İngiliz filozof Mary Astell (1666-1731) zamanının ötesinde bir kadındı. Daha 21. yüzyılda bulunduğunu düşündüğünüz bilginin ve açıklamanın sosyal boyutlarındaki bulguları o zamandan tahmin etmişti. Ayrıca kötü sosyal koşullardan kaynaklanan ve esasen kendimizle ilgili düşündüklerimize de balta vuran epistemik -yani bilgiyle ve düşünceyle alakalı olan- bir haksızlığın varlığını da açığa çıkardı. Kendi tanımladığı kötü koşullara maruz kalmasına rağmen Astell, o haksızlıkları yıkıp geçerek bir şeyleri görmenin yeni bir yolunu temin etti.
Epistemik adaletsizlik, günlük yaşamımızda belirlemesi en zor ve önemli olan şeylerden birisi. Bu biraz çetrefilli bir husus çünkü kendimizin bile farkında olmadan sahip olduğumuz ön yargılarımızı ve stereotipik düşüncelerimizi hedef alarak hayatımızda etkili bir rol oynuyor. Mesela filozof Miranda Fricker’in 2007 yılında “tanığa adaletsizlik” (yani birisinin iddialarının sırf o kişinin kimliğinden dolayı güvenilmez olduğunun düşünülmesi) ve “yorumbilgisel adaletsizlik” (yani birisinin iddialarının anlaşılabilmesi için gerekli olan düşünsel kaynakların kavram oluşturma sürecinin dışında bırakılmasından dolayı mevcut olamaması) gibi olaylar epistemik adaletsizliğe birer örnek teşkil eder. Siyahi insanları sırf siyahi oldukları için daha az güvenilir bulmak tanığa adaletsizlikten kaynaklıdır. Kadınların, neyin uygun davranış olup neyin olmadığı ile ilgili konuşmalardan uzak tutulmasından dolayı “cinsel taciz” teriminin uzunca bir süre literatürde olmaması yorumbilgisel adaletsizlikten kaynaklıdır.
Tanığa adaletsizlik gibi epistemik adaletsizlikler kişiye olan güven dengesizliğinden kaynaklanırken yorumbilgisel adaletsizlik gibi bazı diğer epistemik adaletsizlikler ise yorumsal dayanaklardan dolayı kaynaklanır ancak Astell’in keşfettiği adaletsizlik, tanığa ya da yorumbilgisel adaletsizlik değildi. Astell’e göre sorun, diğer insanların kadınları sırf kadın oldukları için ciddiye almamaları değildi, sorun “kötü gelenek” diye adlandırdığı kadınların kendi güvenilirliklerini baltalamaları idi. Ve bunun sebebi de bu kötü gelenekleri anlamak için gerekli kaynakların var olmamaları değil, bu kaynakların kadınlar tarafından ulaşılamaz bir konumda olması.
Yeni bir iş yerine ya da bir yere ilk defa seyahat ettiğiniz bir zamanı düşünün. İnsanlar büyük ihtimalle orada daha farklı davranırlar. Belki de bu yeni insanlar sizin için yeni olan birtakım inançlara, düşüncelere ve normlara sahipler. Bu tarz düşüncelere ve normlara sahip oldukları için bu grup içindeki bütün sosyal etkileşimlerin temelini de bu düşünceler ve normlar oluşturuyor yani bu grubun bir şeylere bakış açısı tamamen bu düşünceler tarafından şekillendiriliyor ve davranışları da aynı şekilde açıklanıyor.
Açıklamalar, yaşamak ve dünyayı anlamak için can alıcı bir öneme sahiplerdir. MIT’ta felsefe profesörü olan Sally Haslanger’in belirttiği üzere olayların altında yatan belirli sosyal yapıları hesaba katamayan açıklamalar fazlasıyla kifayetsiz kalıyor. Haslanger’in örneklerinden biri, kadınların erkeklerden az maaş aldığı ve çocuk bakımının fazlasıyla pahalı olduğu bir dünyada yeni babaların, yeni annelere oranla neden daha çok iş sahibi olduklarını açıklıyor.
Haslanger gibi Astell de arkaplanda kalan sosyal yapıların davranışları açıkladığının farkındaydı. Ama, Haslanger’in aksine, Astell daha çok neden sosyal yapıların, veya kendi deyimiyle gelenek haline gelen değerlerin, inançların ve normların, bozulduğuna odaklandı.
Astelle’e göre bir gelenek eğer bizi Tanrı’nın tasarladığı gibi entelektüel kapasitemizi geliştirmekten alıkoyarsa kötüdür. Entelektüel kapasitemizi geliştirmemizin en iyi yolu eğitimden geçer ama Astell’in yaşadığı zamanda kadınlar resmi bir eğitim almıyordu; bu uygulama bile kendi içerisinde kötü bir geleneğin parçasıydı. Kötü gelenek, kadınlara Tanrı tarafından bahşedilen doğalarına, yani düzgün düşünme yetenekleriene, zarar verdiği için problem oluşturuyordu. Bu eğitim sistemi, kadınların eğitim alamadığı için düşünme şekillerine kısmen zarar veriyordu çünkü bilgiden mahrum kalıyorlardı ama kötü gelenek aynı zamanda düşünme sürecini de yozlaştırıyordu. Bunu da bütün dünya görüşünüzü, lekeli camlardan izleyerek edindiğiniz ve dolayısıyla yanlış olan bilgilere sahip olmanıza sebep olan ön yargıları yaratarak yapıyordu. Bundan daha da endişelendirici olan ise ön yargıların alışılmış bir hale gelmeleri, bu yüzden de ne kadar ön yargılı şekilde düşünürseniz dünyayı farklı şekilde görmeniz de o kadar zor oluyor. Bu etki gruplarda çok daha güçlü bir hale geliyor çünkü grupta sizin daha açık, veya en azından daha farklı, görmenize yardımcı olacak kimse olmuyor.
Astell’in özellikle ilgilendiği bir ön yargı ise Alice Sowaal’ın 2007 yılında “Kadınların Kusurlu Doğası Ön Yargısı” dediği ve kadınların hem entelektüel anlamda hem de ahlaki anlamda erkeklerden aşağı seviyede görüldüğü ön yargıdır. Bu düşünce ise kadınların sadece çekici oldukları için değerli bulunduğu 17. yüzyıl egemen düşünce sistemine oldukça uygundur. Eğer insanlar dünyaya “Kadınların Kusurlu Doğası Ön Yargısı” camının arkasından bakıyorsa kadınların yetersiz düşünmeleri hiç de şaşılacak bir şey değildir. Ve eğer bir kadına sadece görünüşünün önemli olduğu söyleniyorsa neden bütün enerjisini o yönde harcamasın ki?
İnsanların sizi sevmesini istemek oldukça insani bir davranıştır ama 17. yüzyıl kadınları bilgiden ve açık düşünebilme yetisinden mahrum bırakıldıkları için bütün zamanlarını ve enerjilerini görünüşlerine harcamak, başkaları tarafından değer görmenin en iyi yolu gibi görünüyordu. Bu onları daha da az özgür hale getirdi. Astell’e göre ne kadar kendi değerlerimize ve seçimlerimize kendimiz karar verebiliyorsak o kadar özgürüz. Bu kötü geleneğin tıpkı kadınların düşüncelerini sınırladığı gibi aynı zamanda değer görme isteklerini karşılayabilmek için yapabileceklerini de sınırlandırdı.
Astell kötü gelenekleri reddediyor çünkü sırf bir durum şu anki halinde diye öyle olması gerektiği anlamına gelmiyor; yani kötü gelenekler kadınları ikinci sınıf insan konumuna itiyor ama bu, toplumun böyle olması gerektiği anlamına gelmiyor. Bazıları İncil’i kaynak gösterip Tanrı’nın dediği buymuş gibi bir argüman sunarak bu kötü gelenekleri meşrulaştırmaya çalışabilirler. 1700 yılında yazdığı Some Reflections Upon Marriage (Evlilik Üzerine Bazı Düşünceler) kitabında Astell, böyle argümanların fazlasıyla seçici davrandığını vurgulamıştır:
Yazı’nın da (İncil’in de) belirttiği gibi hem kadınların erkeklere itaat etmesi hem de erkeklerin saçlarını uzatmaması doğanın bir kanunudur. O halde nasıl olur da Hristiyan bir millet hem doğanın kanuna karşı gelen hem de Bir havarinin yasakladığı ve insanlığın utanç kaynağı olarak nitelediği biçimlere (yani erkeklerin saç uzatmasına) izin verir? Peki ya eğer gelenek şu ya da bu meselede değişik bir iddia öne sürerse bu meselelerin mantığı ve doğası ne hale gelir?
Astell’e göre İncil’in erkeklerin saçını uzatmaması ile ilgili söyledikleri kadınların kesin itaati ile ilgili söylediklerinden çok daha fazladır. Astell burada biraz kurnazca şöyle diyor: eğer erkekler Tanrı’nın isteklerine karşı gelerek saç uzatabiliyorlarsa ya da İncil’de söylenileni cımbızla seçebiliyorlarsa işte o zaman İncil, kötü geleneklerin haklılığını savunan bir ispat olamaz. Eğer İncil’in bazı talepleri hoşgörülüp yok sayılabiliyorsa o zaman neden diğer taleplere de aynı şey yapılamasın?
Kötü geleneklerin bu şekilde açıklanması oldukça faydalıdır çünkü arkaplanda kalan sosyal fenomenlerin insanların davranışlarını ve düşüncelerini nasıl açıkladığına ışık tutmuştur. Bu etkiyi kadınlara uygulamak onların entelektüel kapasitelerine zarar verir çünkü kötü gelenek, Kadınların Kusurlu Doğası Ön Yargısı’nı kalıcılaştırıp kadınların dünyayı yorumlama yolunu da şekillendiriyor ve, dolayısıyla da, kadınların sadece ne düşünebileceklerini değil, aynı zamanda nasıl düşünebildiklerini de önceden belirliyor. Kötü gelenekten dolayı eğer kendisinden “daha çok entelektüel yeteneği” olan biri (yani bir erkek), bir kadına hatalı olduğunu söylerse bu kadının kendi bilgisine bile güvenmesini fazlasıyla zorlaştırıyor.
Astell aynı zamanda kötü gelenekler gibi sosyal yapıların epistemik adaletsizliğin içselleşmesine nasıl yol açtığını gösteriyor; kadınların kendi doğalarından gelen entelektüel yetersizlikler bulunduğu fikrini içselleştirmelerini ve bu yüzden de kendilerine yapılan baskıya dahil olarak kendi kendilerine baskı yapmaya başladıklarını da açıklıyor. Bütün bunlar da tıpkı gaslighting (birisinin başka birisini manipüle ederek çoğunlukla yalan olan bir gerçekliği kabul ettirdiği bir tür psikolojik istismar) gibi bir sonuca varıyor. Çünkü bizler diğer insanlara güvenmeye meyilliyiz ancak gaslighting, bir insanın neyin gerçek ve doğru olup olmadığına ve neyi bilip bilmediğine dair sahip olduğu bütün fikirlerin temelini sarsar.
Astell’in bu düşünceleri, Haslanger’in sosyal yapı açıklamaları gibi 21. yüzyıl düşüncelerini öngörüyor ve sosyal yapıların ne kadar sinsi olabileceğini gösteriyor. Astell’in kendi hayat çalışmalarının da ispatladığı üzere eğer günümüzdeki benzer şekilde zararlı olan fenomenleri anlayabilirsek belki o zaman bu fenomenleri yenebiliriz.
Allauren Samantha Forbes – “A woman philosopher calls out misogyny in the 17th century” (Erişim Tarihi: 18.05.2020), Kaynak Linki: https://aeon.co/ideas/a-woman-philosopher-calls-out-misogyny-in-the-17th-century
Çevirmen: Çağan Fırtına
Çeviri Editörü: Berk Celayir
Gerçekten de, kendimizi yükseltmeye ve içinde bulunduğumuz çamurdan çıkarmaya çabalarken yolumuza çıkan, kadınlara karşı birtakım önyargılar taşıyan insanların görüşlerinin bizi böylesine etkileyip, bu görüşleri, zaten içimizde yer etmiş özgüvensizlikle içselleştirip, ilerleyişimize içten bir zincir vurmamıza sebep oluşunu çok güzel açıklamış Astell.