Kripke’ye Göre A Posteriori Zorunlu Bilgi Nasıl Olanaklıdır? – Zeynep Vuslat Yekdaneh

/
3262 Okunma
Okunma süresi: 8 Dakika

Giriş

Adlandırma ve Zorunluluk adlı, sonradan kitaplaştırılan eserinde Kripke, özel adların gönderiminin nasıl olması gerektiğini ortaya koymakla birlikte; zorunluluk, a priorilik ve analitiklik kavramlarının bir incelemesini yapmıştır. Bu doğrultuda Kripke’nin kuramının dört ana hattı vardır: “Gönderim sorunu”, “katı belirleyicilik”, “olanaklı dünyalar” ve “özdeşlik”. Dolayısıyla o, bu dört hat bağlamında modalite tartışmasını sürdürmüştür. Metnin sınırları çerçevesinde gönderim sorununa değinilmeyecek ve modalite tartışması, geri kalan üç hat üzerinden ele alınacaktır. Bu nedenle bu yazımızda:

  • “Ad nasıl gönderim yapar?”,
  • “İki şeyin tüm olanaklı dünyalarda birbirine özdeş olması ne anlama gelmektedir ve bu nasıl mümkündür?”,
  • “Şu anda deneyimliyor olduğumuz dünyanın içinden bir özellik eksik veya fazla olduğu zaman nesnelerin bireyleşimi bakımından özdeşliği nasıl kurabiliriz?”,
  • “Özdeşliği sağlayan ölçütün adların gönderimi ile ilişkisi nedir?”,
  • “Zorunlu a priori ve olumsal a posteriori bilginin dışında farklı bir bilme biçimi olanaklı mıdır?”,
  • “Bilgiyi farklı biçimlerde kurabilmemizin olanağı nedir?” sorularına cevap aranacaktır.
Kripke’nin söz konusu kitabı Türkçeye Litera Yayıncılık tarafından çevrildi.

1. A priorilik ve Zorunluluk Kavramlarının Çözümlemesi

Kant’tan bu yana süregelen geleneksel a priorilik ve zorunluluk anlayışı, bu iki kavramın birbirinin yerine geçmesi bakımından ele alınmasını gerektirmektedir. Kripke ise bu noktaya itiraz ederek öncelikle, a priorilik fikrinin bir epistemoloji kavramı olduğunu dile getirir.[1] Bu bakımdan a priorilik ile zorunluluk farklı alanlara ait kavramlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Geleneksel yaklaşıma göre bir bilginin a priori olması, söz konusu bilginin deneyimin zemininde kurulmamasını ifade eder. Bu doğrultuda Kripke’ye göre sorulması gereken soru, “tikel bir kişi veya bilici, bir şeyi apriori mi bilir veya apriori delil temelinde, onun doğru olduğuna mı inanır?”[2] sorusudur.  Kripke’ye göre a priorilik fikriyle ilgili olarak bazı filozoflar, a priori bilinen bir şeyin deneyime dayalı olarak hiçbir zaman bilinemeyeceğini ileri sürerler. Öyle ki geleneksel kabule göre a priori; önsel, deneyim öncesi, deneyime yaslanma zorunluluğu olmayan olarak bilinir. Ancak Kripke’ye göre bu bir yanılgıdan ibarettir ve a priori bilinebilen bir şey deneyimin zemininde de kurulabilir. Dolayısıyla ‘apriori olarak bilinebilir’, ‘apriori olarak bilinmelidir’ anlamına gelmez.”[3]

Zorunluluk kavramının ise iki kullanım alanı da metafiziktir. Kripke’ye göre zorunluluk, olan olgu durumunun başka türlü olamaması anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle zorunluluk, olan olgu durumunun başka türlüsünü düşündüğümüzde çelişki ortaya çıkmayacak olan ölçüt anlamına gelmektedir. Bu doğrultuda Kripke, a priori ve zorunluluk kavramlarının birbirine denk olmadığını dile getirir.[4] Bu yaklaşım a priori ile zorunluluk kavramlarının beraber ele alınması kabulüne bir muhalefet içermektedir. Bir bilginin, a priori olduğu ama zorunlu olmadığı ya da zorunlu olduğu ama a priori olmadığı durumlara gelmeden önce belirtilmelidir ki bu yaklaşıma göre, ‘a priorilik’ ile ‘zorunluluk’ farklı kavramlardır. Buna örnek olarak Kripke, Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar’da verdiği ‘metre örneği’ni gösterir ve ‘X nesnesi t0 anında iki metre uzunluğundadır’ önermesinin zorunlu bir gerçeklik olup olmadığını sorar.[5] Metre, tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye işaret etmesi bakımından kesinlik taşır. Tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye işaret etmesinin nedeni ise ‘metre’ adıdır. Çünkü bu ad, Kripke’nin katı belirleyici dediği şeydir. Bunu biraz daha açacak olursak; Metrenin ‘metre’ olarak adlandırılması olumsaldır. Ancak metrenin işaret ettiği şeye ‘metre’ adını koyduktan sonra bu, bir ilişkiler bütününün saptanması ve katı bir biçimde gösterilmesiyle ilgilidir. Söz konusu ilişkilerin her aşaması da içinde bir zorunluluk taşımamaktadır, yani olumsaldır. Tam bu noktada olumsal derken neyi kast ettiğimizi açık hale getirelim: Olumsal; “eğer varsa, var olamayabilecek, var olmaması mümkün olmak, şartlı olmak, kendi başına zorunlu olmayarak başka bir şeye bağlı olmak” şeklinde tanımlanabilir. Ancak keskin tanım “var olmaması mümkün olan, farklı şekilde var olabilen” anlamındadır. Bu metin boyunca da bu kesin anlamı kullanmaktayız. Bu bağlamda ‘metre’ adı, katı belirleyici olması bakımından tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye işaret etmektedir. Metrenin tanımı ise gönderimi sabitlemek için kullanılır.[6] Bu bağlamda gönderimi sabitlemeye yönelik olarak ad verme ve bu adı kullanma arasında bir nedensel iletişim zinciri gerekmektedir.

Saul Kripke (1940-…)

Peki, bunlar ‘X nesnesi t0 anında iki metre uzunluğundadır’ önermesinin zorunlu olması için yeterli neden sağlar mı? Kripke’ye göre bu sorunun yanıtı olumsuzdur. Çünkü “Biz ‘bir metre’ öbeğinin göndergesini ‘bir metre’nin aslında z0’da Ç çubuğunun uzunluğu olan uzunluğun katı belirleyicisi olduğunu koşul altına alarak belirlemiş oluyoruz. Dolayısıyla bu, Ç’nin z0’da bir metre uzunluğunda olmasını zorunlu bir gerçeklik yapmaz.”[7] Başka bir ifadeyle X nesnesi, belirli şartlar altında iki metre olmayabilirdi. Nitekim X nesnesinin uzunluğuna iki metre dedikten sonra,  adlandırma sonucunda meydana gelen katı belirleyicilik ilişkisini a priori olarak biliyoruz.  Dolayısıyla ‘iki metre’ ifadesi kesin bir belirleyiciyken ‘X nesnesinin t0 anındaki uzunluğu’ kesin bir belirleyici değildir.[8] Yani, metrenin ortaya çıkışı olumsalken metrenin kendisi ise a prioridir. Bu nedenle söz konusu ifade olumsal a prioridir. 

2. A Posteriori Zorunlu Bilgi

Zorunluluk, tüm olanaklı dünyalarda aynı kalan şeye işaret eder. Olanaklı dünyalar ise şu anda deneyimliyor olduğumuz dünyaya dair herhangi bir şeyi değiştirdiğimizde ortaya çıkan bir tasarımı ifade eder. Bu bakımdan olanaklı dünyalar ile ‘gerçek dünya’[9]da özdeş kalabilen bir şey, zorunluluğu meydana getirir. Yani öyle bir şeyden söz etmeliyiz ki bu şey, hem aktüel dünyada hem de zihnimizde tasarlayabildiğimiz tüm olanaklı dünyalarda aynı olmalıdır. A posteriori bilgi ise edinilen bilginin deneyim kaynaklı olduğu anlamına gelir. O halde sorulması gereken soru şudur: A posteriori zorunlu bilgi olanaklı mıdır?

Bunun cevabını Kripke’nin H2O örneğinden yola çıkarak verebiliriz.[10] Suyun, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan meydana geldiğine dair bilgimizin kaynağı deneyimdir. Biz, deney ve gözlem sonucunda ‘Su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur’ önermesini dile getirmekteyiz. Söz konusu atomlar arasındaki ilişkiyi tespit ettikten sonra, bu ilişkiyi temsil edecek bir ad veririz. Nitekim bu adın ne olacağı olumsaldır. Başka bir deyişle ‘su’ olarak işaret ettiğimiz şeye ‘şu’ da diyebilirdik.[11] İşaret ettiğimiz şeyin adını ‘su’ olarak belirledikten sonra ise bu ad, zorunluluk kazanmış olur. Yani ‘su’ adı, artık bir katı belirleyicidir. Dolayısıyla ‘su’, tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye işaret eden, katı belirleyici ve a posteriori bilgi olarak karşımıza çıkmaktadır.[12] Daha açık bir ifadeyle ‘su H2O’dur’ dedikten sonra, tüm olanaklı dünyalarda ‘su’ olarak adlandırılan şeyin H2O’ya işaret etmesi anlamına gelmesi bakımından zorunludur ve bu bizim a posteriori olarak bildiğimiz bir şeydir.

Kripke, ‘Su H2O’dur’ önermesinin, doğru olduğu takdirde zorunlu olduğunu ifade etmiştir.[13] Suyun gerçekten de H2O’nun bir araya gelmesinden oluşması durumunda bu, suyun özsel özelliği haline gelmektedir. Başka bir deyişle H2O, zorunlu a posteriori olarak su ile özdeşse bu niteliğin özselliğinden bahsedebiliriz. Dolayısıyla Kripke’nin özellikler konusundaki özcü tutumu da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Suyun yapısının gerçekten böyle olup olmadığının hiçbir zaman net olarak bilinemeyeceğini iddia eden Kripke’ye göre söz konusu önermeye ilişkin doğruluk, ideal bir durumdur.[14] Böylelikle Kripke’ye göre a posteriori zorunlu bilginin olanaklı olduğunu ve bunun nasıl sağlandığını görmüş olduk.

Sonuç

Kripke, belirli betimlemelerden hareketle oluşturulan gönderim kuramının yerine nedenselci gönderim kuramını koyup adların nasıl gönderim yaptığı sorununu Adlandırma ve Zorunluluk kitabının temeline yerleştirmiştir. Kripke’ye göre betimleme ile gönderim yaptığımız şey arasındaki ilişki değişse bile adın yaptığı gönderim değişmemektedir. Bu doğrultuda özellikler ve özdeşlik problemi karşımıza çıkmaktadır. Çünkü adların gönderimini sabitleyecek bir ölçüte ihtiyaç vardır. Söz konusu ölçüt ise adların katı belirleyici olmasıdır. Adlar, katı belirleyici olmaları bakımından tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye gönderim yaparlar. Bu da adlar arasındaki özdeşliği sağlamaktadır.

Kripke’ye göre a priorilik, zorunluluk, a posteriorillik ve olumsallık tartışmaları da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Her a priori bilginin zorunlu olmayı gerektirmediğini ileri süren Kripke’ye göre her a posteriori bilgi de olumsal olmak zorunda değildir. Böyle olmadığı gibi a priori olumsal ve a posteriori zorunlu bilgilerin olanaklığından da bahsetmektedir. A priori ve a posteriori kavramları, epistemolojik ayrımlara işaret ederken zorunluluk ve olumsallık metafizik bir ayrıma gönderim yapmaktadır. Dolayısıyla bu kavramların birbirini zorunlu olarak gerektirdiklerinden bahsedemeyiz. A posteriori zorunlu bilginin olanağı, deneyim temelinde inşa edilen bir bilginin içindeki adların, katı belirleyici olmaları nedeniyle tüm olanaklı dünyalarda aynı şeye gönderim yapmasındaki zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Böylelikle Kripke’nin Kant’ın koyduğu geleneksel ayrımı genişleterek modalite tartışmasını farklı bir bağlamda yürüttüğünü söyleyebiliriz.

KAYNAKÇA

  • Ümit Taştan, Kripke Semantiğinin Kantçı Metafizik Bakımından Sonuçları, Yüksek Lisans Tezi (İstanbul: T.C. İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018).
  • Saul A. Kripke, Adlandırma ve Zorunluluk, Çev. Berat Açıl, (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2005).
  • Özgüç Güven, Mantık Felsefesi Ders Notları, (İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü, 2020).
  • [1] Saul A. Kripke, Adlandırma ve Zorunluluk, Çev. Berat Açıl, (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2005), s.47.
  • [2] A.g.e., s.47.
  • [3] A.g.e., s.48.
  • [4] A.g.e., s.48.
  • [5] A.g.e., s.70.
  • [6] A.g.e., s.70
  • [7] A.g.e., s.71-72. Bu alıntıdaki ‘bir metre’ ifadesi bizim örneğimizdeki ‘iki metre’ ifadesine; ‘z0’ ifadesi ‘t0’ ifadesine ve ‘Ç çubuğu’ ifadesi ‘X nesnesi’ ifadesine denk gelmektedir.
  • [8] A.g.e., s.72.
  • [9] Kripke’nin kullanımı.
  • [10] A.g.e., s.156.
  • [11] Özgüç Güven, Mantık Felsefesi Ders Notları, 2020.
  • [12] Özgüç Güven, Mantık Felsefesi Ders Notları 2020.
  • [13] Ümit Taştan, Kripke Semantiğinin Kantçı Metafizik Bakımından Sonuçları, Yüksek Lisans Tezi (İstanbul: T.C. İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2018), s.111.
  • [14] A.g.e., s.111.

Bağlantılı İçerikler

1 Yorum

  1. Merhabalar,

    Kripke’nin “katı belirleyici” düşüncesine karşı geliştirilebilecek alternatif bir düşünme şeklinden bahsetmek isterim.

    Su, bizim makro ölçekte deneyimlediğimiz bir maddenin adıdır. Su derken gönderimde bulunduğumuz madde “H2O” kavramından daha farklı bir kavrama karşılık gelir. Ve gönderimde bulunulan bu maddenin akışkanlık, renksizlik, yüzey gerilimi, viskozite gibi fiziko-kimyasal ve mekanik özellikleri var. Ancak H2O’nun bu bahsettiğim özelliklerinin olduğunu söylemek zor.

    Gerçek dünyada bizim su ismiyle gönderimde bulunduğumuz nesne saf bir H2O komposizyonu da değildir. Su dediğimiz zaman, H2O bileşiğini imlemiş olmayız çünkü bu makro yapının içinde klor, tuz, kalsiyum, sodyum, potasyum gibi çeşitli elementler, mineraller, bileşikler, gazlar ve mikro organizmalar da bulunur. Su derken gönderimde bulunduğumuz nesne H2O’dan daha karmaşık bir kavramdır. Oysa H2O ismi ile saf bir molekül birliğini imlemiş oluruz. Bizim makro ölçekte karşılaştığımız su, neredeyse hiç bir zaman karşımıza saf H2O olarak çıkmaz. Suyun sadece maddi değil ama fiili açıdan da tanımlanan bir kavram olduğunu savunan bir yaklaşımı izliyorum.

    Kripke’ye yöneltilebilecek ilk eleştiri; su ile H2O’nun gönderimde bulunduğu kavramların birbirleriyle fonksiyonel açıdan tam anlamıyla örtüşememesiyle ilgili. Biz su derken sadece belirli bir fiziko-kimyasal yapısı olan bir varlığı değil, bir eylem bütünlüğünü daha çok kastederiz. Çünkü aynı fonksiyonu gösteren iki maddenin farklı olup olmadığını test etmek için onları en ufak parçalarına kadar ayırıp “bu su, diğeri değil” demeyiz. O fonksiyonlar yerine getirildiği ölçüde “su”, özüne bakılmaksızın su deneyimi sunar bize.

    İkinci eleştiri ise, adına su dediğimiz fonksiyon kümesinin zorunlu olarak her yerde H2O komposizyonundan oluşacak olması iddiasıdır. Kripke’nin düşüncesine göre, evrenin başka bir noktasında “suyun” fonksiyonlarını gösteren ama kimyasal komposizyonunda H2O olmayan maddeler “su” olarak isimlendirilemezler. İyi ama biz suyun isimlendirmesini, H2O’dan türetmedik. Deneyim bize bunun tam tersini sundu aslında. Önce H2O’ya göre daha soyut olan su kavramımız vardı. H20 kavramı, su kavramından sonra meydana gelmişti. Sudan ayırt edilmeyecek şekilde davranan bir başka madde de bize kendisini deneyimde “su gibi” sunabilir ama bu maddenin özünde H2O yer almıyor olabilir. Kimya, sentetik maddeler üretmek ile ilgilenen bir alan da ayrıca. Böyle bir madde belki zaman içerisinde üretilebilir. Bunun dışında evrende henüz keşfetmediğimiz (belki de hiç bir zaman keşfetme imkanımızın olmayacağı), periyodik tablomuza henüz girmemiş (hiç de giremeyecek olan) elementler de olabilir. Deneyimin ölçüsünü mikro düzeye çekecek olursak, o zaman suyun aslında “H2O” ile sınırlı olmayabileceğini söyleyebiliriz. Yine de bu söz, “H2O, su dediğimiz şeyi oluşturan yapılardan biri değildir” anlamına gelmez; “su” kavramı sadece iki hidrojen ve bir oksijenin birleşmesinden sonra ortaya çıkması gereken bir kavram olmak zorunda değil. Çünkü deneyim bize su olmayı onun fonksiyonları ile göstermişti, onun oluşma süreçlerine sonradan tanık olduk. Suyun bize kendisini ilk gösterdiği fonksiyonlar aracılığı ile, onu başka şeylerden ayırıp ona “su” ismini vermiştik. Ancak şimdi o ismi vermemize sebep olan makro nesneyi bırakıp, onun özünü yakalamaya çalışıyoruz. Su dediğimiz şeyin derinliklerine indikçe ortada “özdeşlik” kurabileceğimiz ilksel bir “su” fonksiyonu kalacağından, “orada” “suya dair” bir davranışın bulunabileceğinden pek de emin değilim.

    Üçüncü eleştiri ise, farklı seviyelerde yer alan kavramlar arasında özdeşlik kurmaya çalıştığımız zaman, genellikle “indirgeme” yapmak zorunda kalıyor olmamız ile ilgili.

    Suyun özdeşliğini H2O ile kurduğumuzda, burada indirgemenin bir sınırı olup olmadığını da belirtmemiz gerekiyor.

    – Sudan H2O’ya indik. Çünkü suyun daha küçük boyutlarda neye benzediğini keşfedebilecek araçları tasarladıktan sonra onun özünün H2O denilen yapılardan oluştuğunu deneyimledik.
    – Sonra, ölçme seviyemiz daha da gelişti. Daha küçük parçalara bakabilecek aletleri tasarladıktan sonra bir de baktık ki bu atomlar da proton, nötron ve elektron olarak isimlendirdiğimiz başka nesnelerden oluşuyorlar. Ve proton dediğimiz şeyin, tuhaf bir şekilde her maddede hemen hemen aynı fonksiyonları gösterdiğini gördük. Ona bu yüzden yeni bir ad verebildik aslında. Sabit bir fonksiyonu vardı. Sabit olan şey burada isim değildi aslında o fonksiyonların tamamına verdiğimiz bir isimdi. Protonların hemen hemen aynı fonksiyonları var diyorum, çünkü protonların iç yapıları farklı enerji seviyelerine sahip olsalar bile aynı kütleye sahip olarak kabul edilir. Enerji seviyesi değişebiliyor ama ölçülebildiği kadarıyla kütleleri hep aynı. Çok ilginç bir iddia aslında. Çünkü belki de proton dediğimiz şey her ne kadar kararlı bir yapı gibi görünse de zaman içerisinde bozul(n)abilen bir şeydir belki de?

    Bkz: https://en.wikipedia.org/wiki/Proton_decay

    – Üzerinde çalıştığımız proton hala “suya ait”. Ancak artık su ile uğraşmıyoruz. Protonlardan, enerji seviyelerinden bahsettiğimiz başka bir seviyedeyiz. Artık burada ne su, ne ağaç, ne ev, ne bulut ne de gözümüzün gördüğü seviyeye ait başka bir şey var. Algımıza düşen nesneler artık suyun fonksiyonlarını göstermiyorlar. Daha da derine inecek araçları keşfeder keşfetmez; kuarklar ve gluonlar gibi temel parçacıkları da bulduk ve onları da isimlendirdik. Ama bakın şimdi nereye vardık? Suyun kimliği H2O’da mıdır sorusuna? Bir seviyedeki özdeşliği, daha alt seviyelerde aramaya kalktığımda orada aslında özdeşliğin kalmadığını, daha düşük seviyelerde kimliğin çözüldüğünü gördük.

    Eğer her madde en sonunda “temel parçacıklara” kadar indirgenebiliyorsa, o zaman suyun gerçekten H2O olması zorunlu mu? Eğer H2O’nun kimliği/neyliği değişmiyorsa, H2O’nun parçalarının neyden oluştuğunu incelemek neden önemli olsun ki? Maddenin “özü” diyebileceğimiz seviyeye H2O’ya vararak, özü yakaladığımızı söyleyemez miyiz? Daha da ileri neden gidelim? Ama eğer kuarkların olduğu düzeyde özdeşlik diye bir şey kalmıyorsa, o zaman su da kendi parçalarına indirgenebilecek bir şey olamaz. Burada bir suyun su olma davranışını göstermeye başladığı seviye ile artık su gibi davranmadığı yere bir sınır çizmemiz ve suyun kimliğinin oluştuğu yerin de o sınır olduğunu söylememiz gerekiyor.

    Yani Kripke’nin yöntemini izlediğimizde karşımıza şöyle bir problem çıkacak: Eğer özdeşlik indirgenebilir bir şeyse, hiçbir şeyin “gerçek” kimliği bulunamaz, çünkü her şey daha küçük bileşenlere ayrıştırılabilir.

    Bir şeyin kimliğini ortaya sererken daha derinlere inmemiz gerekiyorsa(?) -ki ne zaman bu gereklidir ne zaman değildir bu da ayrı bir konu- ve belli bir seviyede de araştırmayı durdurup bir yargıya varmamız gerekiyorsa, bu seviye neden H2O olmalı, neden kuarklara ve onların da altına bakmayalım?

    Hatta burada biraz daha ileri gidip şöyle de diyebiliriz; bu dünyada su hakkında bildiğimiz özellikler, evrenin başka bir yerinde başka maddeler tarafından temsil edilseler, o maddelere “su” diyebilir miyiz? Suyun bizim çıplak gözle görme imkanımızın olmadığı boyutlardaki halinin artık “su olma” özelliklerini gösterip göstermediğinden de bahsetmemiz gerekmiyor mu?

    Su dediğim şey, iki tane hidrojen atomu ile bir tane de oksijen atomundan oluşuyor demek ile su = h2O demek aynı şey midir?

    su = [“h2O”] demek ile su = “h2O” arasında şöyle bir fark vardır:

    su = “h2O” demek; onu tek bir değere hapseder. Ama su = [“h2O”] dersek, o zaman suyun h2O bileşiminden farklı bileşimlerde de olabileceğini tanıtmış oluruz. Çünkü su kavramını bu şekilde bir dizi (küme) olarak tanımlarız, böylece “su”, “su olmaya aday bileşiklerin” bir kümesi olarak değerlendirilebilir hale gelir.

    Sevgiler, saygılar.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Önceki Gönderi

Tanrı’nın Varlığına Dair Tasarım Argümanları – Thomas Metcalf

Sonraki Gönderi

Durumculuk ve Erdem Etiği – Ian Tully

En Güncel Haberler Analitik Felsefe:Tümü