Evren Bilinçli Bir Zihin midir? – Philip Goff

Kozmopsikizm çılgınca görünse de Evrenin yaşam için nasıl uygun hale geldiğine dair sağlam bir açıklayıcı model sunar.

/
2644 Okunma
Okunma süresi: 16 Dakika

Evrenimizle ilgili garip bir olgu, geçtiğimiz kırk yıldır bilim insanları tarafından yavaş yavaş ayırt edilmeye başlandı: hayatı, fizik yasaları ve Evrenimizin başlangıç koşulları mümkün kılıyordu. Yaşamın mümkün olabilmesi için temel fizikteki (örneğin yerçekimi kuvveti veya elektronun kütlesi gibi) değerler belirli bir aralıkta olmak zorundaydı. Söz konusu aralık da bu sayıların sahip olabileceği tüm olası değerlerin inanılmaz derecede dar bir dilimiydi. Bu nedenle bizimki gibi bir evrenin hayatı mümkün kılan değerlere sahip olması inanılmaz derecede düşük bir ihtimal olsa da diğer bütün olasılıklara rağmen evrenimizde yaşam var.

Yaşamı mümkün kılan ince ayara birkaç örnek verelim:

  • (bir atomun çekirdeğindeki elementleri birbirine bağlayan) Güçlü nükleer kuvvet 0.007 değerine sahiptir. Bu değer 0.006 veya daha az olsaydı, Evren hidrojenden başka bir şey içermezdi. 0.008 veya daha yüksek olsaydı, hidrojen daha ağır elementler oluşturmak için kaynaşmış olurdu. İki durumda da her türlü kimyasal karmaşıklığın fiziksel olarak imkansız olmasıyla beraber kimyasal karmaşıklık olmadan yaşamdan söz edilemezdi.
  • Kimyasal karmaşıklığın oluşma ihtimali de maddenin temel bileşenlerinin kütlelerine bağlıdır: elektronlar ve kuarklar. Eğer bir aşağı kuarkın kütlesi 3 kat daha büyük olsaydı, Evren sadece hidrojen içerirdi. Bir elektronun kütlesi 2.5 kat daha fazla olsaydı, Evren sadece nötron içerirdi: hiç atom olmayacağı gibi hiçbir kimyasal reaksiyon da gerçekleşmezdi.
  • Diğer yandan yerçekimi önemli bir kuvvet gibi görünür ancak atomları etkileyen diğer kuvvetlerden 1036 kat civarında daha zayıftır. Yerçekimi sadece biraz daha güçlü olsaydı yıldızlar daha az miktarda malzemeden oluşur; dolayısıyla da daha küçük ve kısa ömürlü olurlardı. Bizim güneşimiz gibi bir yıldız 10 milyar yıl yerine yaklaşık 10.000 yıl yanar; bu nedenle karmaşık canlıları meydana getiren evrimsel süreçler için yeterli zaman olmazdı. Tersine yerçekimi sadece biraz daha zayıf olsaydı yıldızlar çok daha soğuk olur ve bu nedenle de patlayıp süpernovaya dönüşmezlerdi. Sonuçta yaşam yine imkansız hale gelirdi çünkü süpernovalar yaşamın bileşenlerini oluşturan birçok ağır elementin ana kaynağıydı.

Kimileri ince ayarı Evrenimizle ilgili, şansımızın yâver gitmiş olabileceği, açıklama gerektirmeyen temel bir gerçeklik olarak ele alır. Gelgelelim birçok bilim adamı ve filozof gibi ben de bu bakış açısını mantıksız buluyorum. Kozmosun Yaşamı’nda (1999), fizikçi Lee Smolin dikkate değer tüm ince ayar örneklerini dikkate alarak evrende yaşamın var olma ihtimalinin 10229‘da 1 olduğunu hesapladı ve şu sonuca vardı:

“Benim düşünceme göre, bu kadar küçük bir olasılık açıklamadan bırakabileceğimiz bir şey değil. Şanstan da kesinlikle bahsedemeyeceğimize göre bu kadar olası olmayan bir şeyin nasıl gerçekleştiğine dair rasyonel bir açıklamaya ihtiyacımız var.”

