Dört Yüzyıllık Tanrı’nın Varlığını Kanıtlama Çabası – Lloyd Strickland

//
1910 Okunma
Okunma süresi: 5 Dakika

Tanrı’nın var olup olmadığı, var olan en mühim felsefi sorulardan biridir. Ve delillere dayanarak Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışma geleneği, altın çağlarını 17.,18. yüzyılda (erken modern dönemde) bulmuş olan köklü bir gelenektir.

Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya yönelik girişimler bugün de devam ediyor. Fakat sekülerizmin genel popülasyon arasında olduğu kadar filozoflar arasında da yaygın olarak kabul görmesi sebebiyle bu girişimler, yüzlerce yıl öncekiyle aynı ölçekte değiller. Ve bu, yeni kitabım olan “Proofs of God in Early Modern Europe”da Tanrı kanıtlamalarına odaklanan bu altın dönemlerden bugüne dek değişmiş olan şeylere odaklandığım tek şey değil. İşte bu yüzyıllar boyunca değişmiş olan üç şey daha:

Amaçlar

Çağdaş düşünürler Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya giriştiklerinde, onların amaçları genellikle Tanrı’ya inanmanın aslında makul olduğuna işaret etmektir. Mesela; “New Proofs for the Existence of God“da Robert J Spitzer, birlikte “akla yatkın temellendirme yeteneği ile süper zeki, aşkın ve yaratıcı bir güce yönelik güvenilir inanç” delilleri oluşturan bir dizi kanıtlama ileri sürer.

Erken modern dönem filozofları böylesi bir amacı garip karşılardı; çünkü o zamanlarda varsayılan yaygın yaklaşım, Tanrı’ya olan inancın zaten tümüyle makul olduğuydu. Hakikaten de modern dönemlerin başlarında Avrupa’da dini inanç o kadar yaygın olarak kabul görüyordu ki; bir kişinin Tanrı’nın varlığını dürüst ve içten bir biçimde inkar etmesi fikri, hayal edilemez değilse bile çoğu zaman saçma olarak kabul ediliyordu.

Peki ama eğer durum böyleyse, erken modern dönem filozofları niçin zaten yaygın olarak doğru olduğuna inanılan bir şey için kanıtlar oluşturma ihtiyacı hissetti ki? Çünkü onlar genellikle, felsefi yaklaşımlarında Tanrı’nın oynadığı merkezi açıklayıcı veya kuramsal rol nedeniyle Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışmışlardı.

René Descartes (1596-1650) meşhur bir şekilde, mükemmel bir Tanrı’nın varlığını kanıtlamanın, dış dünyanın (yani Evren’in) gerçekliğinden emin olmanın tek yolu olduğunu ileri sürmüştü. Mükemmel bir Tanrı’nın insanları aldatmakla uğraşmayacağı veya insanlara yanılabilir duyular vermeyeceği kesin olduğundan dolayı o, bu dünyada kendisine doğru (veya gerçek) görünen şeyin, gerçekten de doğru (veya gerçek) olduğuna inanıyordu.

Baruch Spinoza’ya (1632-1677) göre ise, bir Tanrı’nın var olup olmadığını saptamanın, yalnızca Dünya’ya dair neleri bilebileceğimiz değil, aynı zamanda nasıl yaşamamız gerektiğine dair de önemli yansımaları vardır. Spinoza, bu dünyada deneyimleyebileceğimiz mümkün olan en büyük tatminin şeylerin özüne yönelik bilgimizden geldiğine inanıyordu; ki bu da Tanrı’nın sıfatlarını kavramaktan geçiyordu. Şeyleri ve olayları bu yolla ne kadar iyi kavrarsak; güçlü duygulardan o kadar az rahatsızlık hisseder ve ölümden o kadar az korkarız. Öyleyse görülüyor ki, erken modernitenin büyük düşünürleri için Tanrı’nın varlığını saptamak oldukça büyük bir önemdeydi.

İtimat

Erken modern dönem filozoflar ile günümüz filozofları arasındaki bir diğer büyük fark ise; öne sürdükleri kanıtlara duydukları güvendir (itimat). Kendinden en emin olan çağdaş filozoflar bile, muhtemelen, öne sürdükleri argümanların yalnızca Tanrı’nın varlığını olası kıldığını iddia edecektir. Örneğin Richard Swinburne, “The Existence of God“da Tanrı’nın var olmasının, var olmamasından daha olası olduğunu göstermek için çeşitli kanıtları bir araya getirerek sunar.

Böylesi bir iddia, her zaman için kendi kanıtlarını, “Tanrı’nın varlığına dair tüm şüpheleri aşabilmeye ve hatta O’nun varlığını kanıtlayabilmeye” yeterli ve elverişli olarak gören erken modern düşünürlere biraz hafif/uysal görünecektir. Gerçekten de, John Locke (1632-1704) gibi kimi düşünürler, öne sürdükleri ispatları matematiksel ispatlarla aynı kefeye koyuyordu; hatta öne sürdükleri ispatlar o kadar sağlamdı ki bu ispatlarla karşılaşan herhangi birinin rasyonel yetileri yerinde olduğu müddetçe onlara ikna olmamaları mümkün değildi.

Muhalifler

Fakat belki de, çağdaş ve erken modern dönemlerdeki Tanrı’nın varlığını kanıtlama girişimleri arasındaki en büyük farklılık, söz konusu bu kanıtlamalara yönelik muhalefetin kaynağıyla ilgilidir. Günümüzde Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya yönelik çabalara muhalefetin çoğu, ya Tanrı’nın var olmadığını iddia eden ateistler ya da Tanrı’nın var olup olmadığı konusunda tarafsız olan agnostiklerdir. Hem ateistler hem de agnostikler, Tanrı’nın varlığı lehine kanıtlara muhalif olmak açısından kazanılmış bir pay ve nüfuza sahiptir.

Diğer yandan, 17. ve 18. yüzyıllarda ateistler ve agnostiklerin sayısı çok değildi (hatta kimileri bu dönemin çoğunda ateist ve agnostiklerin var olmadıklarını söylüyordu) ve görünürde olanlar da çok ses çıkarma eğiliminde değildi.

Fakat bu, Tanrı’nın varlığı kanıtlamalarının karşı konulmaz/muhalifsiz bir statüde olduğu anlamına gelmiyordu. Erken modern dönem düşünürleri, münazaraya girişme ve kendi görüşlerine yapılan itirazları ele alma pratiği konusunda eğitimliydi. Öne sürdükleri görüşlere yönelik hakiki bir itiraz yoksa, onları icat etmeye ve bu kurgulanmış itirazları yöneltip ele almaya motive olmuşlardı.

Voltaire (1694-1778) gibi isimler, buna öylesine kapılmışlardı ki kendi öne sürdükleri argümanların ana hatlarını çizmekten çok argümanlarına yönelik itirazları düşünmekle vakit harcıyorlardı. Bu egzersizin tüm amacı; teistlerin, olası tüm itirazları çürütebilmeleri ve kendi yaklaşımlarını daha sağlam bir temele oturtabilmeleriydi.

Böylesi bir pratik akademik anlamda makul görülebilse dahi, umulmadık bir sonucu olmuştu. Erken modern dönem teistlerinin kendilerinin ve çağdaşlarının kanıtlarına yönelik ileri sürdükleri bu komplike itirazlar, ateizmi güvenilir bir rasyonel temele oturtmak amacıyla bu itirazları geliştiren ve daha ileriye taşıyan sonraki (dönemde yaşamış) ateist düşünürler tarafından benimsendi.

İşte bu sebeple erken dönem modern filozoflar, istemeden de olsa, kendi kanıtlarına yönelik itirazlar kurgulayarak ateizme entelektüel açıdan daha saygın bir pozisyon kazandırdı ve daha sonraki yükselişini katkı sağladı.


Lloyd Strickland– “Four centuries of trying to prove God’s existence“, Erişim Tarihi: 15.08.2021

Çevirmen: Taner Beyter

Ankara Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nü bitirdi, Felsefe master eğitimine ise ara verdi. Etik, epistemoloji, din felsefesi ve metafelsefe ile ilgilenir. Evli olup öğretmenlik mesleğine devam etmektedir.   

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Yeni Ateistler Yeterince Ateist Değildir – Bence Nanay

Sonraki Gönderi

R. Maydole ve A. Kirschner’in Modal Ontolojik Argümanları – Musa Yanık

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü