Şehre gitmek üzere bindiğim sabah otobüsünde bütün gençler ve bütün yetişkinler, oturup gözlerini dikmiş küçük sonsuzluk makinelerine: Hepimizin okuyabileceğinden fazla kelimeye, dinleyebileceğimizden fazla müziğe, zevk alabileceğimizden fazla çıplak insan fotoğrafına sahip olan cep boyutunda bir pencere… Birkaç yıl öncesine dek böylesi bilgi bolluğu düşünülemezdi. Bu bolluk geldiğinde az buçuk yetişkin olanlar olarak, şimdi genç olmak ne kadar değişik olmalı diye düşünüyoruz. ‘Google varken bir çocuk nasıl sıkılabilir?’ birinin bunu sorduğunu duymuştum.
Bu soru geçenlerde feminist bir aktiviste Twitter üzerinden tecavüz tehditleri gönderen 23 yaşındaki bir İngiliz kadının hapse gönderildiği haberini okuduğumda yeniden aklıma geldi. Yaptıklarını ‘kafam güzeldi’ ve ‘sıkılmıştım’ diyerek açıklamıştı. Çirkin ama münferit olmayan bir vakaydı. İnternet trollüğü son zamanlarda akademinin de ilgisini çekmeye başladı –Politeness Research Journal ve eşdeğeri olan Journal of Language Aggression and Conflict gibi dergilerde– ve ‘sıkıntı’ böyle davranışlar için sıkça atıf alan bir motivasyon.
Sıkıntı yalnızca internetin köprülerinin altında gizlenen antisosyal kullanıcılar arasında devam ediyor da değil. Artık uyarıcı eksikliği bahanemiz kalmamış olabilir, yine de bıkkınlığa dair kelimeler tarihe karışmıyor: Deneyim çoğumuz için tanıdık. Bu da bizi internet kültürünün derinleri ile sonsuzluk makinelerimizin sarmalandığı varsayımına dayanan bir soruya götürüyor: tam olarak ne arıyoruz?
‘Bilgi özgür olmak istiyor’ Stewart Brand bunu 30 yıl önce ilan etmişti. Orijinal bağlamından koparıldığında, bu ifade internet politikasının belirleyici sloganlarından biri haline geldi. İnternet ağının partizanları, idealizm ve adanmışlıkla, bilgiyi hükümetlerden ve şirketlerden kurtarmaya çalışıyor ancak bu kişilerin de bilgi toplama ve kontrol etmenin sağlayacağı menfaatler konusundaki fikirleri var. Ancak Brand’in seferberlik çağrısının antropomorfizmi, bu politikanın çoğunda var olan daha güçlü bir inanca işaret ediyor: Bilginin kendisinin özgürleştirici bir güç olduğu…
Bu inanç, sanıyorum ki, bu teknolojilerin 1960’ların Kaliforniya karşı kültürü için bir sığınak olarak oynadığı rolden güç alıyor. Brand’in bizzat kendisi iki noktayı birleştiren çizgiyi temsil ediyor: Tom Wolfe’un The Electric Kool-Aid Acid Test (1968) kitabının açılışında Ken Kesey’i hapisten çıkarken karşılamak için görünen ‘alnında alev alev yanan bir disk olan ince sarışın adam… Çıplak vücut üzerine bir Kızılderili boncuk kravatı ve üzerinde İsveç Kralı’ndan madalyalar olan beyaz bir kasap önlüğü’ – ardından, Steve Jobs’un daha sonra ‘kağıt formunda Google’ olarak adlandıracağı Toprağa Dönüş Hareketinin* İncil’i olan Whole Earth Catalog‘u yaratıyor.
Arama motorlarının dizinlerine ekleyeceği bir ağ olmadan önce, Brand, 1985’te ortağıyla beraber Whole Earth ofislerinden başlatılan bir bülten tahtası olan WELL’i (Whole Earth ‘Lectronic Link) kurdu. Üyeler, sanal bir topluluğa benzeyen bir şey keşfetmek için mevcut teknolojinin sınırlarını zorladılar. Bu grubun merkezinde, idealizm ve kaosun ilk yıllarını geride bırakan birkaç hippi komününden biri olan Farm’ın emektarları vardı. WELL’deki, bu ve diğer şal desenli gömlek giyen öncüler, 1990’da Electronic Frontier Foundation‘ı ve 1993’te Wired dergisini kuracak insanlarla tecrübelerini paylaştılar.
Karşı kültürden siber kültüre giden bu çizgi, ağ çağımızın tarih-öncesi boyunca çizdiğimiz tek çizgi olmadığı, hatta belki de en önemli çizgi bile olmadığı ama ağın kültür ve politikasının oluşumuna ciddi bir yük bindirdiği kesin. İnternet 1990’larda üniversite bodrumlarından çıkıp da kamu bilincine ulaştığında, WELL gibi yerlerde geçirilen yılların deneyimini, bunun ne olduğu ve neden önemli olduğu hakkında güçlü, basit hikayeler anlatma yeteneği ile birleştirebilenler Brand, Kevin Kelly (Wired‘ın kurucu editörü) ve John Perry Barlow (Electronic Frontier Foundation‘ın kurucu üyesi) gibi insanlardı.
WELL’e erken dönemlerinde bizzat katkı sağlayanlardan gazeteci John Markoff, What the Dormouse Said (2005) kitabında karşı kültürün kişisel bilgisayar kullanımını nasıl şekillendirdiğinin geniş bir tarihçesini sundu. Herhangi Jefferson Airplane hayranının da size söyleyebileceği gibi, Dormouse’un dediği şuydu: ‘Kafanızı besleyin! Kafanızı besleyin!’ İnternet’in, TCP/IP protokolüyle asla ilgilenmeyecek olanlar için anlaşılır bir hikayeye ihtiyacı vardı ve karşı kültür kazazedeleri bunu sağladı – kendi dönemlerinin büyük kaçış miti: aç, adapte ol, bırak**. Masalın bu yeni versiyonunda, bilgi, dünyayı dönüştürebilecek sihirli madde olan LSD’nin yerini aldı.
Yazar bir arkadaşımın, yarım yüzyıldan fazla bir süredir yaşadığı kasabada bir pub bilgi yarışması takımına katılması istendi. ‘Birçok şeyi biliyorsun, Alan,’ dedi onu davet eden komşusu. Komşunun haklı olduğu bir nokta vardı: Alan, tanıdığım en korkunç derecede bilgili insan. Yine de teklifi kibarca reddetti ve günlerce şaşkınlık içinde kaldı. Biriktirdiğimiz bilgi miktarını sergilemenin belirli bir skor kazanma benzeri zevki olabilir, ama bu her anlamda anlamsız bir bilgi türüdür.
Bu sadece entelektüel bir kibirden daha fazlası. Bilginin, bağlantılar kurmaya, bağlantılar oluşturmaya ve ondan hikayeler dokumaya başladığımız bir noktası vardır; o hikayeler ki onlarla dünyayı ve dünya üzerindeki yerimizi anlamlandırırız. Asla ziyaret etmeyeceğiniz bir şehrin otobüs tarifesini ezberlemek ile yeni geldiğiniz bir şehri keşfetmek için bu tarifeyi kullanmak arasında fark vardır. Bağlantıları takip ettiğimizde – bilme deneyiminin bizi bir yere götürmesine izin verdiğimizde, yolda değişeceğimiz riskini kabul ettiğimizde – bilgi anlam doğurabilir. Ve eğer sıkıntıya bir panzehir varsa, bu bilgi değil anlamdır.
Yine de ikisi arasında bir bağlantı vardır. Bilgi, anlama vardığımız süreçteki belki de en ham malzemedir: İçinden gerçekleri oltalamaya çalıştığımız, anlam ve anlamsızlığın ayrıştırılmamış olduğu bir dere… Ancak bilgiden anlama doğru yolculuk yalnızca sinyali gürültüden ayırmaktan fazlasıdır. Bir simyasal dönüşümdür, her zaman şaşırtır. Beceri, zaman, çaba, pratik ve sabır gerektirir. Ne kadar tecrübe edinirsek edinelim, başarı garanti değildir. Çoğu insan toplumlarında, bu becerinin uzmanları olmuştur, ancak asla uzmanların tekelinde olamaz, çünkü aynı zamanda hayatta kalmamız için gerekli olan çok temel, derinlemesine insani bir faaliyettir. Sıkıntı modern toplumlarda bir hastalık haline geldiyse, bunun sebebi anlam bulma ustalığına zor rastlanmasıdır.
Dürüst olmak gerekirse, bu konuda suçlunun tamamen internet olmadığını ve sıkıntının kendisinin yükselişinin daha önceki bir teknolojik devrime kadar uzandığını not düşmek gerekir. Sıkıntı kelimesi, ip eğirme makinesiyle hemen hemen aynı zamanlarda icat edildi. Filozoflar Barbara Dalle Pezze ve Carlo Salzani’nin ‘The Delicate Monster’ (2009) makalelerinde belirttikleri gibi:
Sıkıntı insan durumunun doğasına içkin bir özellik değildir, daha çok 18. yüzyıl civarı başlayıp tüm Batı dünyasını saran ve 18. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar evrim gösteren bir tarihi vardır.
Tüm nimetlerine rağmen, sanayi çağı, üretimi tüketimden uzaklaştıran ve iş faaliyetini maksimize etmek için rasyonalize eden iş bölümüne özgü endemik bir sıkıntı türünü beraberinde getirdi.
Demeye çalıştığım şey romantikleşmiş bir sanayi öncesi zamanına dönmek gerektiği değil: Sadece sanayi sonrası günümüzü hala şekillendiren çelişkilere dikkat çekmek istiyorum. 19. yüzyıl fabrikasının fiziksel şiddeti, en azından sanayileşmenin başladığı ülkelerde ortadan kalkmış olabilir, ancak bu çalışma biçimlerinin düzenlenmesine içkin yabancılaşma devam etmektedir.
İnternet geldiğinde, sanayi toplumunun sıkıcılığından kurtuluş vaadi gibi göründü, hayatlarımızın her türlü sıkıcı köşesine bilgi püskürten bir psikedelik jet sprey. Aslına bakarsanız, en iyi haliyle, o başka bir şey: Anlamlı bağlantılar arayışında muazzam bir yardımcı… Ancak sıkıntının derin kökleri, uyarıcı eksikliğinden ziyade anlam eksikliğinde ise ve eğer bilginin anlam kazanabileceği ince, çok katmanlı bir süreç varsa, o zaman alışmakta olduğumuz sürekli bilgi akışı böyle bir vaadi yerine getiremez. En iyi ihtimalle, kendimizi bir bağlantıdan diğerine tıklayarak potansiyel olarak sonsuz bir ertelemeyle oyalamamıza izin verir. Yine de er ya da geç, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, akıntıyla ağın uzak bir köşelerine sürükleniriz. Bu akıntılarda taşınma deneyimi, anlama doğru giden sabırlı, öngörülemez süreçten oldukça farklıdır.
İkincisi, diğer şeylerle birlikte, tefekkür için alan gerekir -önceden özümsediklerimizin durulmasına izin vererek hangi desenlerin ortaya çıkacağını görmeyi bekleriz. Hayatımızın fişini çekebileceğimiz köşelerini, e-posta gelen kutusunun aciliyetini reddetmenin mümkün olduğu günleri, aceleye getirilmeyecek faaliyetleri bulun. Sonsuzluk makinesini kapatın, sonsuza dek değil, bunda kötü bir şey olduğu için de değil, kendi sonluluğumuzun farkına varmak için: Herhangi birimizin dayanabileceğinden çok bilgi var ve eğer derede boğuluyorsak balık tutmaya gidemeyiz. 1960’ların karşı-kültüründen kurtulan herhangi birinin bize söyleyebileceği gibi, sihirli maddelere saygılı davranmak en iyisidir – ve dozaja dikkat etmek gerekir.
Çevirmen Notları
*Back-to-the-land: Gelişen şehirleşme ve sanayi kültürüne karşı da 1960’larda ortaya çıkan bir hareket.
**”Turn on, tune in, drop out”: 1960’larda Timothy Leary tarafından popülerleştirilen, bireyin bilincini genişletmesi, çevresiyle harmoni içerisinde etkileşime girmesini ve toplumsal beklentilerden bağımsız bir yaşam sürmesi gerektiğini vurgulayan bir karşı kültür sloganı.
Dougald Hine – “What good is information?“, (Erişim Tarihi: 11.07.2024)
Çevirmen: Şeyma Neşe Turan
Çeviri Editörü: Efe Aytekin