İnce ayarın iki standart açıklaması teizmle çoklu evren hipotezidir. Teistlere göre evrenin çok güçlü ve mükemmel, doğaüstü bir yaratıcısı vardır. Söz konusu ince ayarı da bu yaratıcının iyi niyetiyle açıklarlar. Hayat büyük bir nesnel değere sahiptir; Tanrı kendi nezdinde bu büyük değeri elde etmek istemiş ve de fizik olasılıklarıyla uyumlu konstatları olan yasalar yaratmıştır. Çoklu evren hipoteziyse konstantların birçok farklı değerinin geçerli olduğu; bizim evrenimiz haricindeki muazzam, belki de sonsuz sayıda fiziksel evrenin varlığını öne sürer. Konstantların belirli bir aralıkta bulunduğu yeterli sayıda evren göz önüne alındığında, yaşamı mümkün kılan şartlara sahip en az bir evrenin var olması o kadar da imkansız değildir.

İnce ayarlamayı açıklayabiliyor olsalar da her iki teorinin yanlış varsayımları vardır. Teistlerin varsayımları kötülük sorunsalından dolayı hatalıdır. Eğer birisine, verili olan evrenin her şeyi seven, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir varlık tarafından yaratıldığını söyleyecek olursak bu kişi, evrendeki canlıların muazzam acılara katlanacağını düşünmeyecektir. Yine bu kişi evrende zeki bir canlı olduğunu görünce şaşırmasa da hayatın korkunç bir doğal seçilim sürecinden geçtiğini öğrenince hayrete düşecektir. Öyle ki, her şeyi yapabilen sevgi dolu bir Tanrı hayat neden bu şekilde yaratmayı seçsin ki? Neticede ilkin (prima facie) teizm bizimkinden çok daha iyi bir evreni öngördüğünden dolayı evrenimizin kusurları Tanrı’nın varlığına güçlü bir tezat oluşturur.

Çoklu evren hipotezinin varsayımlarıysa gözlemlenen evrenin paradoksunu ilk kez formüle eden ve 19. yüzyılda yaşamış Avusturyalı fizikçi Ludwig Boltzmann’ın adını taşıyan ‘Boltzmann beyin problemi’nden dolayı hatalıdır. Bu probleme göre çoklu evrenlerin var olduğunu düşünmemiz durumunda Evrenimizin, bir evren topluluğunun oldukça tipik bir üyesi olmasını veya en azından gözlemcilerin bulunduğu evrenlerin oldukça tipik bir üyesi olmasını bekleriz (çünkü gözlemcilerin bulunmasının imkansız olduğu bir evrende değilizdir). Ancak “Gerçeğe Giden Yol”da (2004) fizikçi ve matematikçi Roger Penrose çağdaş fizikçilerin en çok tercih ettiği – enflasyonist kozmoloji ve sicim teorisine dayalı – çoklu evren teorisine göre bizimki kadar büyük, pürüzsüz, düzenli bir evreni gözlemleyen her gözlemciye karşılık olarak sadece 10 kat daha küçük olan pürüzsüz, düzenli bir evreni gözlemleyen 10×10123 gözlemci olduğunu hesapladı. Bu gözlemciler arasında en yaygın gözlemci türü de kısa bir süre için düzensiz evrenden ortaya çıkmış olan işlek bir beyin şeklinde tanımlanan ‘Boltzmann’ın beyni’ olurdu. Penrose’nin haklı olması durumundaysa bir gözlemcinin kendisini büyük, düzenli bir evrende bulma olasılığı inanılmaz derecede küçüktür. Dolayısıyla bizim de böyle gözlemciler olduğumuz gerçeği, çoklu evren teorisine karşı güçlü bir kanıttır.

Gelgelelim bunların hiçbiri yıkıcı argümanlar değildir. Teistler, Tanrı’nın acı çekmemize neden izin verdiğine dair nedenler bulmayı; çoklu evren teorisyenleri de kendi düşüncelerini, Evrenimizi daha imkansız kılacak şekilde şekillendirmeyi deneyebilirler. Ancak her iki yaklaşım da kendisini özel (ad hoc) hissetmekle beraber, doğru bir şekilde ifade edersek, teorilerinin yanlışlandığını kabul etmek yerine onu kurtarmaya çalışmaktadır. Bensedaha iyisini yapabileceğimizi düşünüyorum.

Halkın nezdinde fizik insanlığa mekanın, zamanın ve maddenin doğası hakkında bütüncül bir açıklama sağlama yolunda ilerlemektedir. Ancak tabii ki de henüz bu aşamaya gelmiş değiliz. Mesela çok büyük şeylerle ilgili sahip olduğumuz en iyi teorimiz olan genel görelilik teorisiyle çok küçük şeylerle ilgili en iyi teorimiz olan kuantum mekaniği arsında tutarsızlıklar vardır. Yine de genellikle bir gün bu zorlukların üstesinden gelineceği ve fizikçilerin merak içindeki insanlığa her şeyin teorisini; evrenin bütün hikayesini anlatan Büyük Birleşik Teori’yi gururla sunacağı düşünülür.

Aslına bakarsak fizik, bütün meziyetlerine rağmen bize fiziksel evrenin doğası hakkında hiçbir şey söylememektedir. Örnek olarak Isaac Newton’un evrensel kütleçekim teorisini ele alalım:

m1 ve m2 değişkenleri, aralarındaki kütleçekimini çözmek istediğimiz iki nesnenin kütlelerini ifade eder. F, bu iki kütle arasındaki kütleçekimi; G de kütleçekimin gözlemlerimizden edindiğimiz sabitidir. R ise m1 ve m2 arasındaki mesafedir. Bu denklemin bize ‘kütle’, ‘kuvvet’ ve ‘mesafe’ tanımlarını sağlamadığına dikkat edin. Bu durum yalnızca Newton’un kütleçekim yasasına özgü bir şey değil. Fizik fiziksel dünyanın kütle, yük, dönüş, mesafe, kuvvet gibi temel faktörleri konu edinir. Gelgelelim fizik denklemleri bu faktörlerin ne olduğunu açıklamamaktadır. Sadece aralarındaki eşitliği belirlemek için onları adlandırır.

Peki fizik bize fiziki oluşların doğasından söz etmiyorsa, bize ne anlatıyor? Gerçek şu ki, fizik tahmin için bir araçtır. ‘Kütle’ ve ‘kuvvet’ in gerçekte ne olduğunu bilmesek bile, onların Dünya’daki varlıklarını; kullandığımız gereçler üzerinde gördüğümüz değerler ya da duyularımızda uyandırdığı etkiler yoluyla ayırt edebiliriz. Newton’un yerçekimi yasası gibi fizik denklemlerini kullanarak da neler olacağını büyük bir hassasiyetle tahmin edebiliriz. Doğal dünyayı olağanüstü şekillerde manipüle etmemizi sağlayan ve gezegenimizi dönüştüren teknolojik devrime yol açan da bu ileri görüşlülüktür. Şu anda tarihin, insanların fizik biliminin başarılarından ve teknolojinin harikalarından fazlasıyla etkilendiği bir dönemindeyiz. Dolayısıyla fiziğin matematiksel modellerinin tüm gerçekliği yakaladığını düşünme eğilimindeyiz. Ancak fiziğin yaptığı bu değildir: Fizik, maddenin davranışını tahmin eder; içsel doğasını açığa çıkarmaz.

Atomların bilinçten yoksun olduğunu; dolayısıyla da zihniyetin nereden geldiğini merak etmek aptalcadır.

Fiziğin bize fiziki gerçekliğin doğası hakkında hiçbir şey söylemediği göz önüne alındığında, bildiğimiz bir şey var mı? Evrenin ‘kaputunun altında’ neler olduğuna dair herhangi bir ipucuna sahip miyiz? İngiliz astronom Arthur Eddington, genel göreliliği teyit eden ve aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz ‘Boltzmann beyin problemini’ (farklı bir bağlamda da olsa) formüle eden ilk bilim insanıydı. Fiziğin sınırlarını irdelediği “Fiziksel Dünyanın Doğası”nda (1928), maddenin doğası hakkında gerçekten bildiğimiz tek şeyin, bu maddelerin bir kısmının bilince sahip olduğunu ileri sürer. Bunun doğru olduğunu biliyoruz çünkü kendi beynimizin bilincinin doğrudan farkındayız:

Dış dünyayla tanışıyoruz çünkü onun dokusu bizim bilincimize giriyor; aslında biliyor olduğumuz sadece kendi siniruçlarımız ve bu siniruçlarıyla, bir paleontoloğun soyu tükenmiş bir canavarı ayak izinden yeniden yapılandırdığı gibi söz konusu dış dünyayı iyi kötü yeniden inşa ediyoruz.

Beynin dışındaki maddenin doğasına doğrudan erişimimiz olmasa da Eddington’a göre en makul varsayım, beynin dışındaki maddenin doğasının, beynin içindeki maddenin doğasıyla ilintili olmasıdır. Eddington’a göre, atomların doğası hakkında doğrudan bir anlayışa sahip olmadığımız göz önüne alındığında atomların bilinçten tamamen uzak bir doğaya sahip olduğunu ileri sürerken bilincin nereden geldiğini merak etmek saflıktır. Ben de “Consciousness and Fundamental Reality” (2017) adlı kitabımda bu düşünceleri panpsişizmi destekleyen; her maddenin bilinç barındıran bir doğaya sahip olduğu şeklinde kapsamlı bir argüman haline getirdim.

Temel bir panpsişist yaklaşım geliştirmenin iki yolu vardır. Bunlardan biri fiziksel dünyanın en küçük birimlerinin bilince sahip olduğu görüşü olan mikropsişizmdir. Mikropsişizm, kuarkların duyguları olduğu ya da elektronların varoluşsal bir kaygı hissettiği şeklindeki absürt görüşle eşit tutulmamalıdır. İnsanlarda bilinç ince ve karmaşık duyguları, düşünceleri ve duyusal deneyimleri içeren sofistike bir şeydir. Bu söylediklerimizde bilincin son derece basit biçimlerde de var olabileceği fikriyle tutarsız bir şey yok gibi görünüyor. Diğer yandan bir atın bilinç deneyiminin bir insanınkine göre; bir tavuğun bilinç deneyiminin de atınkine göre daha az karmaşık olduğunu düşünmemiz yanlış olmaz. Belki de organizmalar daha basit hale geldikçe bilinç ışığı aniden kapanmakta ve daha basit organizmalar hiç deneyim sahibi olmamaktadır. Ancak bilincin tamamen kaybolmaması; sineklerden böceklere, bitkilere, amiplere ve bakterilere inildikçe bilinç ışığının soluyor olması da mümkündür. Mikropsişist içinse bir noktada sonlanmayan bu sürekli solma, bilincin son derece ilkel biçimlerine sahip olan temel fiziksel varlıklarla (belki de elektronlar ve kuarklarla) birlikte inorganik maddeleri de kapsamakta ve neticede bu varlıkların son derece basit doğalarını yansıtmaktadır.

Fakat bazı bilim insanlarının ve bilim felsefecilerinin son zamanlarda evreni bu şekilde ‘aşağıdan yukarıya’ resmetmenin modasının geçtiğini ileri sürmeleriyle beraber çağdaş fizik de, aslında ‘yukarıdan aşağıya’ (holist) bir evrende yaşadığımızı iddia eder: bu evren karmaşık bütünlerin, bütünleri oluşturan birimlerden daha temel olduğu bir evrendir. Holizm’e göre, önünüzdeki masanın varlığı, onu oluşturan atom altı parçacıklardan meydana gelmez; aksine bu atom altı parçacıklar varlıklarını masadan türetir. Sonuçta, var olan her şey varlığını nihai bir karmaşık sistemden; bir bütün olarak Evrenden türetir.

Holizm nihai gerçeklik olan tek bir birleşik bütünle mistisize edilen bir bağlantıya sahiptir. Ancak holizmin lehine olan güçlü bilimsel argümanlar söz konusudur. Amerikalı filozof Jonathan Schaffer, kuantum dolanıklığı olgusunun holizm için iyi bir kanıt olduğunu öne sürer. Dolanık parçacıklar, aralarında herhangi bir sinyalin hareket etmesinin imkansız olduğu büyük mesafelerle ayrılsalar bile bir bütün olarak davranırlar. Schaffer’a göre bu oluşu yalnızca genel olarak karmaşık sistemlerin kendi parçalarından daha temel olduğu bir evrendeysek anlayabiliriz.

Eğer holizmi panpsişizm ile birleştirirsek, kozmopsişizmi elde ederiz: evrenin bilinçli olduğu; insanların ve hayvanların bilincinin temel parçacıkların bilincinden ziyade evrenin kendisinin bilincinden türetildiği görüşü. Bu benim de “Consciousness and Fundamental Reality”de savunduğum görüştür.

Kozmopsişist biri bilinçli evreni, düşünce ve rasyonellik gibi insana benzer zihinsel özelliklere sahipmiş gibi düşünmemelidir. Ben de yukarıda andığım kitabımda kozmik bilincin sebepsiz ve akıldan yoksun bir çeşit ‘karışıklık’ olarak düşünülebileceğini öne sürmüştüm. Bugün baktığımdaysa ince ayar üzerine düşünmek, evrenin zihinsel varlığının insanın yukarıda bahsettiğimiz zihinsel deneyimiyle karşılaştırıldığında, varsayımlarıma biraz daha yakın olduğunu düşünmek için bize zemin sağlamaktaymış gibi geliyor.

Kanadalı filozof John Leslie “Evrenler”de (1989) ince ayarla ilgili olarak ‘aksiyarşizm’ şeklinde adlandırdığı ilginç bir açıklama sunmaktadır. İnce ayar konusunda bizi bu kadar çok etkileyen şey fizik yasalarımızdaki sabitlerin değerlerinin, çok önemli bir şey için gerekli olan değerler olmalarıdır: yaşam ve nihayetinde akıllı yaşam. Yasalar bütün koşullara rağmen ince ayarlanmış olmasaydı, Evren sonsuz derecede daha az bir değer ihtiva ederdi; hatta kimilerine göre hiçbir değere sahip olmazdı. Leslie sorunun bu şekilde anlaşılmasının bizi en iyi çözüme yönlendirdiğini öne sürer:  Ona göre yasalar ince ayarlanmıştır çünkü onların varlığı daha değerli bir şeyi meydana getirecektir. Leslie, değer ölçütleri ile kozmolojik gerçekleri birbirine bağlayan bir tanrı hayal etmez; ona göre değer ölçütleri bir bakıma değerlere doğrudan müdahale eder ve onları düzeltir.

Aksiyarşizmin ince ayarın kısıtlı bir açıklaması olduğu inkar edilemez çünkü gözlemlenebilir Evren’den başka hiçbir varlığın mevcudiyetini dikkate almadığı gibi yeterince anlaşılır olup olmadığı da net değildir. Bahsettiğimiz değerler, en azından mantıklı kimselerin de düşündüğü gibi dünyanın işleyişi üzerinde nedensel bir etkiye sahip olmak için doğru olgular gibi görünmüyor. Bu soyut bir sayı olarak ‘9’un bir kasırgaya neden olduğunu iddia etmek gibidir.

Ancak kozmopsişist birisi, evrenin zihinsel yeteneklerinin değer ölçütleri ve kozmolojik gerçekleri birbirine bağladığını öne sürerek aksiyarşizmi anlaşılabilir hale getirebilir. Etken kozmopsişizm olarak adlandırabileceğimiz bu görüşe göre evrenin kendisi, değerin irdelenmesine karşılık yasaları uygun hale getirdi. Peki bu ne zaman oldu? Planck sabiti olarak bilinen evrenin ilk 10-43 saniyesinde uyumlu yasaların gömülü olduğu mevcut fizik teorilerimiz geçersizdi. Kozmopsişist birisi kozmolojik tarihin bu ilk aşamasında, evrenin kendisinin bir değer evrenini mümkün kılmak için uygun değerleri ‘seçtiğini’ öne sürebilir.

Bunu anlayabilmek için temel kozmopsişizmde iki değişiklik yapılmalıdır. İlk olarak, evrenin değer ölçütlerini tanımak ve bunlara yanıt oluşturmak için temel bir kapasite ile hareket ettiğini varsaymamız gerekir. Aşina olmadığımız bu yaklaşım gözlemlediğimiz her şeyle tutarlıdır. Uzun zaman önce İskoç filozof David Hume gözlemleyebileceğimiz tek şeyin, şeylerin nasıl davrandığı olduğunu belirtmişti; şeylerin davranışlarına yol açan güçler bizim için görünmezdi. Genelde evrenin bir dizi rasyonel olmayan nedensel kabiliyet sayesinde işlediğini varsaysak da evrenin değer ölçütlerine karşılık verme yoluyla işliyor olması da mümkündür.

Evrenin bilinç içeren bir doğaya sahip olduğunu varsaymak çok zor.

Böyle bir yaklaşımla fizik yasalarını nasıl ele alacağız? Onları, evrenin eylemliliği üzerindeki kısıtlamalar olarak değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Teistlerin Tanrısından farklı olarak fizik yasaları sınırlı bir yetkinliğe sahiptir ve evrenin belirgin kusurlarını açıklamaktadır. Evren, değeri en üst düzeye çıkarmak için hareket eder ancak bunu sadece fizik yasalarının kısıtlamaları dahilinde yapabilir. ‘Etken’ bir kozmopsişist Evrenin bu günlerde pek cömert olmamasını da, evrenin şu anda bilinen fizik yasalarının uygulanmadığı Big Bang’den sonraki ilk saliselerinde sahip olduğu eşsiz koşullarına göre oldukça kısıtlanmış olduğunu savunarak açıklayabilir.

Ockham’ın usturası her şeyin eşit olması, daha basit teorilerin – yani görece daha az varsayıma sahip teorilerin – tercih edilmesi ilkesidir. Peki temel bilinci evrene atfetmek, basitlik açısından büyük bir maliyet değil mi? Aslında hayır. Fiziksel dünyanın mutlaka bir doğası olmalıdır ancak fizik bizi bu doğanın ne olduğu konusunda tamamen karanlıkta bırakmaktadır. Evrenin bilinç barındıran bir doğaya sahip olduğunu varsaymak, bilinç barındırmayan bir doğaya sahip olduğunu düşünmekten daha zor değildir. Diğer yandan ilk önerme, maddenin doğası hakkında gerçekten bildiğimiz tek şeyle karşılıklı olduğu için daha basittir; bildiğimiz bu şeyse beyinlerin bilincinin olduğudur.

Bununla beraber ince ayarlamayı açıklamak için kozmopsişizm üzerinde yapmamız gereken ikinci ve son değişikliğin birtakım bedelleri var. Evrenin Planck sabiti esnasında yasalarını milyarlarca yıl sonrasında yaşamı oluşturacak şekilde belirlemesi, Evrenin bir bakıma eylemlerinin sonuçlarının farkında olduğu anlamına gelir. Yaptığımız bu ikinci değişiklikte etken kozmopsişistin, olası eylemlerinin her birinin potansiyel sonuçlarını temsil etmek için evrenin temel bir eğilimi olduğunu varsaydığını öne sürüyorum. Bu varsayım bazı açılardan basit olsa da zihinsel temsillerde yer alan karmaşıklığın görüşün kısırlığından uzaklaştığı inkar edilememekle beraber, bir teistin ya da çoklu evren teorisyeninin varsayımlarından daha az tartışmalıdır. Teist doğaüstü bir varlık; etken kozmopsişistse doğal bir olgu önermektedir. Çoklu evren teorisyeni birbirinden farklı ve gözlemlenemeyen çok sayıda mevcudiyeti, pek çok evrenin varlığını öne sürer. Etken kozmopsişist sadece, zaten inanıyor olduğumuz bir varlıktan; fiziksel evrenden söz eder. En önemlisi de etken kozmopsişizm iki karşıtının da yanlış tahminlerinden kaçınır.

Evrenin değere karşılık üreten bilinçli bir zihin olduğu fikri bize gülünç derecede abartılı bir karikatür gösteriyor. Ancak bu görüşü kültürel çağrışımlarından ziyade açıklayıcı gücüne göre değerlendirmemiz gerekir. Etken kozmopsişizm yanlış varsayımlarda bulunmadan ince ayarı açıklar ve bunu karşıtları tarafından eşsiz bir sadelik ve zarafet ile yapar. Bu görüşü ciddiye almamız gerekmektedir.


Bu makaleyi yazdığından beri, Philip Goff ince ayar konusundaki görüşlerini revize etmiştir.


Philip Goff- “Is the Universe a conscious mind?”, (Erişim Tarihi: 08.10.2020), Kaynak Bağlantısı: https://aeon.co/essays/cosmopsychism-explains-why-the-universe-is-fine-tuned-for-life

Çevirmen: Yusuf Ateş
Çeviri Editörü: Semih Gözen Esmer

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Kuantum Mekaniği – Jenann Ismael (Stanford Encyclopedia of Philosophy)

Sonraki Gönderi

Hukuka Karşı – Talha Gülmez

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü