greene, yazıyla aynı başlığı taşıyan kitabından bahsetmektedir. [ç.n.]

Eric C. MartinScience and Ideology, (Erişim Tarihi: 22.08.2024)

Çevirmen: Ali Furkan Arıcıoğlu

ODTÜ Psikoloji’de aldığı lisans eğitiminden sonra, Ankara Üniversitesi’nde Bilim Tarihi yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Aynı anabilim dalında doktora eğitimine devam etmektedir. Akademik çalışmaları bilim ve teknolojinin kültürün diğer ögeleriyle olan ilişkisine yoğunlaşmaktadır.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Bebar Bilim Topluluğu & Ankara Üniversitesi IEEE Student Branch’a Konuk Olduk: Felsefenin Olanakları ve Yükselişi – Taner Beyter & Tufan Kıymaz

Sonraki Gönderi

Kozmopolitan Osmanlı – Ussama Makdisi

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü