- Yazar: Jennifer Nagel
- Çevirmen: Ebubekir Demir
- Editör: Devrim Çetinkasap
- Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
- ISBN: 9786254298936
- Son Basım Tarihi: Ekim 2204
- Sayfa Sayısı: 152
- Satın Alma Bağlantısı: Amazon
İncelemeye Başlamadan Önce
Bilgi mefhumu günümüzde hiç olmadığı kadar tartışmalı bir hal aldı. Bilhassa dijital bilgi kavramı, epistemik manzaramızın giderek daha da kirlenmesi yolunda suistimal edildi. Bilgi, seçmen tercihlerini etkilemekten bilim karşıtı inançların yayılımına dek çok geniş bir skalada tümüyle (araçsal değeri dahi yok sayılabilecek kadar) araçsallaştırıldı. Bilginin içini boşaltarak onu içsel bir değeri daha bulunmayan bir amaç için araç kılmaya indirgeme projesinin kendisi elbette bir tür komplo olarak görülmemeli, bu bir anlamda çağımızın manzarasına işaret ediyor. Nihayetinde bilginin araçsallaştırılmasının kapitalizm ve modernizm ile de derinden bir bağı olduğunu söylemek mümkün. Bilginin toplumsallığına dair bu krizden evvel bilginin analizi ve tanımına dair bir kriz kendini göstermişti. Bilgi, dünyanın bir parçasıdır ve dünyada krizler olurken bilgi perspektifimizde kriz olmamasını beklemek tuhaf olurdu.
Bilginin hem tanımsal hem de toplumsal durumuna dair kriz karşısında çağdaş epistemologlar birçok farklı teori ortaya atarak içinde bulunduğumuz durumu epistemik olarak tahlil etmeye çalışmışlardır. Tanımsal krize dair bilhassa Gettier’in 1963 yılında yayınladığı o ünlü makalesinden bu yana, birçok farklı epistemoloji yaklaşım doğmuştur. Toplumsal krize dair ise Goldman ve Fuller gibi isimler sosyal epistemolojinin yolunu açmıştır. Bu gelişmelerin kesişim noktasında işin içine erdem epistemolojisi dahil olmuştur: Çünkü belki de sorun, bilgi ile etik arasındaki unutulan bağı tekrar tesis etme yoluyla çözülebilir.
Birkaç adım geriye giderek daha mikro düzeyde meseleler üzerine düşünelim. Erdem epistemolojisi aşağıdaki ciddi soruların tümüne bir şekilde yanıt verme iddiasındadır:
- Doğru inancı, bilgiden daha değerli kılan şey nedir?
- Bir tartışmaya girdiğiniz karşı taraf bağımsız ve açık delillere rağmen niçin ikna olmaz?
- Bir YouTube kanalı nasıl olur da insanlar için güvenilir bir epistemik kaynak olarak görülür?
- Wikipedia’dan ödev yapılır mı?
- Akademik çalışmalarda intihal yapmak niçin epistemik bir kusurdur?
- Bilimsel bir çalışmanın taşıması gereken teorik erdemler nelerdir?
- Araştırma yaparken Google’ın ilk sayfasında mı yoksa on beşinci sayfasında mı durmalıyım?
- Epistemik bir tartışmada insanlar sahip oldukları kimlikten ötürü adaletsizliğe uğrar mı?
- Radikalizm ile inanç arasında nasıl bir ilişki vardır?
Bu soruları elbette yalnızca erdem epistemologları incelemiyor, çağdaş epistemologların çoğu bir şekilde güvenilir yaklaşımlar ve teoriler bulma peşinde uzun zamandır. Elimizdeki bu kitap bir dereceye kadar bu çabaların kökenine inme motivasyonuyla da hareket ederek çağdaş epistemolojinin verimli bir izleğini sunuyor.
Kitap Analizi
Bilgi edinilir, kullanılır, unutulur, bastırılır, inşa edilir veya keşfedebilir. Bu açıdan özne ile bilgi arasında zorunlu bir ilişki vardır, ifade ettiğimiz tüm bu fiillerin gizli bir öznesi olmak zorundadır. Bu durum, kitabın üçüncü sayfasında şöyle ifade ediliyor:
… Herhangi bir özneye bağlı olmaksızın boşlukta salınan bir bilgiden söz edemeyiz.
Diğer yandan bilgi bir tür statü işaretidir ve güç ile birlikte düşünülebilir. Bilgiye sahip olmak adına fonlar ayrılır ve kurumlar inşa edilir. Bilgi saklanır ve belirli amaçlar doğrultusunda daha ileriye taşınır.
Ancak bilgi dediğimizde aklımızda ilk uyanan şeylerden biri onun olgusallığı yani gerçekliğe temas etmesi, gerçeklikle bağı olması, gerçekliğe denk düşmesi veya ona işaret etmesidir. Şayet “Tufan karşımdaki duvarın beyaz olduğunu biliyor ama duvar beyaz değil.” deseniz bu, epey yanlış görünürdü. Bilgi, bir önermenin işaret ettiği nesneye uygunluğu ile ilişkilidir ve çoğu zaman olgusal bir içeriğe sahiptir. Bilgi iddialarının veya önermelerin bu bağlamda doğruluk yapıcıları (İng: “truthmaker”) vardır, duvarın beyaz olduğu bilgisinin doğruluk yapıcısı gerçekten de beyaz bir duvar olmasıdır. Beyaz bir duvar olmaksızın “Karşımda beyaz bir duvar vardır” bilgisi doğru olamazdı.
Bilgi çoğu zaman gerekçelendirme ile birlikte bulunur. Bir şeyi bildiğimizi iddia ettiğimizde, elimizde bu iddiayı destekleyen deliller, gerekçeler veya güvenilir süreçlere dayalı izlenimler olduğunu söylemek istiyoruzdur aslında. İnsanlar delillere, gerekçelere veya güvenilir süreçlere dayanmayan bilgi iddialarının doğru olmadığı konusunda güçlü sezgilere sahiptir. Sırf duygusal bir arzu veya şans söz konusu ise, ilgili iddianın doğru bilgi olma noktasından uzaklaştığını çoğu kişi fark eder: Çünkü bir şeyi sizin arzuluyor olmanız onun gerçekliğinde değişime neden olamaz ve şans güvenilir bir epistemik sürece dahil olamaz.
Kuşkuculuğun Bir Sınırı Var mı?
Her ne kadar kuşkuculuğun kökeni Antik Yunan’daki belirli filozoflara kadar uzansa da bu meseleyi en iyi şekilde Chuang-Tzu’nun şu cümlesi özetler:
Acaba ben rüyasında kelebek olan bir insan mıyım, yoksa şimdi rüya görüp kendini insan sanan bir kelebek mi?
Kuşkuculuk, en kaba haliyle, kişinin doğruluk değeri bulunan iddialardan ve nihai gerçeklerin öne sürülmesinden kaçınması gerektiğini savunur. Fakat bu, hakikat diye bir şeyin bulunmadığını savunmakla aynı şey değildir, çünkü bu doğruluk değeri olan bir şeyi veya bir hakikati savunmak olurdu. Kuşkucular en yalın ifadeyle insan bilgisinde kesinlik seviyesinde bir bilginin bulunmadığını savunurlar.
Antik Yunan felsefesinde iki tür kuşkucu grup vardı: Akademik kuşkucular denilen grup bilginin var olmasının imkansız olduğunu iddia ederken Pyrrhoncu kuşkucular hiçbir sonuca ulaşmayı amaçlamaksızın bilginin imkanı sorusu da dahil olmak üzere tüm yargılarımızı askıya almamız gerektiğini söylerdi (s.14).
Kuşkuculuk pratik dünya söz konusu olduğunda epey tuhaf bir hal alır. “Her gün su tüketmem gerekir” türünden bir bilgiye dair yargılarımızı askıya almalı mıyız veya bu bilginin doğruluğundan emin olmamız imkansız mı? Fakat belki de aslında antik filozofların üstüne düşündükleri bu türden bir şey değil de gerçekliğin doğası veya teorik bilgiye dair iddialarla ilişkiliydi. Açlık ve susuzluk içgüdüsel olarak zaten doyurmak isteyeceğimiz ve üzerine derinlemesine düşünmemize gerek olmayan şeyler olabilir fakat varlık sahasındaki çoğu entelektüel soruşturma böyle değildir.

Kitapta, kuşkuculuğa karşı Descartes’ın argümanı, Moore’un Elleri argümanı, Russell’ın itirazı, Putnam’ın Semantik Dışsalcılığı, Timothy Williamson’ın aşırıya kaçan niyet eleştirisi ve Chalmers’ın yaklaşımı özetleniyor. Biz bunlardan Moore’un elleri argümanına bakalım.
Moore’un Elleri Argümanı
Kuşkuculuğa dair ciddi itirazlardan biri ünlü analitik filozof G. E. Moore’un adıyla bilinir. Moore, sağduyu (İng: “common sense”) anlayışına dayalı yaklaşımını şöyle özetliyor ve dış dünya kuşkuculuğuna karşı çıkıyordu:
Bakın işte bir elim var, işte bu da diğer elim; demek ki bir gerçekliğin içindeyiz ve iki elim burada! Sizce havada duran iki elim olduğundan mı şüphe etmeliyiz yoksa bu dünyanın bir simülasyon olduğundan mı?
Şimdi gelin, buradaki öncülleri bir gözden geçirelim:
- Öncül 1: Simülasyonda olmadığımı bilmiyorum.
- Öncül 2: Simülasyonda olmadığımı bilmiyorsam, iki adet insan eline sahip olduğumu da bilmiyorum.
- Sonuç: İki insan eline sahip olduğumu bilmiyorum.
Moore’a göre burada ulaştığımız sonuç güvenilir ve sağduyusal değildir. Bir simülasyonda olup olmadığımızdan şüphe etmemiz bizi iki insan eline sahip olduğumdan bile şüphe eder bir hala getirdi. İyi ama iki insan eline sahip olup olmadığımıza dair kimden kanıt isteyeceğiz? Kanıt sunma ve görüşünü delillendirme önceliği ilk olarak kimdedir; sağduyucu Moore’da mı yoksa şüpheci de mi? Argümanı ters yüz edelim:
- Öncül 1: İki insan eline sahip olduğumu biliyorum.
- Öncül 2: Simülasyonda olmadığımı bilmiyorsam, iki insan eline sahip olduğumu da bilmiyorum.
- Sonuç: Simülasyonda olmadığımı biliyorum.
Bu ters yüz edilmiş argüman kuşkucu karşı tarafta, argümanın sonucunu zaten öncüllere dâhil ediyormuşuz gibi görünür. Zaten ulaşılan sonuçtan memnun olmayan bir kuşkucuyu, sonucu öncülde varsayarak ikna edemezsiniz. Tartışma “Şeyler size P gibi görünüyor.” önermesindeki P gibi görünmenin epistemik ölçütü ve doğruluk koşuluyla ilişkilidir. Kuşkucu güvenilir bir ölçüt veya doğruluk koşulu olmadığı konusunda ısrarcıyken Moore’cular “Şeyler gerçekten de P gibidir.” sonucunda sağduyusal olarak ulaşacağımızı iddia ediyor.
Rasyonalizm vs Ampirizm
Kuşkuculuk, bilebileceklerimizin sınırı ile ilgiliyken felsefe tarihindeki bir diğer tartışma bilgilerimizin kaynağı ve araçları ile ilgiliydi.
Bu aynı zamanda bilgi felsefesindeki en temel ayrımlardan birine de denk düşüyor; yani bilgiyi, duyu verisi ve deneye dayanıp dayanmadığına göre sınıflandırılmaya. Bu sınıflandırma bizi a priori ve a posteriori bilgi ayrımına götürmektedir:
- A önermesi: “Tüm cisimler yer kaplar.”
- B önermesi: “Dünya, kendi etrafında döner.”
Yukarıda doğru olduğunu bildiğimiz iki önerme mevcut. Ancak, doğru olduklarını bilmemize sebep olan şey nedir? A önermesinin doğru olduğunu bir deneyime başvurmaksızın, aksini düşünmenin mümkün olmaması nedeniyle öne sürüyoruz. B önermesi ise aksi yönde bir deneyim ve duyu tecrübesi olmadığı için ve elimizdeki duyu tecrübeleriyle sağlam bir biçimde desteklendiği için doğrudur diyoruz. A önermesi a priori şekilde, B önermesi de a posteriori şekilde ulaşılan bilgiye örnektir. A priori bilgi terimi deneye dayanmayan, deneyden önce gelen ya da ondan bağımsız olarak ulaşılan bilgi için kullanılır. Örneğin şu önerme de a priori olarak doğrudur: “Bir cisim aynı anda birden çok yerde bulunamaz.”
A priori olarak doğru olduklarına ulaştığımız önermelerin şunları kapsadığı düşünülmüştür: Çıkarım kuralları, aksiyomlar, mantık, matematik, olasılık ilkeleri. Rasyonalistler adındaki grup bu türden bilgi kaynaklarının zihnimizde a priori olarak bulunduğunu iddia eder. Diğer yandan, a posteriori doğru önermelerin ise deneye ve duyu verilerine dayanan önermesel bilgiler olduğu ifade edilir. “Güneş doğudan doğar.” veya “Dünya yuvarlaktır.” gibi önermeler, bu bilgi sınıflandırmasına örnek olarak verilebilir ve Ampriristler bu türden a posteriori bilgilerin yanı sıra aslında a priori bilgilerin de deneyimle elde edildiğini iddia ederler (s. 45).
Bu sınıflandırmaya dayalı argümanlar uzun bir süre epistemologları meşgul etmiştir. Öyle ki bugün dahi içselciler ve dışsalcılar yaklaşık olarak buna benzer bir tartışma içerisindedir.
Bilginin Analizi
Bilginin üç parçası olduğu düşünülmüştür: Doğruluk, inanç ve gerekçelendirme. İlk olarak, doğru olmayan şeyleri bilemeyiz, bilgi önermenin nesnesine uygunluk sergilemesi anlamında doğruluk ile alakalıdır. Doğruluk bu bağlamda, bilginin nesnel olan yanına işaret eder. Diğer yandan, bildiğimiz şeyleri kabul etmiyor olamayız, bilgi, onu bilenin kabul etmesi anlamında inanç ile alakalıdır. İnanç bu bağlamda, bilginin öznel olan yanına işaret eder.
Peki doğru inanç ile bilgi arasındaki farkı nasıl açıklayacağız? Bilgi salt doğru inanç mıdır? Örneğin, şans eseri bozuk saatimiz tam da biz baktığımız anda doğru saati gösteriyorsa, bu doğru inanç bilgi sayılır mı? Şans faktörü rasyonelliği, delillerin epistemik statüsünü ve doğru nedensel süreçleri dışlar. Platon’un da işaret ettiği üzere doğru inanca bir şey ilave etmeliyiz ki, o bilgiye dönsün. İşte çoğu felsefeci için ilave etmemiz gereken bu şey, gerekçelendirmedir. Gerekçelendirme, duyu verileri, ampirik deliller, güvenilir nedensel süreçler ve hafıza olabilir. O halde bilgi; “gerekçelendirilmiş doğru inanç” olmalıdır.
Fakat öyle görülüyor ki bu üç parçalı bilgi tanımı da (gerekçelendirme, doğruluk ve inanç) şans faktörünü dışlayamama konusunda iki parçalı tanımı (doğruluk ve inanç) gibi başarısız. Bunu ilan edenlerden biri 1963 yılında yazdığı “Gerekçelendirilmiş Doğru İnanç Bilgi midir?” adlı ünlü makalesi ile Edmund Gettier’di. Gettier sonrası epistemologlar içselciler ve dışsalcılar denen iki kampa bölünerek 1970’lerden 2000’lere dek bilginin tanımı, analizi ve doğası ile meşgul oldular: Var olan bilgi tanımımız ya eksik ya fazla ya da yanlıştı ama kesinlikle doğru değildi. Bu 30 yıllık tartışmalarda ulaşılan sonuçlara göre bilgi;
- doğru inançtır,
- gerekçelendirilmiş doğru inançtır,
- gerekçelendirilmiş doğru inanç + 4. koşul olarak …….. (erdem, teminat, güvenilir süreçler, nedensel süreçler, doğruluğu takip etme vesaire)’dir.
İçselciler ve Dışsalcılar
İçselciler zihne içkin süreçlerin bilgi tanımımızdaki şans faktörünü dışlamak için yeterli olduğunu iddia ediyordu. Onlara göre, bildiğimiz şeyin farkında olmalıydık ve bildiğimiz şey bizim için erişilebilir olmalıydı. Bu yaklaşıma göre epistemik gerekçelendirmeye zihne ait durumlar ve özellikler katkı sunar; gerekçelendirmedeki teminat şartının bilişsel olarak doğru inanca sahip kişinin zihninde (yani o kişiye ‘içsel’ koşullarda) hazır olarak bulunur. İçselcilik sık sık a priori bilgiye ve rasyonalistlerin felsefe tarihindeki argümanlarına benzer iddialara başvurmuşlardır (s. 68)
Dışsalcılar sözünü ettiğimiz zihne ait durum ve özellikleri, zihnin kendi iç mekanizmasının bizi yanıltabilmesi sebebiyle ret ederek zihinlerimize içsel olan çeşitli özellikleri dördüncü koşulu sağlayan unsurlar arasında kabul etmezler. Dışsalcılığın, ılımlı dışsalcılık (Goldman) ve radikal dışsalcılık (Quine, Rorty) olarak iki ana formülasyonu mevcuttur. Bunlardan ilki, gerekçelendirmenin inançların doğru bir şekilde nedensel olarak birbirine bağlanması ile oluştuğunu savunur. Bu görüşe, süreç/tarihsel güvenilircilik denmektedir. Gettier örneklerinde bahsettiğimiz gibi, öznenin inançları dış dünya ile nedensel ve doğru bir bağlantı kurarak gerekçelendirilebiliyorsa, bu doğru inançlar bilgi oluşturabilirler. Radikal dışsalcılık biçimi daha sonra doğallaştırılmış epistemoloji olarak anılacaktır.
Dışsalcılık dışsal faktörlere vurgu yaparak içselciliğin iddia ettiği farklındalık ve erişime açık olmanın önemli olduğunu ama tek başlarına yeterli olmadığını ve bizi zorunlu olarak bilgiye götürmediğini iddia eder. Yani onlara göre bilgilerimizin doğruluğundan emin olmamızı sağlayan unsurların ‘tamamı’ kişinin zihninde hazır bulunmaz. Dışsalcılar inançlarımızın güvenilir algısal veya nedensel süreçlerin veya olumsal durumların takip edilmesiyle ortaya koyulacağını düşünmüşlerdir. Bu dışsalcı teoriler grubu, “Nedensel Bilgi Teorisi”, “Doğruluğu Takip Teorisi” veya “Güvenilircilik” olarak anılmıştır.
Tanıklığa Başvurma
Bilgilerimizin önemli bir kısmı aslında tanıklık yoluyla elde edilir. Öğretmenimiz, arkadaşlarımız, gazeteler ve sosyal medya veya resmi kurumlar bize bilgileri beyan ederler. Hatta öyle ki bazen mahkemeler kurarak beyan yoluyla bilgiyi tanıklığa dönüştürürüz. Fakat kimi filozoflar tanıklığa dayalı bilginin yalnızca bilgi sağlama aracı olmadığını, aynı zamanda bunu kendi özgü bir tarzda da yaptığını düşünüyor (s. 82) Tanıklığa dayalı bilgiler aynı zamanda tüm tarihsel bilgilerimizin de tek ortaya çıkış yoludur gibi duruyor. Tanıklığın epistemik güvenilirliğine dair Locke’un sunduğu bir ölçütler listesi vardır:
- Tanıkların sayısı,
- Dürüstlükleri,
- Yetenekleri,
- Hangi amaçla bilgiyi naklettikleri,
- Nakledilen şeyin içsel tutarlılığı ve bunu işitme koşullarımız,
- Aksi yönde bir tanıklığın bulunup bulunmaması.
Bu listeden yüksek puan alan bir tanıklığa dayalı bilgiye güvenmemiz epey makul olabilir (s.84). Fakat tanıklığa dayalı bilgilerin hepsi güvenilir değildir, kimileri doğası gereği yanlıştır, kimileri çarpıtma ve propaganda içerir kimileri ise bize ulaşırken yolda hatalı bir hal alır. Çağdaş tanıklık kuramcılarının önde gelenlerinden olan Jennifer Lackey, tanıklığa dayalı bilgi üzerine bilgiyi bilen birinden alma koşuluna dair “insan zinciri” imgesine başvurur (s.92):
Size bir kova dolusu su verebilmem için, verecek dolu bir kova suyum olması gerek. Dahası size bir kova dolusu su verirsem değiş tokuşumuzun sonucu olarak -dökülenler bir kenara- şu anda sahip olduğunuz kova su dolu olacaktır. Buradaki “dökülmeler” ne söylediğimi tam duyamadığınız veya birinin size art niyetli iflah olmaz bir yalancı olduğumu söylemesi ve bu sebeple benden şüphe etmeniz gibi durumları içerebilir. Doğrudan tanıklığın hem klasik hem de çağdaş versiyonlarında, söylenenlerin doğruluğuna dair şüpheleriniz varsa konuşan kişi bilgiye sahip olsa ve şüpheleriniz mantıksız olsa bile, tanıklık yoluyla bilgi edinme mümkün olmayabilir.
Tanıklık meselesi bizi sosyal epistemoloji tartışmalarına bağlamaktadır. Hepimiz bir şekilde en azından bir epistemik topluluğun üyesiyizdir. İçinde bulunduğumuz bu epistemik topluluğun manevraları, motivasyonları veya başka türden davranış modelleri ile kendi epistemik yaşantımızda bir dizi pozisyon değişimi olur. Bunun örneklerini holigan bir taraftar topluluğunun mensubu olarak, bir partinin gençlik kolları üyesi olarak, bir şirketin çalışanı olarak veya bazen ise bir ailenin üyesi olarak deneyimlemek mümkün.
Dünyaya gözlerimizi açtığımızdan beri, belli bir kültür veya dünya görüşünün üyesi olmanın yanı sıra belli bir epistemik topluluğun da üyesi oluruz. Buradaki sorun şu ki, epistemik topluluklar yönlendirilmeye açıktır, topluluk ilişki içinde olduğu epistemik kaynaklardan (X, Instagram, Facebook vb) yanlış bilgiler edindiğinde bunu tanıklık yoluyla yayabilir ve bu da yanlış dünya görüşlerinin oluşmasına neden olabilir. Peki yanlış inançların epistemik topluluklarda dolaşımını engellemek adına epistemik otoriteler bize yardımcı olabilir mi?
Epsitemik Otorite
Gelin şu önermeleri inceleyelim:
- Önerme 1: “S, T tarafından G alanında doğruluk iddiasıyla bildirilen her önermeyi prensipte tanırsa o zaman T, S için G alanında epistemik bir otoriteye sahiptir.”
- Önerme 2: “Her insan en azından bir alanda diğer insanlar için epistemik otorite olabilir.”
Eğer iki önerme de doğruysa; diş doktoru Bahar diş ağrısı konusunda, matematik öğretmeni Osman matematik sorularında, lokmacı Ayşe lokma yapımı konusunda ya da Celal Şengör jeoloji konusunda epistemik otorite olarak görülebilir.
Peki epistemik otoriteyi nasıl tanırız? Bir epistemik otoritenin şu türden özellikleri, yetenekleri veya eğilimleri vardır:
- Kapsamlı/özelleşmiş eğitim ve deneyime sahip olma,
- Doğru veya yardımsever bir performans geçmişine sahip olma,
- Yüksek mesleki itibara veya yeterlilik belgelerine sahip olma,
- Yayınlar veya ödüller gibi mesleki başarı emarelerine sahip olma,
- Kendi alanları hakkında kolayca ve güvenle konuşabilme.
Fakat epistemik otoriteler bizi yanlış inançlardan korumak adına güvenilir bir tanıklık/beyan sunamayabilirler. Çünkü epistemik otoriteler,
- Görüşlerini bazen değiştirirler.
- Sınırlarını bazen aşarlar.
- Birbirleriyle bazen fikir ayrılığındadırlar.
Ayrıca; doğrudan biz, epistemik otoriteye bazen direniriz. Epistemik otoriteyi kim doğru bilgilendirecek sorusu da gündemdedir.
Bağlama Odaklanmak
Belki de bilgiyi alçak ve yüksek standartlara göre değişebilen bağlamlara göre kavramalıyız. Bilgi, bağlama duyarlı olabilir. Örneğin dış dünyanın gerçekliği söz konusu olduğunda, gündelik hayattaki düşük epistemik standartlarımıza göre “bir şeyi biliyor” olabiliriz, fakat kuşkucunun sahip olduğu yüksek epistemik standartlarımıza göre “bilmiyor” olmalıyızdır. Bu epistemolojik yaklaşım bilgi kavramının kendisinden çok bilgi atıfları üzerinde durur ve bağlamlara odaklanır.
Fakat tüm önermesel iddialarımız gerçekten de bağlamsal veya bağlama duyarlı mıdır? Örneğin Tanrı’nın varlığının bağlamsal olduğunu iddia eder miydiniz? Kimileri bunun yüksek standartta bir bağlama duyarlılık içerdiğini iddia eder ama düşük standartlara göre de bağlama duyarlı olabilir bu mesele. Kimileri için “Musa’nın uzun boylu olması” bağlamsal olabilir, yani kısa boylulara göre bu doğru iken uzun boylulara göre bu doğru olmayabilir ancak sol kolunuzda saat olması da bağlamsal mıdır? Düşük standartlar söz konusu olduğunda sol kolunuzda saat olduğunu biliyorken yüksek standartlar söz konusu olduğunda (kuşkuculuk) bunu bilmiyorsanız bu epistemik olarak tatmin edici midir? Kimileri bağlamcılığın bizi nihayetinde kuşkuculuğa götüreceğini iddia edebilir (s.106).
Bilmeyi Bilmek
Belki de en başından beri gözlerimizi bilişsel bilimlere, duyu verilerini anlamlandırmaya dair davranışsal psikoloji çalışmalarına ve deneysel felsefe denilen disipline çevirmeliydik. Örneğin yazımızın başında şans faktörü ile ilgili bilgi tanımı tartışmalarındaki Gettierci itirazları düşünün. Acaba Gettier örnekleri, yani şans faktörünün bilgi tanımımızdaki etkisine dair farklı kültürlerdeki ve cinsiyetteki insanlar veya felsefeciler aynı epistemik sezgiye mi sahip? (s.124) Bir çok açıdan dikkate değer bir mesele.
Bilgi, bir yönüyle sezgisel bir içeriğe sahiptir. Size “Mars’ın yüzeyinde yapılan seçimleri milliyetçiler kazandı” dersek, doğrudan sezgisel olarak bunun imkansız olduğunu ve yanlış bir iddia anlamına geldiğini söylersiniz. Bu uç bir örnek gibi görünebilir ama sandığımızdan daha geniş bir çeperdeki inançlarımızı çoğu zaman sezgilerimizle uyuşup uyuşmadığına göre kabul etmeye eğilimli oluruz. Sezgilerimiz hem biyolojik hem de çevresel içerimlere sahip olacağından ötürü hem içsel hem dışsal bir araştırma konusudur. Bu açıdan öznel ile nesnel, genetik ile çevresel, inanç ile doğruluk gibi ölçütleri de göz önüne alarak epistemik sezgiyi açıklamak için içselci ve dışsalcı teorileri tekrar başvururken çağdaş bilişsel bilimler ile deneysel felsefe gibi alanlardan da yardım alabiliriz.