Hukuka Karşı – Talha Gülmez

//
1060 Okunma
Okunma süresi: 6 Dakika

Bazı şeyleri söylemek zorunda kalmak insanı rahatsız ediyor. Bahsettiğim türden şeyler apaçık olmasını, asgari bir yeterlilikte çalışan bir bilişsel kapasiteye sahip her insanın halihazırda kavramış olmasını beklediğimiz şeyler. Mesela bir konu üzerine çalışan bilim insanları arasında bir görüş üzerinde tam bir mutabakat sağlanmışsa o görüşün doğru olduğunu düşünmek için çok iyi nedenlerimiz vardır. Bu yüzden bir insanın Düz Dünyacı ya da Genç Yaradılışçı olduğunu gördüğümüzde onların yerine de yerin dibine girmekten kendimizi alamayız -görüşlerinde spesifik olarak hatalı olan şeylere dair iyi bir yanıt getiremesek bile. Yine benzer bir şekilde, ergenlik çağı ve sonrası bir yaş grubuna dahil kimseye hırsızlığın neden kötü bir şey olduğunu anlatmamamız gerekiyor. Lakin bu örneklerin ikisiyle de karşılaşabiliyoruz bazen.

Bu iki misal görmezden gelinebilecek kadar ufak bir azınlığı anlatıyor. Keşke örneklerimiz bununla sınırlı kalabilse. Fakat kalmıyor. Aksine, toplum içerisinde kendine yer etmiş ve sık sık karşımıza çıkan, bunlardan daha tehlikeli ve daha yersiz, yanlışlığı daha bariz bir fikir var. Buna hukuki pozitivizm diyelim. Bu fikir, kısaca, yasaların nihai bağlayıcılığa sahip olduğu, sırf onlar yasa olduğu için uymamız gerektiği inancı. Burada bağlayıcılığı hukuki bir kavram olarak değil de (ahlaki) yükümlülük olarak alıyorum. “Kanunlara uymak iyidir, uymamak kötüdür [kanunlara uymalıyız, uymayanları uyarmalıyız].” şeklinde özetlenebilir dediklerim. Çok basit bir şey söyleyeyim: Bir yasanın bağlayıcılığı onun ahlaki niteliğine bağlıdır. Eğer bir yasa gayrıadil ve gayrıahlaki ise bu yasaya uyma gibi bir yükümlülüğümüz yoktur.

Hukuk bir “-dir”dir, o anda şu ya da bu nedenlerle belirlenmiş buyruklar bütünüdür. Bunu söylerken hukukun keyfî olduğunu ima etmiyorum. Hukukun akli kaynaklardan beslendiğini reddetmek pek makul bir tutum değil. Yine de hukuk ile ahlak aynı şey değil, ve bu ikisi arasında hakiki yükümlülük yükleyici ahlaktır. İyi ve Kötü’nün kendileri normatiftir, –meli’siz iyilik ve kötülüğün düşünülmesi pek mümkün değildir. Birisi bize “Yoksullara yardım etmek iyidir, yoksullara yardım etmemeliyiz.” derse ya dilinin sürçtüğünü ya da iyinin ne demek olduğunu bilmediğini düşünürüz. Bir insan hem bir şeyin iyi/kötü olduğunu hem de ona karşı bir tavır takınmamamız gerektiğini tutarlı olarak söyleyemez çünkü ona ahlaki nitelik yüklemek halihazırda tavır takınmaktır. Bunun yanında bir eylem ahlaki nitelik yüklediğimizde o eyleme yönelik motive edici daha ileri bir soru sormaya gerek yoktur. Misalen, hırsızlığın kötü olduğunu anlayan bir kişinin neden hırsızlık yapmamalıyız diye sormasını abes buluruz, zira –meli, Kötü’ye içkindir. Fakat bunun aynısı yasalar için geçerli değildir. Eğer “Saat 10 ile 12 arasında köpek sevmek yasaktır.” şeklinde bir yasa çıkarılırsa, “Neden bu yasaya uymalıyız?” sorusunu sormak tabii ve hatta gerekli karşılanır. “Yasa” konseptine içkin bir meli yoktur. Yasaların arkasında rasyonel ve/veya ahlaki bir gerekçe ararız. (Ya da en azından aramamız gerekir.) Eğer bulamazsak bu, o yasaya uymamız için bir yükümlülüğümüz olmadığına delalettir.

Benim söylediğim şeylerin sağduyuya ve sezgilerimize uygun olduğuna inanıyorum. Eğer bir yasa ahlaki değilse o yasayı çiğnememiz bir önem arz etmez. Yine de cevaplanması gereken bazı endişeler yok değil. Bunların özünde spesifik bir kaygı yatmaktadır.

Bunlardan en temeli insanlar yasalara ahlakı bahane ederek uymayı bırakırlarsa ve buna göz yumulursa tüm hukuki ve medeni düzenin kaosa sürükleneceği korkusu. Eğer, der eleştirmenler, biz eylemleri yasaların kendisiyle değil de ahlaki kıstaslarla değerlendirirsek bir kişi başkasının cüzdanını çalıp kendi ahlaki görüşlerini bahane ederek kendini aklayabilir. Bu kaygı yüzeyde güçlü gibi görünebilir. Burada söylenecek birkaç şey var. Öncelikle, bu problem ahlakı göreceli kabul edersek gerçek bir problem olur. Ahlaki gerçekçiliğin (burada girmeyeceğimiz) birkaç farklı tanımı olsa da kendine gerçekçi diyen herkesin ortak iddiası bireylerin öznel yargılarının ötesinde objektif ahlaki gerçekler olduğudur. [1] Ahlaki görececilik için öne sürülen argümanların yetersiz ve kuvvetsiz olması, bunun ötesinde ahlaki gerçekçiliğin (hem zayıf hem katı versiyonlarının) şu an ahlak felsefecileri arasında yaygın kabul görmesi ahlaki görececiliği görmezden gelmemize (en azından şu an için) yeterli sebep veriyor gibi görünmektedir. Şu durumda bireyin kendi ahlaki inancını örnek göstermesinin başta belirttiğimiz sorunu ortaya çıkarmadığı söylenebilir. Yapmamız gereken eyleminin ahlaki gerçeklerle uyumlu olup olmadığını tartışmaktır.

Bunun büyük bir sorun olacağı düşünülebilir. Kim tüm ahlaki bilgilere sahip olduğunu ve bu yüzden otorite olduğunu iddia edebilir ki? Amma lakin ki öyle değildir. Bizim bir eylemin ahlakiliğini tartışmak için tüm ahlaki bilgilere sahip olmamız gerekmez. Eğer öyle olsaydı hiçbir şey hakkında hüküm veremezdik. Felsefecilerin -özellikle ahlak felsefecilerinin- sık sık başvurduğu iki kaynak vardır: Sezgiler. Sezgiler bir nevi entelektüel algılardır. Bir olayla ya da durumla karşılaştığımızda verdiğimiz ilk akli tepkidir. Yalan söylemenin ahlaki olmadığını sezgilerimiz aracılığıyla kavrarız, yalan söyleyen biriyle karşılaştığımızda bu yaptığının kötü olduğuna dair içimizde çabucak bir yargı oluşur. Birçok eylemin ahlakiliğini sezgilerimize karşı test ederek ölçmek mümkündür ve sezgilerimiz bize rehberlik edebilir.

Tabi ki her ahlaki problemi sezgilere dayanarak çözmek mümkün olmayabilir. Bu durumda yapmamız gereken bu problemi çözmek için fikir teatisinde bulunmak, neden o eylemin ahlaki olduğuna ya da olmadığına dair ileri gerekçeler sunmaya çalışmaktır. Birçok ahlaki tartışma ortak bir zeminde buluşmaya müsaittir. Yasaların ve eylemlerin ahlakiliği üzerine tartışmak, gayrıahlaki yasaları ahlakilerle değiştirme süreci için de elzemdir.

Bu konuya dair söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Konuşulması gereken birçok şeyi esgeçtiğim doğrudur. Zaten ahlak ve hukuka dair kapsamlı bir teori sunmaya çalışmadım, bunu yapmak bir site yazısına sığmayacak kadar detaylı ve çetrefilli bir uğraştır. Ama önceliğimizin ne olması gerektiğine dair söylediklerimin genel hatlarıyla doğru olduğuna inanıyorum. Hukuki yasalar ahlaki gerçekleri hesaba katmadıkları sürece kendi bir şey ifade etmez.

Dipnot

1: Bunu burada savunmamış olsam da farklı ahlaki gerçekçilik türlerine dair birkaç kaynaktağa yönlendirme yapabilirim: D.W. Ross, The Good and the Right (1930); David Gauthier, Morals by Agreement (1986), T.M. Scanlon, What We Owe to Each Other (1988); David O. Brink, Moral Realism and the Foundations of Ethics (1989); Robert M. Adams, Finite and Infinite Goods (1999); Russ Shaffer-Landau, Moral Realism: A Defense (2003); Robert Audi, The Good in the Right (2004); Michael Huemer, Ethical Intuitionism (2005); Matthew Kramer, Moral Realism as a Moral Doctrine (2009); David Enoch, Taking Morality Seriously (2013); Erik Wielenberg, Robust Ethics (2015)

Ayrıca bu yazıda söylediklerimin daha kapsamlı bir savunusu için: https://philpapers.org/archive/HUETDT.pdf

Öncül Analitik Felsefe Dergisi, 19 Ocak 2018 tarihinde kuruldu. Sunum, söyleşi, makale, çeviri, canlı yayın gibi içerikler üreterek Analitik Felsefe’ye dair Türkçe veritabanını genişletmeye devam ediyor.

Bir cevap yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Evren Bilinçli Bir Zihin midir? – Philip Goff

Sonraki Gönderi

Talha Gülmez & Taner Beyter – Ahlaki Doğrular Var mıdır?

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü